- 962 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Zindanda geçen günlerim.
.....Bölüm 2 nin devamı.
-3-
…..Dedem Ahmet’in, hem hemşerisi hem de askerlikten yakın ve en samimi arkadaşı olan dayım olan ve aynı zamanda bir Yemen gazisi İsmail dayım, bir gün kendisine ait olan bağındaydı bir yaz ayında ve günlerden de çok sıcak olan bir gündü.
…..Onun kendi bağındaki, bizim Ermenek halkının avar dedikleri sebzeleri sulamak için kullandıkları arıktan akan sular, bağlarındaki mandal halindeki toprağı tutan yani bizim oranın halkının bir kısmının buna seki dediği önü kuru duvarlarla çevrili olan mandalların bir kenarından dört beş metre yüksekliğindeki bir duvarın dibinden Avarlara giden yani sebzelere giden bahçe sulama suyu, akarak başka yerlerdeki mandallardaki sebzelere (avarlara ) doğru akıp gidiyordu günlerden bir gün.
….Bu içinden sular akan arıkın hemen dibinde, kalın gövdesinin üzerindeki kovuklarda, sincapların yuva yaptığı, bizlerin de o yuvalardan çocukluğumuzda bazen sincap yavrusu yakaladığımız oyukları bulunan, asırlık bir ceviz ağacı vardı.
…..Biz çocukluğumuzda çoğu kez oradaki bağlarda, bahçelerde çok bulunan daha bunun gibi pek çok ağaçlarda, okul harici olan günlerimizde sincap (Biz buna Ermenek dilinde teyin deriz )kovalar, bulduğumuz üç beş haftalık olan ya da biraz büyük sincap yavrularını yakalamaya çalışırdık. İşte bir sıcak yaz gününde yine çocukluğumuzda sincaplarını kovaladığımız,üzerindeki kovuklarında sincap yavrularını yakaladığımız bu asırlık kalın ve çok büyük kalın dalları ile ve yaprakları ile bizlere gölge eden bir ceviz ağacının koyu gölgesindeydik,Yemen gazisi İsmail dayımla.
Saçı sakalı ağarmış uzamış olan, İsmail dayım bize yine Yemen hatıralarını anlatıyordu.
…..Yaşını başını almış olan, yaşlı Yemen gazisi İsmail dayım ömrünün belki de en son yıllarında, Yemendeki hatıralarını bize anlatmaya hazırlanıyordu da,sanki biraz acelesi varmış gibi davranıyordu.
….“ O anda nasıl oldu bilmiyoruz, birden bire arkamızda bir gürültüdür kopuverdi. Arkamızdaki dibinden su arkı geçen arkın arkasındaki koca yüksek bir duvar, altındaki su geçen arkın üzerine birdenbire büyük bir gürültüyle yıkılmıştı ve taşları üzerimize doğru yuvarlanmaya başlamıştı.
…..Biz ondan korkup hemen kenara kaçmıştık, fakat onca gürültüye rağmen, biz oradan hemen kaçarken bize anısını anlatmaya hazırlanan o yaşlı Gazi İsmail dayım ağaca sırtını dayamış,onun nedense kılı bile kımıldamamıştı.
…..İsmail dayım bunu hiç önemsememişti bile, sadece ufak bir göz ucuyla yıkılan duvara doğru bir baktı ve bize orada dedi ki. ”
-Boş verin be çocuklar, yarın olsun hep beraber bu duvarın daha sağlamını yenisini yaparız .
-dedi ve sonra başladı kaldığı yerden askerlik anısını anlatmaya.Bu defa zindanda geçen yıllarını anlatıyordu bize.
…..“İsmail dayı, sırtını asırlık ağaca iyicene yasladı ve sonra bizim yani bana ve bir de yanımdaki arkadaşım Ali’ye, ve sonra kendinin en küçük oğlu olan o günlerde sağ olan fakat sonradan askerde iken şehit düşen oğlu Mustafa’ya doğru kafasını çevirerek,hepimize baktı. Sonrada derin bir of çekti. Sanki geçmişteki o yılları yeniden yaşamış bir hali vardı anlatacağı zaman üzerinde, belli ki anlatacağı anıları yine onun kafasındaydı ve üzücüydü.
…..Eh işte evlatlarım bir zamanlar esir olmamız da geçen gün size anlattığım gibi olmuştu dedi bizlere ve sonra da onun bu zindanda geçen günlerini bize anlatmaya başladı.
…..Sana yolunda Araplar tarafından yakalanıp da,Araplar tarafından ben ve iki arkadaşım esir alındıktan sonra, bizler içinde bulunduğumuz, ve duvardaki zincire vurulduğumuz mağaradan oluşma o soğuk ve de oldukça rutubetli olan zindanımız olabildiğince karanlıktı ve sadece küçük bir yerden ışık geliyordu.
Mağaranın duvarlarında ateş yakılacak, pek çok meşalelerin yerleştirilmiş olduğunu görmüştüm, o da bizleri nöbetçiler daha iyi görebilsin diye yakılıyordu yoksa bizi düşündüklerinden falan da değildi.
…..Akşam yememiz için verildikleri bulamaca benzer bir tas yemekten sonra, (Tabi ki ona yemek denirse, çünkü yemekten başka her şeye benzerdi).
…..Bu verdikleri kapıdaki nöbetçilerden biri kapıyı açıp, elindeki silahla içeriye girdi ve bize doğru yürüdü. Sonra da silahını üzerimize doğru doğrulttu. O anda çok korkmuştum. Bizi hemen oracıkta öldürüleceğini sandığımdan, korkumdan birden gözlerimi kapadım.
…..Tamam dedim şimdi bu iri kıyım arap adamları,burada bizi hemen öldürecekler dedim.
…..Ama yanımıza yaklaşan bu adam bizi, silahın ucuyla diğer nöbetçinin önüne doğru topladı. Bu defa öbürü silahını bize doğru doğrulmuştu. O anda kesin bu Arapların, ikisi bir olup hepimizi öldürecek diye düşünmeye başladım.
….Ama biraz sonra, ses gelen taş merdivenlerde ışıklar belirdi. Adamın biri elinde bir meşale, durmadan merdiven kenarındaki meşaleleri yakıyordu, ve taş merdivenlerde adımlarıyla tok sesler çıkaran bir adam orada bizim bulunduğumuz mağaraya doğru iniyordu.
…..Sonunda aynı adam, elinde meşaleler ile, bulunduğumuz zindana girdi. Daha sonra da, zindanın içinde duvarlarda gördüğüm, meşaleleri teker,teker yakmaya başladı,ayaklarımızda zincirler vardı ama ellerimiz halkalardan çıkarılmıştı.
…..Birden içinde bulunduğumuz karanlık aydınlanmıştı. Artık zindanın her köşesini bulunduğumuz yerden rahatça görebiliyordum.
…..Aynı adam elindeki meşale ile zindandan çıkıp giderken, yine o bildiğimiz demir kapının sesi zindanın içinde yankılandı, ve kilitler, üzerimize tekrar kilitlendi.
…..Kapı üzerimize kapanmıştı, yine o kocaman demir kilit ile üzerimiz kilitlenmişti.
…..Adam elinde meşalesi nereye çıktığını sonradan öğrendiğim o taş merdivenlerden yukarı çıkıp gitmişti.
……Biz yine oradaki kapıda bekliyen nöbetçiler ile birlikte baş başaydık, ve loş ışıkların içerini aydınlattığı soğuk zindanın içindeydik.
….O anda benim tuvaletim gelmişti ve ben sıkıştığımdan tuvaletimi orada nereye yapacağımı bilemiyordum. ayağımdaki zincirleri sürüye, sürüye kapıdaki nöbetçinin yanına kadar gittim.
….Nöbetçiye, Arapça bilmediğim için, önümü gösterdim. Arap nöbetçisine, durumumu işaretlerle anlatmaya çalıştım ne istediğimi ona işaretlerle anlatmaya çalıştım ama bunu önce anlamamıştı.
….Anlamayınca bu defa ben de ona, tuvalet için sıkışmış gibi bazı hareketler yaptım. Yaptığım hareketlerden, benim ne demek istediğimi bu defa kolayca anlamışlardı.
