- 2169 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
KÖYÜN MEZAR KAZICISI
KÖYÜN MEZAR KAZICISI
Yemyeşil otlar çayırlarda kuzeyden esen rüzgârlarla uçsuz bucaksız mor dağlara doğru alabildiğine dalgalanıyordu. Yeşermekte olan kavak ağaçlarının yakınındaki dereden, kulakları tırmalarcasına yağmuru özleyen kurbağaların sesleri yükseliyordu. Engin dağlara özenen köstebekler nispet yaparcasına toprak yığarak küçük sıradağlar oluşturmuşlardı. Masmavi gökyüzünde beyaz bulutlar yorgancı dükkânında hallaç yayından çıkma pamuklar gibi rüzgârın önünde güneye doğru savruluyordu.
İdris, dere boyunca sazlıkların arasındaki yusufçukları kovalayarak, koyunlarının peşinden kırlara doğru gidiyordu. Sarı saçları rüzgârda dalgalanıyor, masmavi gözleri gökyüzünün rengiyle demleniyordu. Elindeki kızılcık sopasıyla yol kıyısındaki gengel dikenlerinin kafalarına vuruyor ve onları gövdelerinden ayırıyordu. Gengel dikenlerinin mor dikenli kafalarının etrafa saçılmaları hoşuna gidiyordu. İdris, uzun bir süredir telaşlı ve yaramaz bir köstebeğin peşindeydi ve onu toprakla uğraşırken yakalamak istiyordu. Elindeki sopayla yığılan toprakları yıkarak, onu ipucu verdiği yerden yakalamak istiyordu. Aylardır bu köstebeğin peşindeydi. Babası Habil’in patates tarlalarını korumak için köstebeklere tuzaklar kurduğunu çok görmüştü.
Taşlıkların arasındaki çiçekler kadar, yerdeki yiyecek taşıyan karıncalar da İdris’in ilgisini çekmişti. Koyunlarını yeşeren çayırlarda otlatmayı sürdürürken, uzun bir süre yerdeki karıncaları izledi. Karıncalar çimenler arasında oluşturdukları yollarda konvoylar halinde yuvalarına yiyecek taşıyorlardı. Ters yöne giden bir karıncanın taşıdığı ölü karıncaya aklı takılmıştı. “Karıncalar ölülerini ne yapıyorlar?”diye düşündü. Birden babasının sesiyle irkildi.
—İdris koyunlar nerde?
- …
İdris çevresine bakındı. Koyunlarını uçsuz bucaksız çayırlarda göremedi. Bayırlara doğru babasının peşinden koştu. Her zaman böyle olurdu, İdris mutlaka oyalanacak bir şeyler bulur ve her seferinde babasından azar işitirdi. Yaşlı babası onun bu durumuna alışmıştı artık.
Babası belki de köyde en fazla yaya yürüyen kimseydi. Sabah erkenden kalkar, sabah namazı için camiye gider, dönüşte üzerini değiştirerek sayalarının yolunu tutar, koyunları yemler ve sağardı. Koyun ve keçilerden sağılan sütleri köyde isteyen biri olursa ona satar, yoksa da peynir yapardı. Yaşlı babanın sadece koyunlar değildi uğraşı; patates tarlalarını eker, üzüm bağlarını kazar, köyde cenaze olursa mezar kazardı. Babasının kulağının her zaman minarede olduğunu bilirdi. Ölen birini ardından minareden önce sala verilir, ismi anons edilir, ardından da İdris’in babasını arayıp bulurlardı. Çünkü babası köyün mezar kazıcısıydı.
Akşam erken düşerdi babasının gözlerine, bazen camide uyuklardı. Koyun güderken de uyuyakaldığı olurdu. Geçen gün mezarlığa gittiğinde onu mezar taşına dayanmış uyurken bulmuştu. Yaz sıcaklarının kavurduğu bozkırda öğle uykusuna yatardı babası. Oğlunu da yatırırdı çoğu zaman. Uykudan önce mutlaka radyoyu açar ve hafif bir müziğin eşliğinde uykuya dalardı. İdris, öğle vakti uyumak istemezdi. Babasının odasından hafifçe sıyrılır verandaya çıkar ve dut ağaçlarının üzerindeki leylekleri seyrederdi.
