- 564 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
NABYAY
Birol için neydi Ankara’yı Kocaeli ve Antalya’dan cazip kılan? Antalya Varsak’da çift daire üzerine beş katlı bir bina yaptırmış, güzel bir dört yıl geçirmişti. Ama Ankara çekmişti kendilerini. Yaşanacak günler vardı.
Gerçeğin hayalden en bariz farkı
Uzağa atarsın, yakına düşer…
Öyle günler, öyle simalar var ki
Unutmak istersin, aklına düşer.
Bir sevgili, bir okul arkadaşı, bir askerlik arkadaşı, bir hapishane arkadaşı, bir hastane arkadaşı olabilir. Ya da bunlara benzer bir gönül dostu.
Bazen bir olay, bazen bir sokak, bazen bir obje, bıçak gibi saplanır maziden ciğerinize. Birtakım şeyler ahrete kadar içinizde vızıldar. Isıtır, üşütür, titretir, acıtır. Bu dört halde yaşıyordu Birol. Dolu dolu yaşıyordu duyguları bu acıların başkentinde.
Birol’un kaderinde 40 yaşında fabrika işçisi olmak, günde 12 saat ayakta çalışmak vardı. Güçlü ve olgundu. Fabrikaya severek isteyerek girmişti. Ama gürültü ayakta kalmaktan da zordu. Kaba kuvvet isteyen hamaliye işler de çoktu burada. Mecburiyeti kabullenmişliğin acı tebessümü vardı yüzünde.
Perde fabrikasının en fazla eleman çalıştıran dokuma bölümü ilginç bir yerdi. Bayanlarda erkekler gibi aynı zor işleri yapıyordu. Türbanlısı da kotlusu da vardı. Namazında niyazında olanı da vardı, aşk meşk peşinde olanı da. Kapalı kıyafetlere yırtmaç açıp, düğme söküp, daraltarak teşhire müsait hale gelen de. Dışarıdaki hayatın minyatürü vardı Nabyay’da. Zaten çoğu için içeri dışarı kavramı değişmişti. 12 saatlik ağır bir çalışmadan sonra eve gidince, hemen yatmak ve yarına dinç kalkmak gerekiyordu. Birerden iki saat de servis ve soyunma odalarında ziyan olmaktaydı. Yaşına rağmen iyi iş çıkarıyordu Birol. Özveri ile çalışıyordu. Kendisinden 20 yaş küçük sorumlusu Üveyt ve şeflerini kendine laf söyletmek zorunda bırakmıyordu. Bayanlar ağır işlerden kaytarsa da kimse fazla umursamıyordu. Narindi onlar. Ama çok da zarif değildiler. Hatta hiç zarif değildiler.
Perdeyi makine dokuyordu ama operatör makinenin başında olmalıydı. Daha fazla büyümemesi için hata ve arızalara acil müdahale gerekirdi. Kalite takibi, zemin bezinin gergefleşmesi, iyne, mekik ve bobin arızalarının giderilmesi ve yenilenmesi gerekiyordu. Yüzün üzerinde irili ufaklı yapılması gerekli rutin işleri vardı her operatörlerin. Otuz metre uzunlukta, iki katlı makinenin temizliği bile çok çetindi. En az iki kişi ile bakılması gereken makinelere çoğu zaman tek bakılıyordu. Şartlar icabı birkaç makineye bile bakmak gerekebilirdi. İki kat yorulsan da yövmiyen aynı idi. Operatörlüğü sevmemişti Birol.
Gece 23.00 da evinin önünden servise biniyor,23.30 da Akyurt’taki işine varıyordu. Kıyafet değiştirip makinesini teslim alıyordu. Siren denilen o çalışma düdüğüne de sinir oluyordu. Hava taarruzu gibi, ölüm gibi geliyordu. Sabaha çalışıyor, sabah 08.30 da servise biniyor 09.00 da eve ulaşıyordu. Hemen yatıp uyuyor, akşam 20.00 ya da 21. 00 da uyanıyordu. Bir iki saat sonra Ogün kendini eve getiren servis ile işe gidiyordu. Haftalık izinlerde zorunlu mesailerle katledilirdi. Sendikaları yoktu. Sendikaya kaydolanlar da anında sendika fareleri tarafından işverene ispiyonlanırdı ve işten atılırlardı. Tam bir Çin işkencesi diye düşündü Birol. Asgari ücret komik olmaktan hiç çıkmayacaktı. İşçi sorunları hep ötelenecekti. Sendikalaşma hep engellenecek ve sendikalar arpalık olacaktı. İşverenler devleti işçi çıkarmakla tehdit edecekti. Devlet memura öz, işçisine üvey baba olacaktı. İşçi sınıfı zorlu mücadeleler yapmadan bu durum değişmeyecekti. Çünkü işçi hariç herkes memnundu bu sömürüden. İşverenler güçlüydü. İşçi aynı şeyleri yine, yine, yine, yüzlerce-binlerce defa yineleyecek zoraki çalışacaktı. Makro baskı varken mikro cızırdama umursanmazdı. Sendikalardan birine yönetim kademesinde girmeyi hesaplıyordu Birol. Bu uğurda araştırma yapıyor, destekçi topluyordu.