….Arapça bir şeyler söyleyerek, bana eliyle zindanın bir köşesini işaret etti. Onun dediğini de ben anlamıştım.
….Ayaklarımdaki zinciri sürüye, sürüye sonra oraya kadar gittim. mağaranın bir kenarında İzbe bir yere çömelerek, zindanın bir köşesine tuvaletimi yapmaya başladım.
….Ben orada ıhılayarak tuvaletimi yaparken, orada yalnız olmadığımızı başkalarının da olduğunu görmüştüm.
….Tam karşımdaki başka bir köşede birbirine sokulmuş iki kişi daha vardı.
….Adamlar bir köşeye iyicene çekilmiş, birbirlerine sokulmuş sessizce yatıyorlardı.
….Kıçımı bulabildiğim bir taş parçasına sildikten sonra, Arapça bilen arkadaşımın yanına gittim.
….Zindandaki beninle olan, Arapça bilen arkadaşım onları daha görmemişti. Arkadaşıma yanaşarak, yavaşça içinde bulunduğumuz zindanın içinde, yalnız olmadığımızı, zindanın içinde, bizden başkalarının da olduğunu söyledim onlara. ….Arkadaşım benim verdiğim bu habere çok şaşırmıştı,nasıl olur gibilerinden gözlerime baktı ve sonra etrafı süzdü.
….Sonra yavaş, yavaş ayaklarımızdaki zincirleri sürüyerek, gördüğüm adamların yanına doğru vardık.
….Bizim onların yanına gittiğimizi nöbetçiler anlamıştı ama, nedense bize bir şey söylemediler.
…..Seslerini çıkarmadılar ve sadece bizi kapıdan izlediler.
…..Zindanın içinde gittiğimiz yerdeki gördüğümüz, birbirine sokulmuş olan adamlardan biri uyanıktı, öbürü ise uyuyordu ve onların bulundukları yerde çok ağır bir koku vardı. Uyanık olan bizi yanlarında görünce, birden geri, geri tam köşeye kadar çekildi.
….Bizden korkmuşlardı anlaşılan ama, bizimde onların yanında kalmaya ve oradaki o ağır kokuyu daha fazla içimize çekmeye hiç niyetimiz yoktu.
….Onların orada bizlerden korktuğunu ikimiz de anlamıştık. Önce türkçe olarak kim olduklarını sorduk.
….Nedense bize cevap vermemişlerdi ve hala biz onların bizden, neden korktuklarını anlayamamıştık.
….“Ben ayağımdaki günlerdir takılı duran zincirin bana verdiği acıyı ve yarayı düşünmeden onun yanında yere çökerek, burnumu tıkayıp adamın önünde bir müddet durdum.
….Kısık bir sesle o gördüğüm adamlara fazla gürültü çıkarmadan adamlar ile konuşmaya,onların kim olduklarını öğrenmeye çalışıyordum.
….Ama adamlar cevap vermiyor hala susuyordu. Bense durmadan onlara soruyordum. ”
…..-Siz kimsiniz, ne zamandan bu yana buradasınız.
….“Adam gözlerini fal taşı gibi açmış bana bön, bön baktı, sonra bir müddet bekledi sonra da, bana titreyerek cevap vermeye başladı. ”
-I AM INGLISH SOLDER.
….“Ben burada gördüğüm biri uyanık öbürü ise uyur mu yoksa ölmüş müdür ne olduğu hiç belli olmayan adamın bize söylediğinden,bize orada ne demek istediğinden hiç bir şey anlamamıştım.
….Önce onun Arapça kelimeler konuştuğunu düşündüm ve yanımdaki arkadaşıma kafamı çevirip,bu ne diyor sen anlıyor musun dediklerini ? gibilerinden baktım.
….Arkadaşım da,onun söylediklerini hiç anlamamıştı. Ben de bu yabancı dil konuşan adama ,tekrar edip sordum. ”
….-Sen Türk değil’ misin ?
….“Adam bu defa Türk kelimesini duyar duymaz, daha da çok titremeye ve iyice geri ,geri çekilip köşeye sokulmaya başladı.
…..Arkasından da ağzından titreyerek şu kelimeler çıkmıştı. ”
…..-No, no I. have not solder Turko. I am solder imglışh.
….Hiç bir şey anlamamıştık ama, konuştuğunun içinde ingiliz kelimesi olunca, onun bir Türk değil bir ingiliz olduğunu hemen anlamıştık.
….Bu defa onun bir İngiliz olduğunu anlayınca biz iyice orada şaşırıp kalmıştık.
…..Evet Türkler bir tuzağa düşüp, orada arap askerleri tarafından zindana atılmıştı.
….Fakat o askerin orada ne işi vardı,anlamamıştık.
…..Arapların zindanında ne işleri vardı bu iki İngiliz askerinin,çünkü bunlar biz bildiğimiz kadarıyla İngilizlerle devamlı biz Türklere karşı hep iş birliği yaparlardı,bu askerlerin suçu neydi ki buralarda bilemedik ve gerçekten de bizler orada çok şaşırmıştık.
….Sonra yanındaki öbür adamı elimizle kaldırmaya çalıştık. Fakat bu sessizce yatan adam kımıldamadan o bulunduğu yerde sessiz yatıyordu.
….Arkadaşım eğilerek, onun nefes alıp almadığına baktı. Adam hiç nefes almıyordu. Adam çoktan ölmüştü ama ölüsü çıkarılmamış hala oradaydı ve de adam kokmaya başlamıştı.
….Ölen adamın karnı su yutmuş gibi şişmişti. Adam yüzü koyun yatıyordu.
….Arkadaşım burnunu tıkamış onun sağ olup olmadığına bakmak için nefesini alıp almadığına bakmak ve göğsünü dinlemek için yan çevirdiğinde, ölmüş olan ve kokmaya başlayan adamın yüzünün artık iyicene çürümeye başladığını görmüştük orada bizler.
….Adamın cansız ölüsü ve orada kokmuş olması beni korkutmuştu,çünkü bizim de sonumuz orada öyle olabilirdi. pisi pisine bu karanlık ve soğuk zindanda benim de ölmem işime gelmiyordu,fakat içim korkuyla doldu.
….Onları orada yalnız bırakarak tekrar bizler kendi köşemize çekildik ve ben orada geleceğimizi düşünüyordum.
Gecenin sanırım ilerlemiş saatleriydi. Bunu az da olsa tepemizdeki delikten gelen ışıktan tahmin edebiliyorduk. Yine o bildiğimiz etraftaki kayaların yüzünde yankılar yapan ayak sesleri,bulunduğumuz yere doğru gelmeye başladı. Gelenler yeni gelen bizi bekleyecek olan yeni nöbetçilerdi.
….Onlar yeni nöbet yerlerini eskilerden alırken, diğerleri kapıyı yeni gelenlere teslim edip gitmişlerdi.
….Biz orada üç arkadaş ise aramızda yavaşça konuşarak, gördüğümüz olayların kendi aramızda kırıtiğini yapıyorduk. Ben daha çok sonumuzu buradaki zindanın içinde bizim sonumuzun nasıl olacağını düşünüyordum.
….Çünkü daha ilk günde korkmaya başlamıştım.
…..Orada gördüğüm o yabancı adamın kokmuş ölüsünü görünce,ondan ben çok korkmuştum. Artık evime anama ve babama askere gitmeden önce söz verdiğim gibi, sağ olarak geriye dönemeyeceğimi iyice anlamıştım.
….Çok korkuyordum orda iken ,çok.
….O gece korku içinde, zindanda kaldığımız ilk geceydi. Hemen, hemen hiç uyumamıştım,sabaha kadar bu zindanın içinde oradaki sonumuzu düşündüm ve geride bıraktığım ailemi,sonra babamın devamlı bana söylediklerini sağa sola döne,döne düşündüm durdum.
….Yediğim kırbacın acısından da,saten uyumama imkan yoktu. Hiç uyumadan ilk gecemde sabahı ettim o gece.
….Aklım hala Sana yolunda ve, bizim arkamızdan gelen diğer askerlerdeydi.
….Onların da bizim gibi Araplar tarafından tuzağa düşürülmüş olabileceğini düşünüyordum.