Evleri köyün hemen kıyısındaydı. Köyleriyle sayaları arasındaki mesafe fazla uzak sayılmazdı. Babası gün içersinde evleriyle sayaları arasında mekik dokurdu. Sayalarının kenarında da küçük kulübeleri vardı ve çoğu zaman geceleri orda kalırlardı. Yaşlı baba yolda yürürken zayıf bedeni öne eğik, sendeleyerek yürürdü ancak her zaman hacıyatmaz gibi dengede kalmayı başarırdı. Babası yine önünde yol tutmuştu. Görenler sert bir şimal rüzgârı esse uçacak sanırdı. Babası bozkırda yeşeren otların arasında koşarcasına hızlı adımlarla yürürken, İdris de peşinden takip ediyordu. Koyunlar her zaman birkaç bayır ötede bulunurdu. Öğle sıcağı bastırmışsa onları ahlât ağaçlarının altında birbirlerine sokulmuş şekilde bulurlardı. Bu kez dere kenarında bulmuşlardı onları. Çok susamış görünüyorlardı. Beyaz bir kutup ayısını andıran köpekleri Topak da başlarından ayrılmazdı hiç.
Bahçelerindeki kiraz ağaçları olgunlaşmaya başlamıştı. Dut ağacındaki anne leylek ilk yumurtasını yapmıştı. Bugün koyunların kırkılma günüydü. Guguş erken uyanmıştı. Güneşi sayalarına doğru yürürken uyandırmışlardı. Guguş’un elinde büyük bir makas vardı. Baharla beraber yağan yağmurlarla gengel dikenleri coşmuş, yüksek boylarıyla yolun kenarında çit oluşturmaya başlamıştı. Guguş, ateş rengi toprak yolda önden yürürken çalılıkların arasından fırlayan kül rengi tilki, İdris’in uykusunu açmıştı.
—İdris, tilkiyi gördün mü?
—Evet, baba, çalılıkların arasında bizden kaçmaya çalışıyor.
—Önünden tilki geçerse uğur getirir, derler. Sanırım günümüz çok bereketli geçecek.
-…
Sayalarına geldiklerinde güneş bir karış yükselmişti. Önce koyunlara yem verilmiş ve ardından kuzular doyurulmuştu. Baharla birlikte koyunlar kuzulamış, kuzular kotralara kapatılmıştı. Guguş, ona sayanın ağıllarında beklemesini söylemişti. Koyunlar tek tek kotraya alınıyor ve orada yünleri kırkılıyordu. İdris yeni kırkılan koyunları fazla cılız ve komik bulurdu. Öğleye doğru kırkılacak birkaç koyun kalmıştı ki; Guguş, minareden duyulan sesle irkildi. Rüzgâr karışık estiği için sesi iyi duyamadı. Kulak kabarttı. Önce öğle ezanının okunduğunu sanmıştı ama sonra bunun sala olduğunu anlamıştı. Acele bir şekilde toparlandı. Kırkılan yünleri geniş keten bir çuvala doldurdu. Köylüleri onu aramaya gelmeden bir an önce köye dönmeliydi. Giderken İdris’i sıkı sıkı tembihlemişti:
—Kotradaki geçen ay kuzulayan hasta koyun ölecek gibi olursa bana haber ver olur mu?
