- 553 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DEMOKRATİKLEŞMENİN KAÇINILMAZ ZORUNLULUĞU
Cumhuriyet sistem olarak; yerellikleri (farklılıkları koruyarak) evrenselleştirir ve bireyi ön plana çıkartır. Demokrasi ise; bireyi hak ve özgürlüklerle pekiştirerek demokratik rejimin güvencesini oluşturur. Laiklik demokrasinin bir parçasıdır; aklın ve düşüncenin özgürleştirilmesini sağlar. Ve oluşan toplumsal uzlaşmayla, her birey, toplumla şu veya bu etnik ve yahut dinsel cemaatin bir üyesi olarak değil (ancak, etnik, dinsel v.b özellikler yasal güvence altına alınarak) birey olarak ilişkide olur. Dinsel veya etnik mensubiyet bireysel hale gelir. Dinseli kamusaldan, kamusalı özelden ayrıştırmayı başaran demokrasi, bir siyasi teknolojiden ibaret değil; bütünüyle bir haklar ve özgürlükler kültürüdür. Ve demokrasi olmadan, hukuk devleti ne sağlanır ne de korunur...
Türkiye’nin düşünürlerine, yazarlarına ve aydınlarına düşen görev; cumhuriyetimizin daha ileri, daha gelişmiş özelliklere kavuşması ve yeryüzünün demokrasi cephesinde yer alması için, önümüze yeni ufuklar açmalarıdır. Geçmişi suçlayarak, ya da geçmişi kutsayarak değil, geçmişi objektif değerlendirerek, geçmişin deneyimini günümüze bir katkıya dönüştürerek, Demokratik ve Laik Cumhuriyetin önündeki ufku genişletebilmelidirler. Dün ve bugün teoriyi, bugün ve yarın pratiği hazırliyorsa; cumhuriyetin tam ve eksiksiz demokrasi ile taçlanması için her kes ve her kurum üzerine düşeni yapmalıdır.
Toplumumuzun tarihsel gelişim sürecinde “liberal gelenek”; Batı’da olduğu gibi kendi iç dinamikleriyle gelişmediği için, toplumsal dokumuza nüfuz etmedi. Bu yüzden, siyasal yapılanmamızda demokrasi açısından eksikliklerin temel nedeni, geleneğimizde olmayan liberal davranış ve düşüncedir. Çünkü liberal anlayış; bireyi merkez alan, bireyin yaratıcı gücüne inanan ve toplumda bireysel alanla kamusal alanı ve bundan hareketle bireysel ahlakla kamusal ahlakı uzlaştıran, seçkinci ve müdahaleci değil, toplumun motivasyonunda“istikrar ve insan” merkezli, özgür bireyin oluşmasını sağlayan bir anlayış ve gelenektir. Liberal demokrasi, liberal özgürlüğü getirir.
Devletin bir yönetim biçimi olarak tarih sahnesine çıkan demokrasilerde, iki tür anlayış farkı uygulamada açık ve net olarak kendini gösterir. Biri Fransız devrimindeki ve bugün de geçerli olan Jakobenlerin otoriter demokrasi ve otoriter özgürlük anlayışı; diğeri İngiltere ve Amerikan liberal demokrasilerin özgürlük anlayışı... Çünkü milli irade, anayasa, halkın isteği, sınıf, ilerleme, özgürlük gibi “demokratik” kavramlarla da otoriter rejimler kurulabilir. Liberalizm ise bunu reddeder, “başkalarının hürriyetine saygılı hürriyet” fikrini bütün otoritelerden üstün tutar.
Demokrasi; birey hak ve hürriyetlerinin üstün değer olarak benimsenmesini gerektirir, bu da liberal anlayışla mümkün olur. Devletin karışabileceği alanların azaltılması bu anlayışın temel felsefesidir. Yani, hayatımıza az karışan liberal demokratik bir devlet mi, çok karışan otoriter demokratik bir devlet mi? Meselenin felsefi derinliği, politikanın pratiğine yön verecek kadar önemlidir.