Şu an en mutlu olduğu yerdeydi beklide. Yemeğini yemiş ve yemek salonunun solundaki sigara içilebilen çayhaneye geçmişti. Fabrikada en çok bu bölümü severdi. Çayını yudumlarken ameleleri inceliyordu. Amelenin emekçi demek olduğunu biliyordu. Pek çoğu gibi küçümsemek için değil, hakkını teslim etmek için kullanırdı bu kelimeyi.
Ön masadaki hareketlilik hayale dalmış olan Birol’un dikkatini çekti.
Yüz hatları gerildi. İçinde fırtına başlamıştı sanki. Kıskandığını hissetti. “kızım değil, bacım değil, karım değil çok şükür.” Dedi. Çok ciddi kuralları olan bir fabrika olmasına rağmen insanlar isteyince aşırılıklar ve taşkınlıklar, kendini bilmezlikler yapabiliyorlardı. “bana ne, herkes kendi namus bekçisi olmalı” dedi içinden. İkiyüzlüler, yalancılar, hayâsızlar, başka amaçlarla işe girenler bile vardı. Manita bulmak, çevre edinmek, mal pazarlamak, hatta kiliseye adam götürmek isteyen bile çıkıyordu. Eş olarak çalışanda vardı Nabyay, Aslında bayanların çalışmasına uygun bir ortamdı. Masum olmayan şeylerde vardı her iş yerinde olduğu gibi. Üç ayda dönen her fırıldağı öğrenmişti Birol. Her şeyi araştırıp her bölüme girip çıkmıştı. Araştırır, sabreder, kavrardı. Ama Birol’un ilgi alanına nakış bölümü giriyordu. Oradan tanıdıklar bile edinmişti. “ yoksa fabrikaya başka öncelikli bir amaç için girenlerden miyim?” diye soruyordu kendi kendisine. 40 civarında kızın,15 erkeğin bulunduğu nakışa olan ilgisinin nedenini düşündü. Yoksa gönlünü mü kaptırmıştı? Nakıştaki bütün geçici işlere neden gönüllü koşturuyordu? İki çocuğu vardı, mutluydu, eşi Suzan’ı da çok seviyordu. Hiç hata yapmamıştı. İnançlıydı da. Ama yolunda olmayan bir şey vardı sanki. Düşleri ve geliş sebebi de içini kemiriyordu.
Ön masadaki çift kalkıp gidiyordu. Arkalarından vah vah dercesine başını salladı Birol. Çünkü mesaideyiz, arkadaşıma gideceğim, yaş günü, nikâh, düğün ve nice bahanelerle aileler aldatılıp, küçük büyük kaçamaklar da yapılıyordu. Nişanlı bir kız, yakışıklı operatör arkadaşına sırnaşıklıktan ve teşhirden çekinmiyordu. Evli kadınlar bile nefis okşayıcı iltifatlara sessiz kalabiliyordu. Patron büyük bir ticari müessese kurmuştu. Şeytan da üst kurmuştu Nabyay da. Bayan ve erkek mescidi de vardı. Gülümsedi bir ara. Sanki çalışma hayatını kavradığı, okuduğu bir kütüphaneydi burası.