İdris başıyla evet anlamında onaylamıştı. Koyunlar bugün çayırlara salınmamıştı. İdris kırlara doğru koştu. Önce dereden su içti, sonra taşların üzerinden atlayarak derenin karşısına geçti. Taşlıkların arasındaki çimenliklerde güneşin ilk ışıklarıyla mantarlar boy atardı. İdris mantarları tek tek toplar ve torbasına doldururdu. İdris daha birkaç mantar toplamıştı ki; otların arasındaki laleleri fark etti. Büyük bir sevinçle çığlık attı. Kırmızı laleler açmıştı. Laleler diğer çiçekler gibi genellikle bir arada bulunmazlardı. İdris lalelerin peşinden uzaklara doğru sürüklendi. Az sonra ayağı taşa takılarak yere yuvarlandı. Başını kaldırdığında gökyüzündeki beyaz bulutları fark etti. Onları şekillendirirken hayallere daldı. Onları önlerinden geçen kül rengi tilkiye, geçen kış babasının yaptığı kardan adama ve kümeslerine dadanan sinsi bir sansara benzetti. Dağların ardında kabaran kara bulutları da babasının öğle uykusuna yatması için onu korkuttuğu Hasanabdallara,Tarangogulara ve Andıklara benzetti.Korkuyla ayağa fırladı.Hızla koşmaya başladı.Elindeki laleleri sımsıkı avuçlamasına rağmen,torbasından düşen mantarları geri dönüp almadı.Rüzgarda salınan otların arasından koştu.Sayalarına geldiğinde soluk soluğa kalmıştı.Ahlat ağacına astıkları torbaya saksağanlar üşüşmüşler, peynirleri yemeye çalışıyorlardı.Önce saksağanları kovaladı.Sonra da kotradaki hasta koyuna bakmaya gitti.Onu yerde debelenirken buldu.
Peşinden atlılar kovalıyor gibi köydeki dar sokaklardan geçerek mezarlığa geldi. Mezarların arasında babasını aradı. Mezarlığa geldiğinde guguk kuşları ötüyordu. Guguk kuşları gibi, babası da ona mezarlığı anımsatıyordu. Bu yüzden ona Guguş adını vermişti. Köyde ne zaman bir cenaze olsa biliyordu ki, babası guguk kuşlarının öttüğü meşe ağaçlarının olduğu mezarlıktaydı. Az sonra onu elindeki kazmayla, meşe ağaçlarının arasında mezar kazarken bulmuştu. Soluk soluğa anlattı.
—Guguş hasta koyun ölmek üzere.
—Ölüyor mu? Hemen gidip onu keselim.
İdris’in içi tuhaf olmaya başlamıştı. Çok uzun süredir koştuğu için de midesi bulanmıştı. Kusarken babasının mezarlık kapısından çıktığını görmüştü. Guguş, ne zaman bir koyunu kesecek olsa midesi bulanır ve kesilirken bakamazdı. İdris, elindeki laleleri o kadar sıkı avuçlamıştı ki ellerinin terlediğini hissetti. Laleleri yeni kazılan mezarın içine attı. Babasını beklemeye başladı. Köpeği Topak da yanına yattı. Uzun bir süre guguk kuşlarını dinledi. Hafiften esen lodos uykusunu getirmeye başlamıştı. Başını meşe ağaçlarına doğru kaldırdığında ağaçların üzerindeki kuş yuvaları gözüne ilişmişti. Birdenbire aklına mezar tahtaları gelmişti. Babası onu uyarmadan önce köye dönmeliydi.
Kambur Tahsin’in atölyesine geldiğinde içerideki makine yağı ve lehim kokusunu koklamamak için uzun bir süre nefesini tuttu. Kambur Tahsin, köyün mucidi de sayılırdı. Radyo tamirinden tutun da, maşınga tamirine, balta saplarından ibrik lehimlerine kadar elinden her şey gelirdi. Kambur Tahsin durumu anlamıştı. Tezgâhında önce meşe ağaçlarını kerestelere ayırarak, şekillendirmiş, sonra da düzgün tahtaları İdris’in kucağına koymuştu.
Mezarlığa geldiğinde imam cenaze namazını kıldırıyordu. Babasını birkaç sıra arkada bulmuştu. Köylüler tabutu kazılan mezara doğru götürürken Guguş’un elinden tutmuştu. Yüzüne baktığında anlamıştı. Babası üzgündü. Hasta koyun ölmüştü. Yaşlı baba oğlunun yanağından süzülen iki sıra yaşı silerken:
—Üzülme, senin suçun yok.
İdris meşe ağacına dayanmış izliyordu. Önce üç kişi mezara inmiş, sonra tabutun kapağı açılmış ve beyaz bir kefenin içindeki ölü başından, gövdesinden ve ayaklarından tutularak mezara konmuştu. Kambur Tahsin’in atölyesinden getirdiği tahtalar sıra ile yatay bir şekilde üzerine sıralanmıştı. İdris tam dokuz tahta saymıştı. Tahtaların aralarına meşe ağaçlarından kırılan dallar konmuştu. Ölü mezara konar konmaz hızlı bir biçimde toprağa gömülmüştü. Başında köy imamı dualar okumuştu. Ölü mezara bırakıldıktan sonra herkes mezarlıktan ayrılmıştı. Eve dönerken babasına sormuştu.