….Düşmemiş olmaları için de durmadan Tanrı’ya yalvarıyordum.
….Hep onların bizi oradan bir gün gelip kurtaracaklarını düşünüyordum. Ama sabah olmasına rağmen biz hala oradaydık, ve bizleri bulunduğumuz bu soğuk ve karanlık zindandan kurtaranlar da yoktu.
….Bazen de bizim sır vermememize rağmen hala onların tuzağa düşmüş, olacağını düşünüyordum. Sonra da acaba bizim gibi başka esir olur da, yanımıza gelir mi acaba diyordum.
….Ama hiç biri olmadı. Ne gelen vardı ne de bizleri oradaki zindandan bizi kurtaran vardı.
….Sabah olmuş,yukarıdaki tepemizdeki küçücük delikten içeri giren güneş ışığından anladığıma göre tam kahvaltı zamanıydı, ve zamanın öğleye doğru geldiğini tepemizdeki küçücük delikten sızan ışıktan, kolayca anlayabiliyorduk.
….Biz de kapıdan gelecek olan,ve bize kahvaltı verecek olan adamı bekliyorduk,onun için gözlerimiz kapıdaydı. Biraz sonra tepeme baktığımda güneş ışıklarının, bir haylı yükselmiş olduğunu anlamıştım.
….O tepemizdeki ışığın girdiği küçücük delikten içinde bulunduğumuz zindana sızan güneşin loş ışınları, zindanın ortasını ancak zar zor aydınlatıyordu.
….Köşeler yine ıssız ve sessiz, yine izbeydi ve yine karanlıktı.
…..Mağaranın içine vuran ışık,sanki yukardan tutulan bir projektörün delikten içeri giren ışığıydı.
…..Girdiği yerde mağaranın içinde daire şeklinde bir aydınlık oluşturuyordu,mağaranın kenarları ise yine zifiri karanlığın içindeydi.
….Işığın durumundan zamanın öğleye yakın olduğunu, delikten gelen güneşin ışığından anlamıştım.
…..Çünkü tam zindanın tepesindeki delikten giren güneş ışınları , zindanın ortasında yuvarlak bir daire oluşturmuştu. Güneşin ışığı zindanın içinde bir iki metre çapında bir yeri, daire şeklinde tam orta yerinde aydınlatıyordu.
….O sırada, taş merdivenlerden sesler,sonra yankılar çıkararak yine bulunduğumuz yere doğru birilerinin indiğini işittim. Gelen adam yiyecek getirmişti. Elinde bir bakraçla demir kapının önüne geldiler.
….Daha önce yaptıkları gibi, verdikleri birkaç kaşık anca olan yiyecekten başka her şeye benzeyen yiyeceklerimizi ve birkaç damla içme suyumuzu, demir parmaklık arasından, her zaman orada bulundurmak mecburiyetinde olduğumuz toprak kapların içine,sanki onu bir köpeğe yal olarak veriyormuşlar gibi birer kepçe yemekleri ve birkaç bardak kadar suyu bırakıp gittiler.
….Biz yiyeceğimizi alırken, köşedeki akşam gördüğümüz ingiliz de sürüne ,sürüne gelip o da yiyecekleri iki kişilik olarak almıştı. sağ olan İngiliz asker, orada hem kendi yiyeceğini, hem de yanındaki ölmüş olan diğer arkadaşının yiyeceğini almıştı.
….Ben onun öyle yaptığını görünce şaşırmıştım.
….Çünkü adamın öldüğünü biz biliyorduk ve ölmüş adamın yemeğe ve suya ihtiyacı olamazdı.
….Demek ki adam hayatta sağ olarak kalabilmek için, onun yiyeceklerini ve suyunu da kullanıyordu diye düşündüm. ….Bunu kapıdaki nöbetçilere şikayet etmek istedim ama, vidanım el vermedi sonradan vaz geçtim.
….O gün bize verdikleri biraz yemek ve biraz su ile akşamı yapmıştık.
….Akşam yine yemek verileceğini tahmin ediyorduk. Ama hiç de öyle olmadı.
….Koca bir günü, verdikleri bir öğün yemekle ve bir iki bardak kadar suyla geçirmiştik.
….Günün artık bittiğini ve yine havanın kararmaya başladığını akşamın da olduğunu hissediyordum,tabi ben yukarıdaki delikten gelen ışığın içeriye nasıl vurduğuna bakarak bunu anlıyordum.
…..Yukardaki delikten gelen ışıklar zaman geçtice, yavaş, yavaş azalıyordu ve ortalık da artık karanlığa dönüşmeye başlıyordu ki,birden zindanın içinde büyük bir çığlıklar duymaya başladım.
….Bu duyduğum sesler yarasa kuşlarının sesleriydi,yüzlerce hatta belki de binlercesi mağaradaydı.
….O kadar çok yarasa vardı ki, kuşların hepsi mağaranın içine nasıl ve nereden girip dolmuştu ve mağaranın neresinden çıkıyorlardı anlamamış,neresinden gelmişti bilememiştim ama, mağaranın karanlığı içinde insanın kulaklarını sağır edercesine çığlıklar atarak durmadan mağaranın içinde uçuşuyorlardı.
…Onların nerden çıktığını anlamamıştım.
…Sonra o anda ölen bir gün önceki gördüğümüz ölmüş ve kokmuş olan yabancı adam aklıma geldi.
…Çünkü adamın ölüsünün çürümeye başladığını,ve onun kokmuş olduğunu düşünüyordum.
….Çünkü mağaranın içerisi rutubetliydi ve ve artık o gördüğümüz ölü daha da çok kokuyordu.
….Birdenbire birkaç tane yarasa kuşları başımın üzerinden uçarak, teğet geçmişti ki çok korktum .
….Neyseki başımı eğdim de ucuz kurtuldum.
….Ama yarasa kuşları hala zindanın içindeydi. Bir ara onlar kayboldu ve sesleri kesildi,ben artık onların başka yere gittiklerini sandım.
….“Ben o kuşlardan korkum ile etrafıma bakınırken, onların mağaranın içinden hep çıkıp başka yere gittiklerini düşünüyordum.
….Ben onları düşünürken, ingiliz asker bağırarak ayağındaki zinciri sürüye,sürüye kapıya koştu.
….Ayağındaki zincirlerden ayağını yaralamıştı,her tarafı yara bere ve kanlar içindeydi kapıya gitmeye çalışırken. ….Kanlar akıyordu ayaklarından ve demirin takılı olduğu yerlerinden.
….İngiliz mağaranın içinde öyle bağırmıştı ki,onun bağırması ve çığlıklarının mağaranın duvarlarında yankılanması, mağaradaki yarasaları bile korkutmuştu.
…..Kuşlar tekrar çığlıklar atarak, mağaranın içinde oradan oraya kanat çırpıp uçmaya başladılar.
…..İngilizin çığlık sesleri ile, yarasaların kuşlarının sesleri birbirine karışıyordu.
….İngiliz ise,hala bağırıyordu ve onun kulakları sağır eden bağırışları, mağaranın içinde yankılanıyordu. ”
-Help me you, Help me you.
-I dead frıend.
….Biz onun bağırırken nöbetçilere ne demek istediğini yine anlamamıştık.
….Kapıdaki nöbetçiler de anlamamış bu ne diyor gibi, şaşırmışlar el kol hareketleriyle ona kızarak onu susturmaya çalışıyorlar ve onlara bakıyordu.
….İngiliz ise, hiçbir şeye aldırmadan hala bağırıyordu. Hem de kapıdaki nöbetçilere doğru koşuyordu,ayağını kanlar içinde bırakan zincirlere aldırmadan.
….-May frıend, My. frıend dead !1Help me yo.
….-I dead frıend
…Nöbetçi eli tetikte, silahını ona doğru çevirmişti, nerdeyse bağırıp duran bu adamı hemen oracıkta vuracaktı.
….Bir an olsun gerçekten de ben bu adamı nöbetçiler vuracak sandım.
….Ama beklediğim gibi olmadı. Tam tersine, nöbetçilerden biri demir kapıyı açmaya başladı. Sanırım adam onun ne demek istediğini orada anlamıştı.
