Eli Öpülesi Öğretmen
Öğretmen, gönül adamıdır. Eğitim, gönül işidir. Sabır ister. Bir insanlık numunesi olan öğretmen, mütebessim çehresiyle öğrencilerinin karşısına çıkmalı, her sabah yeniden doğan güneş gibi girdiği sınıfı aydınlatmalıdır. Öğrencilerine, bilgilerini sevgiyle yoğurarak sunabilmelidir.
Onun çabalarının maddi hiçbir karşılığı yoktur. Hayata hazırladığı öğrencilerini gelecekte başarılı konumlarda görmek onun için en büyük mutluluktur. Öğretmen, idealist olmalıdır. Hizmet aşkıyla dolu olmalıdır. Zorluklar karşısında yılmamalıdır.
Öğrencilerinin beyinlerinden önce gönüllerine hitap etmeli, onların gönül dünyalarını güzelleştirmeyi öncelikli amaç edinmelidir. Öğrencilerinin gönüllerini fethedemeyen öğretmenin başarılı olamayacağını, gönüllere girilmeden beyinlere girilemeyeceğini bilmelidir. Sevgi timsali olan öğretmen, öğrencilerini, şefkat ve merhamet kanatlarının altında geleceğe hazırlamalı; çevresini aydınlatmak için mum gibi erimelidir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra ülkemizde eğitim öğretim seferberliği başlatıldı. 1 Kasım 1928’de “Harf İnkılabı Kanunu” yürürlüğe girdi, 24 Kasım’da Atatürk’e millet mektepleri başöğretmenliği unvanı verildi. Atatürk, Anadolu’da eğitim öğretim seferberliği başlattı. Özellikle yeni harfleri öğretmek için kara tahtanın başına bizzat geçti. Azimli, çalışkan, fedakâr, her şeyden önce “idealist” öğretmenlere çok ihtiyaç vardı. O yıllarda İzmir’de Kadınlar Hapishanesi’ndeki mahkûmlara okuma yazma öğretmek için bir öğretmen aranıyordu. Cezaevi okul; mahkûmlar öğrenci olunca buna kimse cesaret edemiyordu. Okulunu yeni bitirmiş, henüz çocuk denebilecek yaştaki Avar, Millî Eğitim Müdürlüğüne müracaat ederek görev almak istediğini beyan etmişti. Millî Eğitim Müdürü, cezaevindeki bayanları gözünün önüne getirmiş; yeni mezun, ufak tefek yapılı bu genç kızın bu işi yapabileceğine pek ihtimal verememişti. Başka bir alternatifi olmadığı için bu genç bayanın başvurusunu kabul etti. Avar öğretmen, akşamları cezaevine gidiyor, her biri suç makinesi hâline gelmiş olan bayan mahkûmlara ders veriyordu. Mahkûmlar, çok etkilendikleri ve gönüllerinde yer eden bu öğretmeni, her dersin sonunda alkışlarla uğurluyorlardı. Avar öğretmen, büyük bir şevk ve heyecanla görevini sürdürüyordu. Bir gün sürpriz bir gelişme oldu. Avar öğretmenin “misyonerlik” çalışmalarından dolayı oldukça kabarık bir dosya ile yargılanmakta olduğu haberi duyuldu. Haber, herkesi şok etmişti. Bu ilginç gelişmeden haberdar edilen Cumhurbaşkanı Atatürk, Avar’la bizzat görüşmek istedi. Avar, Ankara’ya, Çankaya Köşkü’ne götürüldü. Ufak tefek yapılı bu genç öğretmen, çok heyecanlıydı. Atatürk, “Misyoner öğretmen sen misin?” dedi. Bu beklemediği soru karşısında oldukça şaşıran Avar yavaşça, titrek bir sesle, fısıltıyla “Efendim, ben öğretmen Avar.” diyebilmişti. Atatürk, “Kızım, bana senin gibi misyoner de olsa idealist öğretmenler lazım. Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan, orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini bulacaksın.” dedi. Suçlanacağını ve cezalandırılacağını zanneden genç öğretmen, bilakis taltif edilince içi içine sığmaz bir hâlde, sevinç ve heyecanla Atatürk’ün yanından ayrıldı.
Genç öğretmen Doğu’ya gidecekti. Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç Türkçe bilmeyenleri toplayacaktı. Onları yetiştirecekti. Sonra bu çocukları birer ışık demeti hâlinde köylerine geri gönderecekti. Avar öğretmen, Doğu Anadolu’ya gitti. At sırtında, yol vermez, geçit vermez dağlara tırmandı. Dağ köylerinden, çoğu esmer olan köy kızlarını topladı. Onları bir anne şefkatiyle kendi ceketine sarıp okuluna götürdü. Fedakâr çalışmalarıyla kısa sürede halkın takdirini kazandı. Gönülleri fetheden bu masal kadını, öğrenci toplamak için köylere gittiğinde köylüler “Kızımı da götür, Avar!” diye atının önüne geçiyorlar, âdeta yalvarıyorlardı: “Kızımı da götür, Avar... Kızımı da götür, Avar...”
O bir misyoner olabilirdi ama öğretmenlik görevini yürütürken maaş, ücret, makam, mevki gibi maddi hiçbir endişesi yoktu. Karda, kışta, at üstünde köyleri dolaşan, halkıyla bütünleşen, kendisini çocukların eğitimine adayan bu genç öğretmenin, bu genç bayanın fedakârlığı, aslında bütün öğretmenlerimize bir örnek teşkil etmelidir.
Bu fedakârlığın Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan insanlarımızın eğitimiyle ilgili boyutu da vardı. O yıllarda başlatılan eğitim seferberliği devam ettirilebilseydi şimdi gündemimizden düşmeyen birçok problemi yaşamayacaktık. Yıllardır yeni mezun öğretmenler, doktorlar vd. “şark hizmeti” adı altında Doğu veya Güneydoğu’ya gönderildi. Zor şartlara adapte olamayan, işin maddi boyutunu çok önemseyen, idealizmden yoksun birçok gencimiz ya görevini layıkıyla sürdüremedi ya da bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. 80’lerden sonra terör olaylarıyla da sarsılan bölge insanımız tecrübeli bir öğretmen, tecrübeli bir doktor veya memur göremedi. Artık zararın neresinden dönülürse kârdır. Son yıllarda, bölge ekonomisinin canlandırılması amacıyla başlatılan yatırım seferberliği, eğitim seferberliğinin, terörün bitirilmesine yönelik çalışmaların bölgenin makus talihini değiştireceğine, “Doğu-Batı kucaklaşması” projesinin kısa zamanda meyvelerini vereceğine inanıyoruz.
Törelerimize göre üç kişinin eli öpülür: Anne, baba ve öğretmen. Avar gibi idealist, çalışkan, azimli, sevgi timsali, gönül eri, hizmet aşkıyla dolu, fedakâr, mesleğinin kutsal bir meslek olduğuna inanan, eli öpülesi öğretmenlerimize çok ihtiyacımız var.