—Guguş, neden ölüyü çok hızlı gömüyorlar?
—Şeytan girmesin, diye oğlum.
Şeytan nasıl girerdi ki mezara?
Kambur Tahsin’in atölyesinden getirdiği tahtalar ölünün üzerini sımsıkı kapatmış ve aralık kalan yerlere meşe dalları konmuştu.
—Ama Guguş, tahtalar çok sıkı kondu. Oraya şeytan giremez ki.
—Şeytan her yere girer oğlum. Hatta içimize bile.
—İçimize bile mi? Ama nasıl baba? Benim içim de şeytan yok ki.
—Herkesin içinde olmaz tabii ki oğlum. Ama senin bunu şimdi anlaman mümkün değil. Büyüdüğünde anlarsın.
O akşam şeytan girecek diye odalarının kapısını kapatmıştı. Yatağında uyuyamamış, uzun bir süre sağa sola dönmüştü. Gece yarısında evlerini çatısında öten sefil bir baykuşun sesiyle irkilmiş, yatağından sıyrılarak Guguş’un yanına yatarak elini tutmuştu.
Temmuz ayı geldiğinde dut ağacındaki leylek yavruları uçmaya başlamıştı. Yuvalarında sabahtan akşama kadar çıkardıkları sesler İdris’in kafasını şişiriyordu. Guguş öğle uykusundayken, uzun bir süre bu sesi dinliyordu. Dışarı çıkacak olursa biliyordu, Hasanabdalların,Tarangoguların,Andıkların ardından bir de şeytan bekliyordu onu.İçine şeytanın girmemesi için ağzını sımsıkı kapatıyordu.Ya Guguş,ağzı açık uyurken içine kim bilir kaç tane şeytan girmiştir,diye düşünüyordu.
—İdris, sen hala uyumadın mı?
—Hayır, Guguş uykum yok.
—Öğle uykusu bedeni dinlendirir unutma.
—Ama uyurken ağzın hep açık kalıyor.
—Ne var bunda İdris?
—Guguş içine şeytan girecek, diye çok korkuyorum.
Guguş gülmeye başlamıştı.
—Korkma şeytan çocukların içine giremez. Haydi, şimdi gidip koyunları salalım. Sayada uzun süre kaldıkları için huysuzlanmaya başlamışlardır.
Ay yükselmeye başlamıştı. Bu akşam gökyüzünde yıldızlar o kadar çoktu ki, tek tek sayabilirdi. Yere o kadar yaklaşmışlardı ki, dağların üzerinden onları yakalayabilirdi. Yıldızlar gökyüzünü kandil gibi süslemişlerdi. Samanyolu kuzeyden güneye doğru koyun sürüsü gibi alabildiğine uzanıyordu. Koyunlar yıldızların altında otluyorlardı. Guguş elindeki radyoyu ayarlamaya çalışırken, İdris uzun bir süre kayan yıldızları seyretti.
—Guguş, gökyüzünde ne kadar çok yıldız var. Biz de yıldızlara gidemez miyiz baba?
—Bak İdris. Biz şu an yıldızlara gidemeyiz belki ama öldükten sonra herkes oraya gidecek.
—Peki, annem şimdi orda mı baba?
—Evet, oradan bize bakıyor olmalı.
—Guguş, ay hiç yorulmaz mı?
—Neden yorulsun ki?
—Baksana, durmadan dağların üzerinde yükseliyor ve her gece gökyüzünü aydınlatıp, dağları gözlerimizin önüne seriyor.
—Hayır, hiç yorulmaz oğlum.
—Guguş, şurda bir yıldız kaydı gördün mü?
—Yıldız kaydığında bir insan daha öldü derler.
—Bir insan daha mı öldü baba? Yoksa yarın yine mezar mı kazacaksın?
—Hayır oğlum. Dünya çok büyük,bir tek ben mezar kazıcısı değilim ki.