…..Nöbetçilerden biri elinde silahı içeri girerken, diğeri kapıyı kapatmış eli tetikde bekliyordu.
….Silah bize doğru doğrultulmuştu. İçeri giren İngilizi önüne katmış, ensesinde silahının namlusu birlikte köşelerine doğru yürüyorlardı.
….Biraz sonra nöbetçi dışarı çıkıp kapıyı tekrar kilitledi. Bu defa nöbetçiler, Arapça olarak kendi aralarında yüksek seslerle bir şeyler konuşmaya başladılar ve konuştuklarını biz duyuyorduk .
….Ben onların ne konuştuğunu anlamamıştım ama,yanımdaki arkadaşım anlamıştı.
….“Yavaşça arkadaşıma sokulup,ne söylüyor bunlar sen anladın mı ne dediklerini diye yanımdaki arkadaşıma sormak istedim. kimse beni görmeden yavaşca arkadaşımın yanına sokuldum ve ondan anlayıp anlamadığını öğrenmeye çalıştım. ”
….-Ne konuşuyor bunlar sen anlayabildin mi ?
….-Anladım, bizim ölmüş olarak gördüğümüz adamı onlar da görmüşler.
….Anladığıma göre, adamın öldüğünü ve içerdeki yarasa kuşlarının da, onu parçalamak için üzerine konduğunu söylüyorlar birbirlerine.
….O anda ben duyduğumdan dehşete kapılmıştım. Bir insanın ölüsünün bile, biz zindanın içinde de olsa yarasa kuşları tarafından parçalanması, nedense oldukça çok ürperti vermişti bana orada .
….Elimde olmayarak gözlerimle zindanın içini taradım,sonra içerdeki hala orada olduğunu sandığım yarasaları düşündüm birdenbire.
….Yarasaların oradaki çokluğu ve onların sivri dişleriyle sağlam insanı bile parçalayabileceği aklıma gelince, orada sağlam olan bizler bile parçalayabileceklerini korkuyla ve ürpererek düşünmeye başladım ve onlardan en az bağırıp duran yabancı gibi ben de korktum.
….Biz onları korku içinde düşünürken, nöbetçinin biri merdivenlerden çıkmaya başladı.
….O anda kapıda tek bir nöbetçi vardı. Şimdi biz bu tek kalmış nöbetçi ile karşı karşıyaydık.
….Nöbetçiyi demir parmaklıkların arkasında bir fırsatını bularak, yakalamak onu öldürüp, sonra da içinde bulunduğum lanet olası o zindandan kaçmak istedim.
….Bu lanet olası zindandan kaçmayı, o anda kafama iyice koymuştum.
….Sonra buraya getirilirken, adamların bizi gözlerimiz bağlı getirdiklerini hatırlayınca, bu fikrimin doğru olmayacağını anladım ve fikirden ondan da vaz geçtim.
….Düşündüğüm bu fikrin, çok iyi bir fikir olmadığını anlamıştım.
….Nereye ve nereden gideceğimi bilmiyordum çünkü.
….Ben bunları kafamda hayal edip düşünürken birkaç adam, aceleyle merdivenleri inip kapının önüne geldiler. Adamların hepsi de silahlıydı.
….İçlerinden iki kişi içeri girerek, ölmüş olan adamı, bacaklarından tutarak, sürüye, sürüye bulunduğu yerden dışarı çıkardılar. Gördüğümüz manzara korkunçtu. Hele ki aynı sonucu, kendimiz için de düşündükçe daha da korkunç oluyordu.
….Sonumuzun da onun gibi olacağını düşünüyordum devamlı.
….Onun içinde aklımca devamlı kaçma planları yapıyordum kafamda.
….Ama hiç bir çıkış yolu bulamıyordum. Çaresizdim ve ümitsizliğe kapılmaya başlamıştım.
….Artık yarasa kuşlarının yiyeceği bir şey kalmamıştı ama, hala onlar zindanın içindeki bir yerlerde duvarın yüzünde sarkmaktaydılar.
….Bunu çok hissedebiliyordum. Gece olup da zindanın duvarlarındaki meşaleler yanınca kuşlar yine kaybolmuş sandım. Fakat biraz dikkat edince, onların başları aşağıda, hepsinin mağaranın izbe bir köşesinde tavanda asılı olduğunu gördüm.
….Sayıları o kadar çok tu ki, bir anda dehşete kapılmıştım. Bu kadar çok yarasayı bir arada hiç görmemiştim.
….Bunlar rahatlıkla orada bir adamı parçalayabilirlerdi. Yarasalar mağaranın izbe bir köşesinde, arıların ana arı etrafında toplanması gibi, hepsi toplanmış, baş aşağı sarkan vücutlarıyla korku veriyordu.
….Yüzlerce hatta belki de binlerce bu yırtıcı yarasaları oradaki bulunduğumuz zindanın içinde izbe bir köşede toplanmış görünce,ben hemen korkumdan üzerimdekilerden birer parça bez parçası yırtarak,yaralarımın olduğu yere sardım,çünkü aynı sonucun bizim de başımıza gelmesinden korkuyordum.
….O gece hepimiz mağaranın karanlığı içinde kabus dolu, anlar yaşamıştık.
….Bir köşeye kıvrılıp yattığımda sabahın nasıl olduğunu bile anlamadım.
….Gece boyunca korku ve dehşet içinde hiç gözümü kapamadan sabahı ettim. Uyumam mümkün değildi adamın hali gözümün önünden gitmiyordu ve ben de en az onun arkadaşı kadar korkuyordum.
….Ertesi gün olduğunda bizlere yine biraz sanırım çavdar ekmeği ve biraz da içmek için su vermişlerdi.
….Verilen çavdar ekmeği rezaletti. Kaç günlüktü bilmiyorum ama, küflenmiş ve taş gibiydi. Bir görmüş olsaydınız, her halde ekmek yerken çok dikkat ederdiniz.
….Rezalet bir ekmekti. Su da aynıydı birkaç bardak pis su, sapsarı ve çamurluydu.
….İçerisindeki küçük, küçük dolaşıp duran su böceklerini rahatlıkla görebiliyordum.
Ama sağ kalabilmek için, her şeye razıydık. Küflü kurumuş ekmekleri kırarak, verdikler o pis suyun içine ufaladık.
…..Ufaladığımız neden yapıldığını bilmediğimiz ekmekler biraz olsun, suyun içinde yumuşamıştı. Onu elimize alarak yemeye başladık. Çünkü çaremiz yoktu. Yemeliydik ve sağ kalmalıydık. Hepimiz ümidimizi kaybetmemiştik ve o zindandan bir gün kurtulmayı düşünüyorduk.
….Sonra Bunları bize anlatan “Saçları ağarmış olan, yüzünde o yılların acısını ve hüzünlü anlarını taşıyan İsmail dayım yorulmuştu.
….Birden sustu. uzun müddet hiç konuşmadan bekledi. Halbuki biz, ona bakıyorduk, ve onun anlatmaya devam etmesini istiyorduk.
….Sonra İsmail dayı başını kaldırdı bize baktı. ve bize dedi ki”
….-Çocuklar ben biraz yoruldum bir sigara içimlik nefes alayım. dedi.
….“Yemen gazisi İsmail dayı ceketinin cebinden tabakasını çıkardı, parmaklarının arasına koyduğu kağıda biraz tütün koyarak sarmaya başladı.
….Sonra da sardığı tütünün kağıdını dudaklarıyla ıslatıp kağıdı doladı.
….Tütünden yaptığı o sarma tömbeki sigarasını sarmış, onu dudaklarının arasına kıstırmıştı.
….Yeleğinin cebinden çıkardığı, kesenin içinde ise, kav ve çakmak taşı vardı. çakmak taşının üzerine koyduğu kavı demir parçasıyla vurarak çıkan ateşten yaktı.
….Kav tutuşmuştu ama, henüz sigarayı yakacak kadar değildi. Daha fazla tutuşması için unu yelledi. Kav parçası ortalığa güzel bir koku yayarak yandı.
….Ateş tamamdı ve o sigarasını yakmıştı. Sonra sigarası bitinceye kadar, sessiz durdu ve bize hiç bir şey anlatmadı.