Fabrikaya girdikten sonra boşananların çokluğu konuşuluyordu erkekler arasında. Kimi ayakları üzerinde durunca kaçmış, kimi karısını, kimi kocasını aldatmıştı. Kiminin düşüncelerine şeytan girmiş, ayrılmasa da evden kopuk ihanetin kıyısında kırmızıçizgilerle flörte koyulmuştu. Bu fabrikaya iki psikolog, biri kadın iki de masör lazım diye düşündü Birol. Ona göre bütün amelelerin adaleleri ve ruhları bakımdan geçmeliydi. Şeytana uyup iş arkadaşlarından bir bayanla işi pişirsem, eşim ne yapar diye de geçirdi aklından. Şeytan, nefis, insan şeytanları, pis ortamlar, avcılar, fırsatçılar ve Sapıklar vardı. Var oğlu vardı. Zaaf anları kırılma noktasıydı. “ilk fırsatta nakış veya dokumadan bir bayan mı ayarlayacağım aslında havya daha zengin” diye düşündü. “tövbe estağfurullah” diye inildedi.
Pekiyi, burada çalışan bir evli bir hanım bir hataya düşse idi; bir kaçamak bakış, iş harici sakıncalı muhabbetler, sinsi çağrı ve mesajlar gibi. Haber alan eşi nasıl davranırdı? Ya daha fazlası gelirse bir erkeğin başına? Morardı birden. Kendince yolu tekti, ıstıraba ıstırap. Silahtan kızgın yağa kadar her türlü ıstırap mubahtı.
Kendisini iş kadar yoran saçma düşüncelere son verip çayının son yudumunu çekti. Ayağa kalktı ve yemekhaneden çıktı. Basamakları inip sola döndüğünde üç bayanla karşılaştı. Bunlar nakıştandı. Ortadaki bayan
-nasılsın aşkım. Dedi. Birol utanmıştı. İyiyim anlamında başını salladı.
- görüşürüz.
- görüşürüz.
Hastaydı bu kadına. Onu görünce gönlü aydınlanıyordu. Eşi Suzan idi bu kadın. Fabrikaya, eşine yakın olabilmek, onun ortamını görmek, bir yerlerden kahpe bir fiske değer mi? Diye kolaçan etmek için girmişti. Makinesinin başındaydı. Bir amele kadar mutluydu. Hüseyin Hatemi’nin şiirini mırıldanıyordu korkunç gürültünün içinde.
Uzaklığın acıya yeterli
Yakınlığın teselliye yetersiz
Acı, ortada ve keskin gerçek
YORUMLAR
Sevgili dostum "Freud", pardon Enginciğim
(Freud'da nerden çıktı durp duruken, hay Allah)
Her ne kadar yorumcu dostlar "tarz değiştirmişsin" desede, ben hala "serbest stil" yüzdüğünde ısrarcıyım, itiraf ta edeyim sevmiyor da değilim hani yazılarının bu yönünü. Bu sefer ki biraz daha sahilden uzaklarda, açıkta, daha derinlerde. Sen Karadeniz "uşaği"sun bu sularda da boğulmazsın kolay, kolay...kolay gele
Başarılar, tebrikler, selamlar
oldukça güzel bir anlatım ve süpriz bir finali olan sağlam bir kurguydu..
ama sizden minik bir ricam olacak..paragraf aralarına birer satır boşluk bırakırsanız daha dingin bir okuma gerçekleşeceğini düşünüyorum..hem estetik açıdan da daha hoş bir görüntü olacaktır..
akıcı üslubunuzun yanı sıra merak uyandıran bir yanı da var anlatımınızın..
tebriklerim çok bu güzel öyküye..
angie tarafından 12/10/2009 4:15:30 PM zamanında düzenlenmiştir.
"Gerçeğin hayalden en bariz farkı
Uzağa atarsın, yakına düşer…
Öyle günler, öyle simalar var ki
Unutmak istersin, aklına düşer."
Abdurrahim Karakoç'un dizeleri ile başlayan yazınızı, keyifle okudum. Kalabalıkların olduğu yerlerde şeytan da çok olur. Uymamamız dileğimle. Sevgiler
Ankara; rüyalarımın şehri. Çok özlemişim. Eskiden insanlar dimdik yürürdü sokaklarında ve gururlu.
Şimdi ise yüzler bir karış asık; kamburu çıkmış ve yaşadığına pişman bir görüntüdeler. (Niye aceba?) (Bu cevabını duymak istemediğim bir soru boş ver...)
Hikayemle ne alaka dediniz değil mi? araya sıkıştırayım dedim. Tarz değiştirmeye mi başladı değerli yazarımız?
Ama bu tarzınız daha güzel, bence böyle devam edin siz.
Saygılarımla...