—Başka mezar kazıcıları daha mı var baba? Ama köyün bütün mezarlarını niye hep sen kazıyorsun?
—Çünkü ben köyün mezar kazıcısıyım oğlum.
—Guguş, bir gün seni koyunların peşinde giderken dağlarda kaybedersem nerede bulacağım?
—Oh küçük solucan, daha yedi yaşındasın ve düşündüğün şeylere bak. Eğer beni bozkırın ortasında kaybedersen guguk kuşlarını öttüğü yere git. Orda beni hep mezar kazarken bulabilirsin. Ben her zaman orda olacağım.
İdris çayırlardan topladığı olgunlaşan hindiba çiçeklerinin tozlarını üfleyerek gökyüzüne doğru uçuruyordu. Hindiba çiçeği tozları uçaktan atılan paraşütler gibi savrularak yere iniyordu. Guguş, koyunları toparlamaya çalışırken dereye doğru koştu. Elini yüzünü yıkadı. Deredeki kurbağa yavrularının üzerine küçük taşlar atarak onların dereye zıplamalarını seyretti.
Kış sert geçmişti. Haftalardır yağan karlar uçsuz bucaksız bozkırları, dağları kaplamış, ağaçları gelin gibi süslemişti. Evlerinin çatılarını doldurmuş, sayalarının sazdan yapılma çatısını çökertmişti. Guguş, gün boyunca yağan kara rağmen sayanın çatısını onarmaya çalışmıştı. İdris, sırtında gocuğu, başında yün şapkasıyla, ona saz taşımakta yardım etmişti. Babası sayalarını onarırken üzerlerinden kara bir duman gibi sığırcık sürüsü geçmişti. Öğleye doğru dereye indiğinde, derenin buz tuttuğunu fark etmişti. Buzların üzerinde kayarken ayaklarının ıslandığını anlamamıştı. Kındıraların arasında iki yelve kuşu uzun gagalarıyla karları eşiyorlardı. İkindiye doğru minareden sala veriliyordu.
Guguş, eve döndüğünde bitkin görünüyordu. Ahırlarındaki sert kışı zor geçiren cılız beygirleri gibi zayıflamıştı. Guguş, gece boyunca da öksürmüştü. Sabaha karşı rüzgâr kesilmiş, kar dinmişti. Uyandığında Guguş ocaklarındaki odunları tutuşturmaya çalışıyordu. İdris’in ayakları üşüyordu bugün. Giderek titriyor, ısınamıyor, dişleri birbirine vuruyordu. Karın ağrısıyla birlikte midesi de bulanıyordu. Az sonra Guguş elinde bir bardak keçi sütüyle yanına gelmişti.
—İdris daha kalkmayacak mısın?
—Guguş hastalanıyorum galiba.
—Hastalanıyor musun? Dün derenin kenarında çok fazla oynadın sanırım.
—Guguş karnım da ağrımaya başladı.
—Dur bakayım ateşin de var galiba senin. Bir bardak keçi sütü içmelisin, mideni yatıştırır.
—Canım istemiyor Guguş, kusacağım galiba.
O gün akşama kadar ateşi yükselmişti. Bahçeleri karla kaplı olmasına rağmen, bedeni bozkır güneşinin altındaymış gibi yanıyordu. Önce susadığını hissetti. Sonra da canı soğuk bir karpuz çekmişti. Guguş’a seslendi.
—Guguş şimdi soğuk bir karpuz olsa ne güzel olurdu.
—Soğuk bir karpuz mu? Kış mevsiminde karpuzu nerden bulacağız? Hem bu, seni daha çok hasta yapmaz mı?
İdris, ateşler içinde sayıklayarak uyumuştu. Gece boyunca babası alnına ıslak bez koymuştu. Gece uyandığında ateşi biraz azalmış gibiydi. Pencerenin önündeki masada kesilmiş karpuz dilimleri duruyordu. Önce odasında göz gezdirdi. Guguş, başucundaki iskemlede uyuyakalmıştı. Elinde su dolu tas vardı ve ağzı yine açık kalmıştı. Az sonra kendi öksürük sesiyle sıçramış ve uyanmıştı.