Liberal demokraside özgürlük barışçıdır, uzlaşmacıdır, bireycidir, başta ekonomik alan olmak üzere kamu alanına devlet müdahalesinin azaltılması yönündedir. Ve bu anlayışta hukuk devletten üstündür. Jakoben gelenekte ise özgürlük “bizimkiler” içindir, “ötekiler” ezilmelidir. Bu yüzden Fransa’da devlet hukuktan üstün olmuştur, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı gelişmemiştir.
J.J. Rousseau, “güçler” ya da “kuvvetler ayrılığı”na karşıdır ve “genel irade” adı altında“kuvvetler birliği” ilkesini ve “kayıtsız şartsız hâkimiyet” fikrini savunmuştur. Yine Rousseau’ya göre; “halk” veya “millet” ya da “sınıf” kendi iradesini bir sosyal mukavele ile yöneticilere devretmiştir. Bu durumda bütün yetkileri yöneticide toplamakta, kuvvetler ayrılığını ve bireyin dokunulmaz hürriyetlerini göz ardı etmektedir. Liberal demokrasi ise; hâkimiyetin kime olduğu kadar, nasıl kullanıldığına da dikkat eder. Kuvvetler ayrılığını ve hâkimiyetin hak ve hürriyetlerle kayıt ve şart altına alınmasını, kısıtlanmasını savunur.
Üçüncü bin yılın ilk yüz yılı, 21.yüzyıla adım atarken, dünya, “soğuk savaş sonrası” döneminin yapılanmasıyla meşgul. Özellikle bilişim ve enformasyon alanında gerçekleşen ve her gün yeni katkılarla, sıçramalar halinde süre giden “teknolojik devrim”, aynı zamanda “evrensel hukuk” ve “insan hakları” normlarını da bu gelişim ve değişime uygun olarak kurumsallaştırdı. Bu gelişim ve değişime ayak uydurup, çağdaş devlet olarak ve çağı yakalamış, uygar devletler arasındaki yerini almak isteyen ülkeler; “yapısal reform”ları yaparak, “global” veya “küresel” dünyanın birer saygın üyeleri oldular veya olacaklar.
Günümüzde küreselleşmenin getirdiği iki büyük açılımdan birisi ulus devletlerin tekçi, içine kapalı ve dikey hiyerarşilere dayalı yapısını kırmasıdır. Devlete karşı toplumların öne çıkmasına olanak veren bu süreçte anayasaların anlamı da değişmiştir. Devleti esas alan bir anayasacılıktan bireyi esas alan yeni bir anayasa anlayışına geçilmiştir. Böylelikle, sivil toplum ve özgür birey kavramları geriye dönüşü olmaksızın benimsenmiştir. Yine küreselleşmenin ikinci büyük açılımı, demokratik değerlerin gördüğü evrensel kabuldür. Daha önce ulus devletlerin iç sorunları olarak görülen olgular artık uluslararası kuruluşların izlemesine açık hale gelmiştir. Bu model elbette yeni bir ekonomik modelle, yani piyasa ekonomisi ya da liberal ekonomik modelle beslenmiştir.
Türkiye demokrasisinin en büyük handikabı, gerek sağda ve gerekse solda bulunan merkez partilerin, evrensel demokrasinin sosyal veya liberal köklerinden değil, kendilerine özgü bir gelenekten türemiş olmalarıdır. Bu tarihsel tespitten dolayıdır ki, çoğu zaman cumhuriyetçi ilkelerin bazıları zaman içinde adeta demokrasiye karşı kullanılmıştır.
Demokratik ülkelerde “yapısal reform”, sistemin baştan sona yenilenmesi anlamına gelen “geçiş dönemlerinde” yapılır. Önceden parametreleri saptanmış, düşünülmüş, tartışılmış; nereden başlayıp ve nereye gittiği belli bir “değişim projesi” ile yaşama geçer. Çünkü hayat bir olaydır, bir süreçtir, donmuş bir şey değildir. İspanya ve İtalya’da böyle bir yapısal değişikliği, devlet reformu ve anayasa reformu biçiminde gerçekleştirmişlerdir. Biri 40 yıllık faşizmden, diğeri yarım asır boyunca iktidarların el değiştirmediği frenli demokrasi modelinden çıkan bu iki farklı Akdeniz ülkesinde, gerçekleştirilen ya da gerçekleştirilmekte olan reformların hedefi sonuçta aynı: Şeffaflık, etkinlik ve halka daha yakın bir demokrasi inşa etmek...