….Sırtını belki bir belki de beş asırlık başı göklere uzanan kalın gövdeli ceviz ağacının gövdesine dayanıp, onun koyu gölgesinde sessizce sigarasını içti ve dinlendi.Suyunu içti hatta biraz da eşinin yapıp getirdiği töymakanlı yani semizotlu börekten yedi.
Sigarası bitmiş, yemeğini yemişti ve tekrar anlatmaya başlamıştı.
….Bizler yine onun etrafına dizilmiş onun oradaki ceviz ağacının gölgesinde bizlere anlattıklarını dinliyorduk.
....O günden sonra bizler orada öleceğimizi düşünerek, kendimizi namaz kılıp, dua etmeye adadık. Onun için de, o günden sonra bizler orada beş vakit namazımızı kılmaya başladık zindanın içinde.
….Yine günlerin birinde, sanırım vakit öğleye yakındı. Tepedeki deliğe baktığımda, delikten mağaranın içine sızan güneşin yerde bıraktığı gölgeden bunu anlayabiliyordum.
….Biz yine her zamanki gibi, mağaranın içinde, izbe ve karanlık köşemize çekilmiş, kendi aramızda Türkçe konuşuyorduk. Konumuz açlıktı. Birbirimize, bu açlıkla nasıl mücadele edeceğimizi, açlıktan ve susuzluktan ölmeden oradan nasıl kurtulabileceğimizi düşünüyorduk.
….Birden arkamdan gelen bir ses duydum ve hızla geri döndüm. Kocaman bir yılan bana doğru geliyordu. Birden yılan diye bağırdım. O anda yanımdaki arkadaşım, ani bir hareketle, gördüğüm yılanı boynundan sımsıkı yakaladı ve hızla mağaranın duvarına çarpmaya başladı. Nasıl oldu, nasıl yaptı bilmiyorum ama, yılan bir kemer gibi yamulup ölmüştü.
….Sonra bana ne dedi biliyor musunuz çocuklar ?
….“Hepimiz birden sormuştuk”
….-Ne dedi, ne dedi İsmail dayı ?
…..Arkadaşım orada bana dedi ki bak görüyor musun kısmetimiz ayağımıza kadar geldi dedi. Ben ne demek istediğini önce anlamamıştım ve onun ne demek istediğini merak etmiştim ve ona ne diyorsun gibi bakmaya başladım hemen.
….Arkadaşım yakaladığı yılanın başını tuttuğu gibi koparıp attı. Sonra yılanı duvara çarpa, çarpa iyice ezdi ve onu çiğ, çiğ yemeye başladı. Sonra bana uzattı ve benim de yememi istedi.
….Ben tiksinmiştim onun için de yemeyi düşünmedim ve arkadaşıma itiraz ettim ve olmaz diye direndim. Ama arkadaşım yılanı çiğ,çiğ hem yiyor, hem de benim de yılandan aç kalmamam için yememi söyleyip devamlı olarak bana ısrar ediyordu. Sonra açlıktan ölmektense, yemeyi tercih ettiğimizden, koca yılanı üç arkadaş, tiksine, tiksine ve çiğ, çiğ yedik ve karnımızı doyurduk. Hala ben o yılanı nasıl olup da çiğ, çiğ yediğimizi bir türlü unutamıyorum.
Artık bu olaydan sonra ben de arkadaşım gibi çiğ hayvan eti ve böcek eti yemeye alışmıştım. Bir defasında da duvarların yüzünde gördüğümüz, sürüngenleri topladık. Böcekleri yedik. Artık iyice bunlara alışmıştık. Artık hepimiz o günden sonra da, devamlı olarak, mağaranın içinde yiyebileceğimiz böcekleri aradık ve pek çok böceklerden yedik de açlığımızı giderdik.
….Sayamamıştım ama,sanırım biz bu zindana gireli aradan en az üç ay kadar falan zaman geçmişti ve biz hala bu olmaz olası zindandaydık.
…..Bakımsızlıktan gıdasızlıktan zayıflamış,bir deri bir kemik kalmış sanki birden bire orada yaşlanıvermiştik.
…..Ama bizler her şeye rağmen,içinde bulunduğumuz oradan kurtulabilmek için, bizler oradayken hiçbir zaman olsun ümidimizi yitirmemiştik ve içimizde devamlı olarak kurtulacağımıza dair ümitlerimiz vardı. Hep bir gün bu bizi kahreden yok olası kötü zindandan birileri tarafından bir gün kurtarılacağımızı düşünüyorduk.
….Çünkü araplar o günlerde hala nedenini bilmiyorum yakaladıkları pek çok İngiliz askerlerini de, tutuklanmaya başlamışlardı.
….Bu süre içinde üç ay değil, sanki üç yıl geçmiş gibi olmuştu,bizim için de, ve biz hala oradaydık kurtaran da yoktu bizi.
….Hepimiz hastalanmış, öksürmeye başlamıştık. Artık bizler oradaki bu zindanın içinde ölümün soğuk yüzünü, içimizde hissedebiliyorduk kurtulmayı ümit etsek de.
….Saçlarımız sakallarımız birbirine karışmıştı. Belki bir keşiş bile bu kadar sakallı değildi. Elimiz, yüzümüz su görmediğinden, üzeri kalın kir örtüsü ile kaplanmıştı. Verilen suyu sadece hayatta kalabilmek için kullanıyorduk.
….Bir gün tepemizden gördüğümüz hava ve ışık gelen delikten, yine vaktin öğleyi biraz geçmiş olduğunu tahmin etmiştim. Arkadaşlarımız ile beraber, ayağımızdaki zincirlere aldırmadan namaz kılmaya başlamıştım. Tam namazı kılıp parmaklarımla tesbih çekmeye başlayacaktım ki, bir gurup insanların ayak sesleri merdivenlerde yankılanmaya başladı.
…..Belli ki, bize doğru gelen insanlar oldukça kalabalıktı. Ayak sesleri kayalıkların arasında yankılanıyordu. Adamların merdivenlerden indiği belli oluyordu. Sonunda beş altı tane iri yarı Arap nöbetçilerin yanına geldi ve onlarla bir şeyler konuşmaya başladılar.
….Selamı verdim, sonra nöbetçilerden tarafa gelenlere baktım. On kadar Arap askerleri nöbetçilerin yanına gelerek, Yüksek sesle Arapça kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar.
….Onlar kendi aralarında konuşurlarken, kapıdaki nöbetçilerin de,gözleri devamlı olarak bizdeydi. O anda onların bizden bahsettiklerini anlamıştım.
….İçimi bir garip, korku sarmıştı. Bu gariplik, kurtulma ile, idama giden birinin hissettiği korkuların karışımıydı. Ama esas korkumun ne olduğunu bilememiştim.
….“Arapça bilen yanımdaki, Suriyeli esir arkadaşıma sokularak, onun bir şey öğrenip öğrenmediğini, ona sormak istedim ve yavaşça kendisine sordum. ”
…..-Bunlar Ne konuşuyorlar sen anlayabildin mi ?
….“Arkadaşım yavaşça, anladıklarını bana anlatmaya başladı,ve konuşurken kapıdakilerin görmemesi için de yüzüme bile bakmadı.Yüzüme orada hiç bakmadan ve onlara çaktırmadan onların konuştuklarını bana söyledi. ”
….-Anladığım kadarıyla bunlar,bizi buradan alıp bizi başka bir yerlere götürecekler,ama bizi buradan alıp sonra da nereye götüreceklerini pek anlayamadım.
….- Dedi bana.
…..O anda nedense hiç bilmiyorum artık benim bütün ümitlerim yok olmuştu, buradaki zindandan sağ olarak kurtulacağım hiç aklıma gelmedi de birden ümitsizliğe kapılmıştım.
…..Buradan alınıp başka bir yerde idam edileceğimizi düşündüm ve ölümden çok korkmaya başladım. İçimi birdenbire garip bir ölüm korkusu sarmıştı ve boynumdan aşağıya kaynarcasına kaynar sular dökülmüş gibi, terlemeye başlamıştım.
…..Biz daha neler olduğunu anlayıp anlamadan, demir kapının kocaman bir demirden olan kocaman kilidi şak diye açıldı ve demir kapının gıcırtısı, zindanın içinde birden yankılanıverdi. Daha sonra eli silahlı adamlar içeriye daldılar ve bize doğru yürüdüler,yanımıza kadar geldiler.