Guguş, İdris’in gözlerinin açık olduğunu gördü. İskemleden doğrularak, elini alnına götürdü. Ateşi düşmüştü.
—Baba üç tane karpuzu nereden buldun?
Sen uyurken köyü dolandım. Köyde herkese sordum. Kilimcigillerin Yusuf’un samanlığında varmış. Çürümeye başlamışlardı. İçlerinden sağlam olanlarını seçtim.
—Seni çok seviyorum Guguş.
—Ben de oğlum.
Nisan yağmurları bozkırları, uçsuz bayırları yeniden yeşertmişti. Dağlarda kardelenlerin ardından, nergisler ve laleler boy vermişti. Sert kışı geçiremeyen koyunlar bahara ulaşamamışlardı. Bahar aylarıyla birlikte köyde salgınlar daha da artmış ve bunu ard arda ölümler izlemişti. Guguş eve daha yorgun gelmeye başlamıştı. İdris Kambur Tahsin’in atölyesine daha sık gider olmuştu. Bahçelerindeki leylek yuvasına sahipleri geri dönmüştü. Kiraz ağaçları çiçeklenmiş, ardından meyveye durmuştu.
Bu yaz oldukça kurak geçmiş, bozkırdaki otlar daha temmuz ortalarında sararmış ve tükenmişti. Guguş her seferinde koyunları daha uzak bayırlara götürmek zorunda kalıyordu. Sayalarının yakınındaki dere ilk defa kurumuştu. Zavallı kurbağalar önce su birikintilerinde yaşamışlar, çok geçmeden birikintiler de kurumuştu. Guguş koyunları nehire götürmek zorunda kalıyordu. Sayalarının önündeki su kuyusunun kelebesini her çevirişinde, kovanın kuyunun kenarındaki taşlara çarparken çıkardığı sesi duyuyordu.
Hazan mevsimi bozkırı altın sarısına, dere kıyısındaki kavaklıkları somon sarısına, üzüm bağlarındaki kiraz ağaçlarını kırmızıya boyamıştı. Kırlangıçlar kızıl renkli bulutların peşinden güneye doğru göç etmişlerdi. Güz yağmurları, yaz boyunca kuruyan, çatlayan toprakları kabartmaya başlamış, dere taşmıştı. Guguş, bu sabah erkenden bozkıra koyunları götürmüş ama öğle olmasına rağmen hala dönmemişti. İdris bozkıra doğru koşarken, lastik pabuçlarının altında kızıl çamurlar giderek büyüyor, koşmasına engel oluyordu. O gün bütün bozkırda Guguş’u aramış ama bulamamıştı.
Evlerine döndüğünde bahçelerinde büyük bir kalabalığın toplandığını görmüştü. Evlerinin kenarındaki barakanın önüne çarşaflar gerilmiş, içeriye kimsenin girmesine izin verilmiyordu. Dut ağaçlarının üstündeki yuvadaki leylekler, sonbahar güneşine kanatlarını açmışlardı. Ağacın gölgesinde köy imamı, beyaz çarşafları elindeki makasla kesiyordu. Yanındakilerle konuşmalarını dinledi.
—İdris Peygamber terzilerin piridir. Biz imamlar da İdris Peygamber’in vekili sayılırız. Son yolculuğa bu kefenlerle uğurlarız.
Adının bir peygamber ismi olduğunu öğrenmişti. Guguş, ona çok anlamlı bir isim vermişti. Evlerinde bu kadar çok misafir bulunmasına rağmen koyunlar çok mu uzağa gitmişti ki, Guguş hala dönmemişti?Birdenbire barakalarındaki çarşafların arasından, iki iskemlenin üzerinde duran yeşil tabut gözüne ilişmişti. Yeşil tabut bugün onların evlerine gelmişti. Amcasının onu çağırdığını işitti. Köylüler tabutun başına toplanmışlardı.
—İdris, gel sen de bak.
