- 785 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
yAĞMUR VE İSTANBUL / tuhaf bir gündü..
yAĞMUR VE İSTANBUL / tuhaf bir gündü
...dün yağmura koştum ....hiç dinmeyen yağmura koşarken başıma gelenleri yaşadıklarımı yazmak isterim..kulağıma geliyordu yürüdüğüm her sokakta düşen yaprakların fısıltıları… renk renk olmuş yaprakları güz fırtınaları en keskin ağırlığı ile sallıyordu ağaçları…durup karşılarında neleri anlatıyorum bugün üşüdüğümden mi ? bilmiyorum sesim titriyordu içime işledi bu son bakışları ….çığlık değil belki sevinçliydiler…bir gelin gibi..süslü ve boyalıydılar..ah bir ağaçta farklı renkler bir çok ağaç vardı...sıra sıra dizilmişler….aradığım bayram yeri gibi....binmek zorunda kaldığım minibüsün camından boğaza bakıyorum....denizde dalgalar beyaz köpükleriyle yaklaştıkça sahile yükselerek vuruyorlar...görülmeye değerdi sahil ..seyre duran eşli insanların sarılışları birbirlerine…martıların çokluğu ve gelip geçen gemilerin dikkatli geçişleri….puslu ve gri bir tablo..istanbul bambaşka bir fotoğraf veriyor görenlere…ikindi öncesi serin inceden yağışlı gök altında duygularımı nasıl sermeliyim suya nasıl vermeliydim rüzgara..canım simit istedi hemen indim..karıştım insanların arasına….deniz ürkütücü dalgaları hiç durmuyor hiç yorulmuyordu gittikçe hızlanıyor hızlandıkça öfke dolu gibi sahile öyle gelişi var ki gözleri bayıltıyor insanı çekiyor gibi baş döndürüyordu …durdum düşünüyorum bu ne kuvvet bu nasıl bir enerji akışı ve güç olmalı ki bu deniz bu su kütlesi nasıl da oynuyor yerinden kalkıyor bulutlara dokunuyor..ve bu coşkulu bu cezbe bu huşu hali ile neyi anlatıyordu....suyun vurması ile geriye kaçıp tekrar yakınlaşıyorduk ah balıkçı sandalları nasıl da fındık kabuğu gibi ne kadar ince bir çöp bir saman parçası gibi kalıyordu ....sahil meraklı insanlarla dolu derin derin dalıp gidenler suyun gel-gitlerinde kendini kaybedenler yaptıklarını yapacaklarını unutanlar..kendisinden geçenler…çığlıklar …genç bir kadın hiç tatmadığı bir heyecanın çığlığını mı ? yaşıyordu yoksa ....yoksa birikmiş daha gün ışığı görmemiş burukluklarını mı çıkartıyordu ....birbirine karışan çığlıkların içinde kalmıştım …..birden dev bir görüntü bir havuzda iri bir balina nasıl görünüyorsa önümdeki denizden geçen gemi devasa bir görüntü bırakıyordu boğazın karşı tarafını kapatıyordu boyu kadar ....hemen önümüzden geçiyor dalgaları korkutarak....acımasız ve zalimdi gemi....su karşı koyamıyor martılar panik yapıyordu....iyice ıslanmıştım....iyiki bir öğrencim tanıdı seslendi....akşama kadar konuşmuşuz meğer çok ihtiyacım varmış....ve dışardaki insanların hiç biri mutsuz değildi..kimine felaketler hazırlayan dalgaların gücü ve yağmurun getirecekleri kimilerine de neşe-sevinç kaynağı oluyordu ikinci simidi yerken dışarıdaki sesler devam ediyordu
….bugün sabah anadolu yakasından yola çıktım erken bir vakitti. trafik çok yoğundu. baktım onlarca insan işlemeyen trafikten bunalmış, otobüslerden dolmuşlardan inmiş yürüyorlar çok özendim bazen araba kullanmak bir kabus ….bu kabusa son vermek için arabayı Üsküdar’da bıraktım. Genç kızlar vitrin camlarını siliyor, yerler paspaslanıyor. Bir umutla güne başlamışlar. Vapurda bir gurup turistle karşılaştım. Haritayı kaybetmişler. Rasgele dolaşmaya başlamışlar. Bu onları çok mutlu etmiş. Heyecanla nasıl kaybolduklarını konuşuyorlardı... Eminönü’nden taksi. Şoför bey haber dinliyor. Ordumuz Güneydoğu’daki dağları yerle bir ediyormuş. Gaziantep Üniversitesi Tıbbi Biyoloji Bölümü Başkanı Prof. Ahmet Arslan Belçika halkı Oğuz’ dur, Kürtler de dış oğuzlardandır demiş. Tayyip Erdoğan’ın da davetli olduğu Kerbela iftarına katılanlar “düşmüş” sayılacakmış. ..Unkapanı bitiminde yazları bazen çay içtiğimiz yeşillik kafe metruk gibi. Bahçe soğuk ve sessiz. ..Hasta bir arkadaşımı ziyarete giderken yolu şaşırdım. At meydan’na çıktım. Hala adı bu. Gerçekten de atlara uygun bir meydan hala var. Ne zaman isterlerse gelebilirler…sanki Yedim Camii’nin önünden yukarı çıkarken bir evle karşılaştım. eski bir ahşap köşk. bahçesi çok güzel. Kimse yaşamıyor anlaşılan. Camlardan bir ikisi kırılmış. Kapıda kilit. Perdeler duruyor. Beyaz işlemeli. ..Yolda su birikintisi.