…..İçeriye giren iri kıyım adamların bir kısmı, ellerindeki silahlarını bize çevirirken, bir kısmı da bizi duvardan tarafa dönderip, gözlerimizi yine tıpkı getirirken yaptıkları gibi yine siyah bezler ile bağlamaya başladılar. Ayaklarımız zincirliydi, gözlerimiz de siyah bezle bağlıydı. sonra da, ellerimiz de sıkıca arkadan bağlanmıştı.Anladım ki,artık bunlar bizi idam sehpasına götürüyorlardı.
….Ben iyice idam edileceğime inanmıştım ve korkudan titremeye devam ediyordum. Vücudumdan oluk gibi ter geliyordu. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Elimiz ayağımız ve gözümüz giderken bağlanmış olduğuna göre,bizim gittiğimiz yerde kesin idam edileceğimizi düşünüyorduk.
…..Ben ölümü bile göze alarak, yine bir fırsat kollayıp orada ikinci defa olarak yine onların ellerinden bir yerlere kaçmayı düşünmeye başladım. Onların içlerinden birinin silahını kaparak, oradan kaçmayı düşünmüştüm. Fakat yine çaresizdim çünkü nereye kaçacağımı bilmiyordum. Adamlar iri kıyımdı ve ellerinden kurtulmaya imkan da yoktu.
…..Sonunda kurbanlık koyun gibi, gözlerimiz ve ellerimiz bağlı, ayaklarımız zincirli bizi tekrar dışarı çıkardılar. Bu defa bizler merdivenlerden çıkıyorduk. Ben attığım her adımda taştan olan basamaklardan düşüp yuvarlanmamak ve bir tarafımı kırmamak için sık, sık önümdeki basamakları ayağımla yokluyordum. Çünkü düşmemek için bunu yapmaya mecburdum,aksi halde adamların beni itekleyerek dövmeleri eziyet etmeleri söz konusu oluyordu. Sonra görmüyordum ve her an bir yerden düşebilir ve merdivenlerden aşağıya doğru yuvarlanabilirdim. Ama adamlar bize yol göstererek yardım ediyorlardı. devamlı biz yukarı çıkarken merdivenlerde adım atışımızı kontrol ediyorlardı ve bizi ikaz ediyorlardı.
……Bir ara sendeleyerek tökezledim. diz üstü yere düştüm. Dizim fena halde taşa çarpmıştı ve çok acıyordu. Ama adamların bize hiç acıması yoktu, onlar devamlı olarak arkamızdan bizi kakıştırıp duruyorlardı. Bazen de dipçikle vuruyorlardı.
…..Merdiven basamaklarını çıkarken saymak hiç aklıma gelmemişti ama, sanırım çıktığımız basamakların sayısı yüzü falan geçmişti.
…..Düz bir alana çıkmıştık ve basamaklar bitmişti. Bir kaç dakika bu düz alanda, bizleri ite kaka tekrar yürüttükten sonra, anlayabildiğim kadarıyla bizleri tekrar başka bir taş basamaklardan çıkarmaya başlamışlardı. Ben yine şaşırmıştım, bizler nereye gidiyorduk,ve buralar nasıl bir yerdi bir türlü nasıl bir yer olduğunu hiç anlayamamıştım. Yalnız yürüyüş şeklimizden anlayabildiğim kadarıyla tek bir şey vardı, o da gittiğimiz yerlerin labirent gibi yerlerden olduğuydu,çünkü bir sağa bir sola bir aşağı bir yukarı mağaranın içinde dolaşıp duruyorduk. Ya da onlar bizleri şaşırtmak ve gittiğimiz yeri bilemememiz için bizler giderken öyle dolaştırıyorlardı,ya da gerçekten geçtiğimiz bu yerler öyleydi. Çünkü sık, sık yön değiştiriyorduk.
…..Bir de yürüdüğümüz yerler, tamamen mağaraydı. Çünkü adımlarımızın sesi yankılanıyordu etrafımızda ve biz bu yankıları çok iyi duyuyorduk. Sonra içerisi serindi, sıcak değildi. İşte bütün bunlardan hala bir mağara içinde olduğumuzu anlamıştım.
….Sonunda basamakların bittiğini anlamıştık. Yüzüme yavaş, yavaş çöl güneşinin ışınlarının o tanışmış olduğumuz, yakıcı sıcaklıkları yine gelmeye başlamıştı ve sıcaklık birden yüzüme vurmuştu. Gözlerim ve ellerim bağlıydı ama, yüzüme vuran yakıcı çöl güneşinin ışınlarını, rahatlıkla yüzümde hissedebiliyordum.
….Ben yine birden kendimi götürüldüğüm yerdeki hazır olacak idam sehpasını düşünmeye başladım. Kendimi idam sehpasına götürülen, son nefesini vermeye hazırlanan bir mahkum gibi görüyordum.
….Hiç durmadan her bir tarafımdan oluk gibi terlerim boşanıyor, ve ben orada korkudan tir,tir titriyordum. Fakat bizim bu yürüyüşümüz de artık, daha fazla sürmedi.
….Yine kulağıma gelen demir seslerinden,yeni bir demir kapının açıldığını hissettiğim.Demir bir kapının gıcırdayarak açılan kanatları ,bizim şimdi tam önümüzdeydi. Adamlar bizi arkamızdan, birden öne doğru iteklediler, ve biz kendimizi başka bir mekanda bulduk. Yere düşmemek için kendimi, zorlukla tutmuştum. Adamlar bizi arkamızdan öyle bir iteklediler ki, ayağımdaki zincirlerden düşmemek için kurtulmaya çalışırken ayağım yaralanmıştı.
….Adamlar bizi ite kaka götürdükleri yeni bir mekana itekledikten sonra, orada gözlerimizin bağlarını açmışlardı. Bulunduğumuz yer şimdi zindan değildi ama, oranın içi mahkumlarla tutuklularla dolu açık bir ceza evi,ya da mahkum toplama yeri olduğu kesindi. Çünkü etraftaki nöbetçilerden, dik ve kalın duvarlardan, bu anlaşılıyordu.
….Gözlerim etrafta benim arkadaşlarımın orada idam edileceğimizi sandığımız, kurulmuş olabilecek idam sehpasını arıyordu.Fakat oraya gelinceye kadar kapalı tutulan gözlerim uyuşmuş hiç bir yeri görmüyordu.Sanki körden daha da çok, kör biri olmuştum,ama biraz sonra ışığa alışınca,yavaş,yavaş etrafı görmeye başladım.
…..Sonra benim ve arkadaşlarımın zindanda geçirdiğimiz üç ay, bizi o kadar yormuştu ki, sakallarımız uzamış, simsiyah olan saçlarımız ise birbirine karışmış, aylardır su görmeyen pasaklı kadın saçı gibi olmuştu saçlarımız ve sakallarımız. Nerdeyse hepimiz, papazlar gibi olmuştuk üç ay süren zindanın içindeyken. Kir ve rutubet kokan vücudumun üstündeki, gözlerimin önüne dökülen saçlarımın arasından, zorlukla idam sehpasınının olduğu yer olarak tahmin ettiğim yerleri görmeye çalıştım. Fakat gördüğüm yerlerde idam sehpası falan da yoktu,ortalıkta idam sehpası göremiyordum her tarafa baktığım halde yoktu.
…..Sonra zar, zor açabildiğim gözlerimi ovuşturarak tekrar, tekrar etrafıma baktım, fakat yine görememiştim.Bu defa içimde hafif fakat yine de biraz korku bulunan sevinç belirdi.
…..Ortalıkta artık bizim için kurulmuş, idam sehpasını hiç göremeyince, içimde tam bir mutluğu anımsatan garip fakat çok güzel bir duygu hissettim sonrasında. Sonra da zincirden boşanmış olan ellerimi kaldırıp Tanrıma şükürler etmeye başladım.
……Bulunduğumuz yer, dağların tepelerinde bir yerdeydi. Etrafta yalçın kayalıklar ve başı dumanlı tepeler görünüyordu. Dumanlar, tepelerin üzerinde çepe çevre dolaşan bir girdap gibi dönüyordu.
