- 561 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hiç Operaya Gitmedim
Hiç operaya gitmedim.
Çünkü içselleştiremedim.
Çünkü kültürel aidiyetim yok.
O kültürü besleyen tarihsel köklerle örtüşen ortak noktalarım yok.
Dünyaya gözlerimi açtığımda kulağıma okunan ezan seslerine karışmıştı çığlıklarım. Ninnilerle dindirildi ağrılarım.
Ablamın kına gecesinde yüksek, yüksek tepelere evler kuruldu. Bu türküyle ağladı anam.
Refika-ı hayatım, can yoldaşım; Cezayir’den ayrılan askerlerimize yakılan ağıtlarla uğurlandı baba evinden. Bu türkü yüreğini burktu kayınpederimin.
Bu nedenle anlamam aryadan.
Dede Efendi’ye, Itri’ye ne denli saygı duyuyorsam Beethoven’e da Chaykovski’ye de aynısını duyarım. Büyük ustalardır. Devasa eserlerle ölümsüzleşmişlerdir. Amenna. Ne var ki bana hitap etmeyen eserler.
İster köylülük deyin, ister zevksizlik.
Tadını alamıyorum bir türlü.
Benim mutfağımdan gelmiyor.
Ölçüsü kaçırılmış bol baharatlı arabeskten de hoşlanmam.
Ama şöyle buram, buram soğan sarımsak kokan acılı tarhana çorbası kıvamında bir köy türküsünü dünyalara değişmem.
Yüreğime, gönlüme hitap eder ruhuma seslenir ya! Ondan işte.
Yerebatan sarnıcında Pavarotti dinlerken kendinden geçen turistlerle aynı şeyleri hissederim.
Bundandır operanın kraliçesi Maria Callas’ın seslendirdiği Madeline’in aryasına bigane kalışım.
Olaya sanatsal yaklaşmak başka zevk almak başka şeylerse eğer, kendi dünyamdaki bize ait örgülerden oluşmadığından naşi duygularımı harekete geçiren bir muharrik unsur bulamadığımdandır.
Sözlerini anlamadığım için bir şey ifade etmediğinden ayrıca.
O kültürden gelen, dilinden anlayan insanları ağlatan, ruhunu ihtizaza getiren olaylara yabancı olduğumdan.
Onlar aynı dili konuştuklarından Madelein’in acılarını ruhunun derinliklerinde hissederken!..
Hem de tüm zamanların en büyük divası Maria Callas’ın usta yorumuyla.
Çünkü anlıyorlar Fransız Devrimi sırasında ayak takımının Madelein’in evini nasıl ateşe verdiğini. Ve annesinin onu kurtarırken öldüğünü.
Diyor ki, "Bak! Beni büyüten yer yanıyor. Tek başınayım."
Prag’da, Berlin’de Paris’de opera binasının, Moskova Bolşoyunun locasındaki seçkinlerin içi yanarken benim tek kelimesini bile anlamadığım o sesteki ıstırabı duymam mümkün mü? Değil elbette.
Hissedemem.
Dedim ya. Bu kültür bana yabancı.
Diva’nın aryasının ardından devreye giren telli çalgılar gibi.
Benim ruhuma üflemiyor. Ne çello ne de viyolonsel.
Ölüm döşeğindeki bir Almanın ya da Fransızın ya da İskoç’un hissettiklerini hissettirmiyor.
Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin ezgilerine uzaktan yakından benzemiyor.
Bana o ezgilerle ağlamak öğretilmiş. Onlarla eğlenmek. Dedem, nenem, Düğünde dernekte, seferde hazerde onlarla ağlamış onlarla gülmüş.
Balkanlar, Ortadoğu, Kırım, Cezayir, Yemen, Budin, Trablusgarp, Çanakkale, Sarıkamış birer birer çıkarken elden Anadolu’dan feryatlar yükselmiş. Bozgunlar, göçler, hastalıklar, kıyımlar, kırımlar yürek paralayıcı feryatlar halinde türkülere dökülmüş de onlarla parçalanmış yürekler.
Onların ıstırabı dağlar ciğerimi.
Vatanımın her hangi bir dağının başındaki bir çobanın kavalından çıkan yanık ezgiler parçalanan yok edilen koca Osmanlı coğrafyasından geriye kalan kütük kadar Anadolu toprağına sıkışmış olan bir imparatorluğun başına gelen insanlık dışı dramları, felâketleri, faciaları anlatır bana.
Oturur ağlarım. Utanmadan.
Kopartır beni bulunduğum yerden.
Kopartır da dağ başlarına fırlatır.
Böyle alışmışız ne yapalım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.