İçinde bir kertenkele ölüsü yatıyor. Yaşam savaşı son bulmuş evler arasında sürünüp dururken. Gözleri açıktı. Bir darbe almış, sonra da bir damlacık su birikintisinde boğulmuş. Yol bitince Fatih camii duvarı çıktı karşıma. Öğle ezanı okundu. Avluda musalla taşında biri var. Hep biri yatar o taşın üzerinde. Dua ettim. ..Caminin içinde su kuyusu var. Hem de çalışır vaziyette, su çekip içiyorsunuz. Her görüşümde şaşırmaktan kendimi alamam. Çok yaşlı bir kadın Muharrem Duası’nın fotokopilerini yaptırmış, hayrına dağıtıyormuş. Teşekkür edip çantama koydum. Yeni bir çağ dedim bu. ..Fatih’in türbesinden içeri baktım. Bakmadan geçebilirdim. Çoğu kez geçerim de. Bugün görerek geçtim. Görmekle görmemek bir değil gerçekten. Pencereden bir dünya açılıp kapandı. Elde çok sıkıldığından sertleşmiş bir kartopu atıldı dışarı doğru. ..Akşam Eminönüne dönmek için otobüse bindim. Dört kadın bindi duraktan. Neşeyle. Yaşları 65-70 arası. İkisinin saçı özenle boyanmış ikisi ise neredeyse bembeyaz. Muharrem ayının ilk günü için bir camide sohbet dinlemişler. Memnun kalmışlar hocanın vaazından. Hz.Nuh hakkında, Kerbela hakkında karmakarışık bir şeyler anlatmışlar belli ki. Neyse Fatihalar onları mutlu etmiş. Aşurelik buğdaylardan, kayısı kurularından, şekerin kıvamından konuşurlarken hiç anlamadım nasıl birden diktirdikleri bir elbisenin kolunun reklan mı yoksa düşük kol mu olması gerektiğine geçiverdiler. Ne oldu buğday. Kalçadan pileli bir etekten sözediyorlar. Kendi devirlerindeler.Karaköy kızlar! dedi biri heyecanla. Hızlıca iniverdiler. Issızlaştı otobüs. Eminönü’nde indim. Öyle kalabalık ki birden insan seline uyup alt geçidin basamaklarında buldum kendimi. Na’pıyorum ben dedim seslice, panikleyerek. Şükür ki ilk basamaklardaydım. Üsküdar iskelesine doğru yürümeye başladım. Birbirlerine sarılmış iki gençten biri ne güzel bir hava dedi. Harika dedi öbürü. Denizden gelen ayaz kesiyordu yüzümü. Ellerim buz tutmuştu. İnsanlar oturmuş balık ekmek yiyor insanı şaşkına çeviren bir iştahla. Her ırktan ve görünümden insan plastik iskemlelerde harmanlanmış. Minyon bir kız iki metre boyundaki sarışın adama gülerek bir şey anlatıyor Romence veya Macarca. veya ona benzer dillerden birinde. Bir yerlerden gözüm ısırıyor . Bizim yasaklar yüzünden Romanya’ya tıp okumaya giden kızlardan biri sanırım. Bu dillerde de böyle coşkulu kelimeler var demek. Genç bir adam tezgahın üzerinde kaseti koymuş, sesini sonuna kadar açmış, mahalleye Şivan Perver çalıyor. İşte bu “mahalle baskısı”na hayranım ben. Bütün bunları analiz edip insanları sınıflandırmanın, tanımlamanın, herkesi sabit bir yere yerleştirmek için beyhude bir çaba içine girmenin alemi yok. İnsanlar bildiği gibi sevdiği gibi yaşamak istiyor. Tanımlanmak, kısıtlanmak istemiyor. Birileri dişlerinin arasından “her şey kontrol altında”diyebilsin diye. Hayallerimiz, baktığımız yer, görme biçimimiz hergün değişiyor, hayat yeniden kuruluyor. Ben dün de buralardaydım mesela. Ama bugün dünkü ben değilim ki. Mekan aynı da olsa gördüklerim farklı her şeyden önce. Isı derece olarak aynıydı iki gün için de. Ama dün daha sıcaktı benim için. Eldivenlerim ve atkım vardı. Bugün unutmuşum. Başkayım. Bir üşüdüm, bir üşüdüm, tırnaklarıma kadar...kandilli’ye kadar yürümüştüm çengelköy’den yürüdükçe yoruluyor yoruldukça dinleniyor muydum bilemedim derin derin soluk alıp veriyor boğazın şifa vericiliğine inanmışlığıma inadına yakın yürüyordum sahile ve rüzgarın oynattığı dalgaların ulaşmak için karaya nasıl yarıştıklarını seyrediyordum dev gibi bir gemi beliriverdi yağmur tekrar başlamıştı ...
Mustafa kaya / İstanbul
2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.