…..Bulunduğumuz yerin de, böyle yüksek yüce sarp bir dağın tepesinde, sonra bu sarp kayalık dağın zirvesindeki yalçın kayalıklar üzerinde,tıpkı kartal yuvasını andıran bir yerde kurulmuş, kaçmanın hiç mümkün olamayacağı bir kale içi olduğunu anlamıştım.
…..Etrafımızdaki tepelerdeki kulubelere yerleştirilmiş, eli tetikte bekleyen bir çok silahlı nöbetçiler vardı. Sonra içerisinin etrafı, yüksek ve çok kalın yapılmış olan duvarlarla, kale gibi çevrili idi.
…..Sonra oradan biz, dağlara doğru etrafımıza baktığımızda ancak çok uzaklardaki, başı dumanlı,dumanlı yüksek dağların, sadece zirvelerini görebiliyorduk. Bu da bize gösteriyordu ki, bulunduğumuz yer bir zirveydi. Hem de firar edilmesi mümkün olmayan bir yerdeydi.
…..Ancak zirvesini görebildiğimiz yüce dağların karlı tepelerindeki doruklarının sisli yerlerinden, bulunduğumuz yerlerin şimdi çok aşağıda kalan vadilerden, ne kadar çok yüksek tepelerde bir yerde olduğumuzu, sisler içindeki etrafımızdan görünen yüzlerce başı dumanlı olan zirvelere bakınca, kolayca anlayabiliyorduk..
….Bu durum da yanımdaki herkesin olduğu gibi benim de moralimi çok bozuyordu. Gerçi zindandan kurtulmuştuk ama, bu kartal yuvası yerin de zindandan,hiç bir farkı olmadığını anlamıştık.
….Dağların hiç birinin bulunduğu yerlerden, dağların aralarındaki içinden pırıl,pırıl suların aktığı ve ekilebilir alanların olduğu yeşil vadiler görünmüyordu .
….Görünen tek şey,zirvesinde pamuk yığınını andıran beyaz bulutların dolaştığı tepelerdi.
….İçerde bulunan,boşlukta bir ileri bir geri volta atan birbirleriyle konuşan pek çok adamlar görüyordum. Adamlar etrafı çevrili bu kapalı yerde, olta atıp dolaşıyorlardı ve de sohbet ediyorlardı kim bilir orada neyi konuşuyorlar,nasıl bu kartal yuvası gibi yerden kaçacaklarının planlarını yapmaya çalışıyorlardı.
….Onları orada görünce oranın da tutsakların kaldığı bir yer olduğunu, daha iyi anlamıştım. Tanrıya şükretmeye başladım. En azından, bulunduğumuz bu yer zindan değildi de,de ışık vardı.Ve sonra bizi aydınlatan temiz hava aldıran en azından bir güneş vardı orada. Sonra bol, bol temiz hava da vardı burada. Ama yine de bizler orada birer tutsaktık, ve de sonumuzun ne olacağı hiç belli değildi. Sonra devamlı olarak, burada tutsak muamelesi görüyorduk, ve itilip kakılıyorduk.
….Eli silahlı adamlar, bizi insan yerine koymuyor, adeta bizlere orada bir köpek muamelesi yapıyorlardı. En ufak bir hareketimizde, kamçılanıyor ve dipçikleniyorduk.
….Verdikleri birer kap yemek ve birer bardak su ile idare ederek, yaşam savaşı veriyorduk yine,tıpkı zindanda olduğu gibi.
….Gündüzleri oradaki boş alanlarda orada olan diğer tutsaklar ile konuşabiliyordum. İçlerinde çeşitli milletlerden çeşitli ırklara mensup adamlar vardı. Türkü, İngilizi Fransız’ı ve hatta arabı bile vardı İnsanların her çeşidi vardı buradaki ceza evinde.
….Bunlar ile, devamlı el kol hareketleri ile, konuşmaya çalışıyorduk. Gündüzümüz hiç fena geçmiyordu, fakat akşamlarımız olduğunda, gecelerimiz çekilmez oluyordu.
….Güneşin batmasını hiç istemiyorduk. Ne zaman ki güneşin kızıllığı, karşı tepelerin arkasında batmaya başladı, işte o zaman hepimizi bir hüzün kaplardı. Suratlarımız eğilir, boynumuz bükülür, güneşini yitirmiş bir ay çiçeği gibi boynumuz yere doğru bükülüveriyordu.
…..Yer altındaki, üç ay boyunca kaldığımız zindanlardan hiç de farkı olmayan soğuk buz gibi kayalık dehlizlerde yatıp kalkıyorduk. Yattığımız bu yerlerin, önceki kaldığımız acılar çektiğimiz üç ayı geçirdiğimiz zindandan, hiçbir farkı yoktu çünkü.
…..Tıpkı karanlık ve soğuk bir mağaralar gibiydi. Tek bir farkı vardı, o da buradaki sığınakların elle yapılmış, labirent şeklindeki yer altı dehlizleri şeklinde yerler olması idi. Yattığımız yerler, böyle bir kötü bir şartlara sahip yerlerdi.
….Bizler oradan kaçmak için ne kadar plan yaparsak yapalım, hiç birimizin buradan, başka bir yere kaçma ve buradan kurtulma imkanı yoktu. Dehlizlerin içlerine ışık veren delikler dışarıdaki uçurumlara bakıyordu. İnsan o deliklerden dışarı baktığında, bulunduğu yerin kolayca ne kadar yüksekte bir ve kayalık bir yer olduğunu hemen anlıyordu, ve oranın yüksekliğinden ürperiyor, sonra da oradan düşmekten bile korkuyordu.
….Ne oradaki boşluklardan dışarıya çıkmanın imkanı vardı, ne de oradan aşağılara atlamanın veya inmenin imkanı vardı. Orası uçuruma açılan tam bir kartal yuvasıydı sanki.
….Ama oraların manzarasına doyum olamazdı. Çünkü her taraf gözün alabildiğince bakabildiğin yerler, başı dumanlı sıra, sıra zirvelerdi. Bu dağlar bilhassa, akşam güneş batarken çok güzel görünüyordu. Masmavi gök yüzünün maviliği ile buluşmuş zirvelerde dolaşan puslu bulutlar, akşam güneşinin kızıllığına karışmış olan dağların zirvesinde, kızıl derililerinin dumanları gibi, rengarenk görüntüler içinde kavisler çizerek dolaşıyordu.
….Bizler her akşam gece olmadan, bu labirent gibi yerlerden geçip dehliz gibi yer altındaki insan eliyle yapma her tarafı taştan ikişer kişilik odalarda kalıyorduk. Sabah olunca da yine oradan çıkarılıp,yine ışık gören toplanma yerine götürülüyorduk.
….Yiyeceklerimizi labirentlerden yatacağımız, mağara gibi yerlere geçerken, bir köpeğe atar gibi önümüze atarak veriyorlardı. Tıpkı yatağına yatmaya giden evcil köpeğe,sahibi tarafından kemik atar gibi bir şeydi bunların bize karşı olan hareketleri. Onların bu yaptıkları da, bizi çok rencide ediyordu.
…..Labirentlere girişlerde, üst katlarda Arapların gardiyanların nöbetçilerin kaldığı odalar vardı. O odalardan dehlizleri ve labirentleri gören delikler vardı. Bizlere yiyecek ve su buralardan atılarak veriliyordu. Yemeğin yanında her birimize iki günde bir olmak üzere, üzerinde Camel yazan sigaralar veriliyordu. Fakat ben içmiyordum. Onu Suriyeli arkadaşıma veriyordum ve bu sigaraları o içiyordu.
…..Ceza evinin olduğu yer, dağın zirvesinde çok yüksek bir yerdi. Her tarafı uçurumlar ve kayalıklarla doluydu. Duvarlar hem yüksekti, hem de kalındı. Bana göre, oradan kaçmanın hiç imkanı yoktu. Kartal yuvası gibi bir yerdi çünkü. Kaldığımız bu yer, ceza evinden çok, bir Arap şeyhinin özel olarak yapılmış şatosunu andırıyordu.