Demokrasilerin en önemli unsuru, halkın sisteme sahip çıkması ve sahip çıkmasını bilmesidir. Oy vererek kendini yönetmesi için seçtiği politikacıları, vergi vererek karşıladığı devlet harcamalarını yapanları denetlemesi, denetleyebilmesi gerekir. Genel kural budur. Halkın, haklarına sahip çıkması.
Demokrasinin tarihsel gelişimi şunu göstermiştir ki; özgürlüklere, insan haklarına ve toplumsal refahın belli bir takım kriterlere ulaşması kendiliğinden olmamıştır. Veya birilerinin bunu bahşetmesi şeklinde de ortaya çıkmamıştır. Ne zamanki toplumsal muhalefet demokrasi lehine, toplumsal bir talebe ulaşır ve bu talep toplumun büyük bir kesiminin ortak isteği olur, işte o zaman tam demokrasi önündeki bütün engeller demokratik mücadele yöntemleriyle bir bir kaldırılır, ıslah edilir. Ancak temel koşul; halkın böyle bir talebinin olması ve bu taleplerini dile getirecek ve gerektiğinde bu çıkarlar doğrultusunda demokratik ve yasal zeminlerde eyleme geçebilecek sivil toplum kuruluşlarının oluşması gerekir. Bu kuruluşlar, toplumun büyük bir kesiminin desteğini alması, başarı için bir zorunluluktur.
Türkiye toplumu, cumhuriyetin ve demokrasinin (tüm eksikliklerine rağmen) erdemlerini yaşamlarının vazgeçilmez unsurları haline getirmiştir. Birey olmanın, özgürlüklerin ve refahın demokrasi ile olacağını anlamış ve görmüşlerdir. Bu kazanımları yok edecek ve uygar ülkeler safından, karanlığa götürecek her türlü akımların karşısında olacak ve bu hareketlere her platformda vermesi gereken cevabı verecektir.
Türkiye toplumunun en büyük sorunu ve hedefi, halkın demokratik toplumsal talebini daha da geliştirerek ve yasal olarak örgütleyerek, “Bilişim Çağı”na entegreyi sağlayabilecek demokratikleşme ve yapısal reformları yapabilmenin yolunu açmaktır.
Evrensel düşünüp, yerel davranmak ve ikisi arasındaki organik bağı kurmak, çağı anlamaktan geçer. Ekonomiden siyasete, devlet yönetiminden şirket yönetimine, değerlerden inançlara kadar her şeyin değiştiği; modern toplumdan post-modern topluma geçiş yönünde yeni ilke ve fikirlerin benimsendiği günümüz dünyasında, Sinoplu Diyojen gibi fıçı içinde yaşayıp, bunu mutluluk olarak algılayan felsefe, artık tarih oldu.
Dünyadaki bilişim teknolojileri alanındaki gelişmeler ve sibernetik devrim, ülkeleri gelişmelerden kolayca haberdar etmekte ve değişim taleplerini arttırmaktadır. Ancak, Türkiye’de toplumsal değişim projelerinin gerçekleşmesi yönünde henüz ciddi, kararlı ve cesaretli adımlar atılmadı. Toplumumuzu 2000’li yılların post-modern dünyasına taşıyacak toplumsal dönüşüm projeleri, stratejileri, hedefleri henüz oluşturulmuş ve üzerinde uzlaşma sağlanmış değildir. Hatta değişime karşı olan bir siyasi güç mevcuttur. Toplumsal dönüşüm; bir bütün olarak ele alınıp; demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerini kapsayan ve buna uygun ekonomik yapılanmadaki değişimleri içine alan uygulanabilir bir proje olmak zorundadır.
Necat İLTAŞ (1996)
Kaynak: www.necatiltas.net/demokrasi.html