İdris tabutun yanına sokuldu. Guguş tabutun içindeydi ve uyuyordu. Guguş yine öğle uykusunda olmalıydı. Başını çevirdiğinde yuvadaki leylekler uçmuştu. Evlerinden mezarlığa gidene kadar tabut eller üzerinde taşınmıştı. Mezarlığın kapısından girdiklerinde guguk kuşları ötüyordu. Meşe ağaçlarının arasında toprak yığını oluşturulmuştu. Guguş yine bir mezar kazmış olmalıydı. Mezarlığın içinde Guguş’u aradı, meşe ağaçlarının arasında göremedi. İnsanların arasında da değildi. Çok geçmeden tabutta uyuduğu hatırına geldi. Guguş öğle uykusundan uyanmalıydı artık.
Meşe ağacına yaslanmış seyrediyordu. Amcası, dayısı ve komşuları mezara inmişti. Tabutun kapağı açılmış, beyazlar içindeki paket kucaklanmıştı. Bugün Kambur Tahsin’in atölyesinden tahta almaya da gitmemişti. Guguş yine kızacaktı ona, sorumluluklarını yerine getirmemişti. Az sonra dokuz tane tahta yan yana dizilmiş, aralarına otlar sıkıştırılmıştı. Köylüler ellerindeki kürek ve kazmalarla toprakları hızla mezara atmaya başlamışlardı. İdris mezara şeytan girecek diye, yerdeki otlara sımsıkı tutundu. Başını kaldırdığında meşe ağaçları arasındaki yuvadan yavru bir kuşun mezara düştüğünü gördü. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Kendini o kadar sıkmıştı ki avuçları terlemiş ve kopan otlar elinde kalmıştı. Mezara yavru bir kuşun düştüğünü ondan başka kimse fark etmemişti.
Köylüler gittikten sonra köy imamı yine mezarın başında kalmıştı. Ölünün telkinini verdiği söylenirdi. İdris, mezardaki kuşu düşünürken amcasının elinden tuttuğunu gördü. Dayısı başını okşuyordu. İdris’in aklı hala yavru kuştaydı. Mezarlık kapısından çıktıklarında hava bulutlanmaya başlamıştı. Gökyüzündeki leylekler yükseklerde halkalar oluştururken, bulutlar esnemeye başlamıştı.
O gün koyunları aramaya amcası gitmişti. İdris, evlerinin verandasında uzun bir süre Guguş’u beklemiş ama hala dönmemişti. Meraklanmaya başlamıştı. Guguş daha önce hiç bu kadar geç kalmamıştı. Bahçelerinde hırçın esen rüzgârın önündeki dut yaprakları ses çıkararak dökülürken, yuvadaki leylekler de gökyüzündeki gruba katılmıştı.
Guguş’u aramaya çıkmıştı. Önce dere kenarına gitti. Taşan derenin kıyısındaki kurbağalar, çıkardıkları seslerle yağmur sevincini yaşıyorlardı. Derenin hemen yakınındaki sarı, somon ve kırmızıya çalan kavak ağaçlarının arasında aradı. Üzüm bağlarına doğru koştu. Yol üzerindeki kırmızı renkli alıçların dikenleri kollarını ve bacaklarını çizdi. Altın sarısı ve mor renkli üzümler arasında aradı. Üzümler de bağbozumu için Guguş’u bekliyordu. Bağlardan bozkıra doğru koştu. Daha önce koyunları buldukları en uzak dağlara, nehire kadar koştu ama Guguş hiçbir yerde yoktu. Güneş alçalmaya başlamıştı. Bulutlar kızıllarını giymişti. Dağlar, nehir ve bozkır ıssızlığa bürünmeye başlamıştı. İdris’in aklına guguk kuşlarının öttüğü yer geldi. Köye dönerken amcasını, koyunları sayaya kaparken gördü. Çalılıkların arasından fırlayan küçük bir tavşanın korku dolu yüreğini bile fark etmedi. Gece siyah bir atlas gibi dağları, dereleri, bozkırı, guguk kuşlarının öttüğü yeri kaplamadan onu bulmalıydı. Mezarlığın bozkıra bakan taş duvarının üzerinden atladı. Mezarlıktaki ağaçlara bakır ve yakudi renkler çökmeye başlamıştı. Kısa bir süre sessizliği dinledi. Meşe ağaçlarının arasında guguk kuşları ötüyordu. Biliyordu ki, Guguş ordaydı.
SON