….Bütün bunlara rağmen, buradaki yerden kaçmayı deneyenler de yok değildi. Bir defasında orada olanlardan, iki kişinin hapishaneden kaçmak için kale duvarlarından aşağıya inmeyi deneyerek, hapishaneden nasıl kaçmaya çalıştığını görmüştüm günlerden bir gün. Buradan kaçmaya çalışanlardan biri nöbetçiler tarafından vurulmuştu. Diğeri de, korkusundan olsa gerek, kendini aşağıya atıp taşların üzerinde paramparça olmuştu. Onların oradaki halini görünce, kaçmayı hiç denemedim ve düşünmedim bile. Sadece hep birileri tarafından gelip kurtarılmayı bekledim orada olduğum müddetçe.
…..Bu yerlerde esir olarak, Arapların elinde zindanda kaldığım hayatım dahil, tam üç yılım geçmişti.
….Aylar yıllar geçmişti ve yıl 1914, Aylardan da ağustos ayına gelmişti. Çöl sıcakları ortalığı, kasıp kavuruyordu. Neden bilmiyorum o yıl tek damla yağmur bile düşmüyordu oralara.
….Her taraf kuraktı ve sıcaktı. Gök yüzünde ne bir bulut vardı ne de esen ılık bir rüzgar vardı. Cehennem gibi sıcaktı dışarıdaki soluduğumuz hava. İşte böyle bir sıcak yaz gecesinin sabahında, dehlizlerdeki yattığımız yerlerden çıktığımızda, nöbetçi kulelerinden Arapça ve Türkçe sesler yükseliyordu.
….Türk olan tutsakların o gün serbest bırakılacağı, söyleniyordu.
….Ben çok bunu duyunca şaşırmıştım ve onlara kesinlikle inanmamıştım. Oraya gireli nerdeyse üç yıl olmuştu, ve ben artık kurtulmaktan iyice ümidimi kesmiştim.
….Arkadaşlarımla konuşmam hariç, ilk defa Türkçe bir sözcük işitmiştim orada.
….Bu geçen uzun zaman içinde, saçlarımız sakallarımız ağarmıştı. Adeta yaşlanmıştık.
….Halbuki ben henüz yirmi bir yaşını yeni bitirmiştim. Genç yaşımda birden yaşlanmış ve çökmüş biriydim, birden bire ellisindeymiş gibi yaşlanıvermiştim.
….Onun için benim aldığım bu habere, sevinmek gelmedi içimden.
….Daha sonra onlar biz Türkleri, orada Türk subaylarına teslim ettiler.
….Bir haylı da türk vardık orada tutsak olan. Artık hürriyetimize kavuşmuştuk ama, ben hala bir türlü, hürriyetime kavuştuğuma inanamamıştım.
….O kabuslarla dopdolu tam üç aylık zindan hayatı ve arkasından uzun süren bir tutsak hayatım orada bitmişti ama, ben de bitmiştim tükenmiştim.
….Fakat her şeye rağmen ben hala şok içindeydim ve bunun bizler için birer aldatmaca,bir kandırmaca olabileceğini düşünüyordum.
….Çünkü Araplara artık hiç güvenim kalmamıştı. Beni gören bu bir asker demezdi, ayağımdaki üç yılı doldurmuş yırtık, pırtık asker postalıma bakmazsa tabi.
…..Bir de hala başımda sakladığım ve hiç kaybetmediğim, devamlı gururla taşıdığım kırmızı fesime.
….Ben devamlı olarak, ceza evinden çıkarılış sebebimiz olarak, bizim Türk askerleri tarafından Arapların elinden, üç yıl kaldığımız bu eziyetlerle dolu yerlerden nasıl olup da kurtarılmış olduğumu düşünüyordum.
….Meğersem işin aslı hiç de, öyle değilmiş. O tarihlerde İngilizlerin askerleri Akabe limanını işgal ederek, bütün Yemen’i işgal edecekleri söylentisi yayılmış oralarda.
….Onun için bizleri esir eden, ve tuzağa düşüren İmam Yahya dedikleri Arap şeyhi, Yemen’in Müslüman olmayan birilerin eline geçeceğine, onların yerine Yemende Türkler kalsın daha iyi deyip, Osmanlı kumandanlarıyla yapılan bir antlaşma ile bizi tutsaklıktan bırakmışlar.
….Dedikleri gibi de olmuştu, aradan iki ay kadar sonra, 3 Kasım 1914 günü Akabe limanın işgal edildiği haberleri gelmeye başlamıştı çevreden.
….İngilizler burayı işgal etmişler,oradan da bütün Yemen’i hatta bütün Arabistan yarım adasını işgal edeceklerinin planlarını yaptıkları yayıldı etrafta.
….Ben ve yanımdaki diğer arkadaşlarım, binbir güçlük içinde, yaşam savaşı verdiğimiz bu üç yıllık bir esaret hayatından sonra, oradan ayrılarak tekrar Sana şehrindeki, kuzey Yemen’i koruma görevini yapan birlikler içinde, askerlik görevimizi yapmaya başlamıştık.
….Fakat süvari birliğindeki eski arkadaşlarımdan hiç biri yoktu bulunduğumuz askeri birliğin içinde.
….Ya onlar tuzağa düştüğünde tamamen ölmüşlerdi, ya da onlar başka yerlere gönderilmişlerdi. Görünenler içinde eski komutanım da yoktu.
….Yeni verildiğim bir birlikte sade, bir süvari askeri olarak askerlik yapıyordum, ve bu askeri birlik içinde, sık, sık bizi kuzey Yemen dağlarından yaptıkları baskınlar ile, buralardaki Türk askerlerini rahatsız eden onları baskınlarla vur kaçlarla öldüren Arap isyancı başı, Şeyh Hüseyin’in adamlarına karşı, takip işlerinde askerlik sade bir asker olarak askerlik yapmıştık.
….Çünkü o zamanki aylarda, Osmanlıların idare ettiği topraklarda yaşayan, Arapların liderlerinden isyancı Şeyh Hüseyin, devamlı olarak Osmanlı idaresine karşı sık, sık baş kaldırıyordu.
….Köylerdeki, kentlerdeki yaşayan Arap milletinin adamlarını halkını oralarda bulunan Türklere karşı kandırıp, onları Osmanlılar idaresi aleyhine karşı halkını kışkırtıyordu ve zaman, zaman karakollara baskınlar yapıp, Türk askerlerini vur kaçlarla öldürüyorlardı.
….Onlar daha çok bir Arap olan Şeyh Hüseyin veya onun silahlı adamlarının önderliğinde, çeteler halinde, sık, sık bizlere ve karakollara arkadan saldırıyorlardı.
….Yine günlerden bir gün, işte Arapların içinden çıkan, Osmanlılara karşı baş kaldırmış olan, en büyük Osmanlı düşmanı ve İngiliz yanlısı olan asi Şeyh Hüseyin’in silahlı adamlarının, Yemendeki halkın asayişini korumakla görevli olan köylerdeki bir karakolumuzda bulunan askerlerimize ani bir baskın basarak, askerlerimizi öldürdüklerinin ve onların hepsini karakolda katlederek,hiç birini sağ bırakmadan onları şehit ettiklerinin acı haberi gelmişti bizim komutanlarımıza.
….Şeyh Hüseyin önderliğindeki Araplar daha sonra da,başka yerdeki bir Türk karakolundaki, asayiş için görev yapan bütün askerlerimizi baskın yaparak öldürmüştü de, bizim karakoldaki askerlerimizi şehit etmişlerdi.
…Ben ve arkadaşlarım Sevr anlaşmasına kadar o çöllerde
asayişin sağlanması görevinde çalıştım ve anlaşma olunca da eve döndük
….dedi Yemen gazisi İsmail dayım.
….Daha anlatacağı pek çok acı tatlı hatırası anıları olduğunu söylüyordu ama, o gün çok yoruldum deyip anlatmak istediklerini başka güne bırakmıştı.
Tanıştım,
Sana dedikleri, yerle ben,
nice askerler, şehit düştü,
yollar da giderken,
Çöller gördük,
yandık, sıcaklarında,
ölümü, gördük,öleni gördük,
Kalleşliği, gördük,
Sana yolunda biz.
giderken.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.