- 1666 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
197 - SESSİZ SOHBET
Onur BİLGE
Bir an bile onu göremeyeceğim bir yere gitmek istemiyordum. Birkaç saatlik bir ayrılığa dahi katlanamıyordum. Onu, yirmi metre kadar uzaklıkta olduğu halde; elimi uzatsam, dokunuverecekmişim kadar yakınımdaymış gibi hissediyordum. Orada olduğunu biliyordum ya varlığını hissetmek; sarılmışız, göz göze dans ediyormuşuz gibi bir duygu veriyor, bu da mutluluktan uçmama yetiyordu.
Gelişimi gözlediğini biliyordum. Köşeyi döner dönmez beni arıyordu, gözleri. Gözlerimiz birbirine değince zaman duruyordu. Mekân boşalıyordu. Gözlerden başka bir şey kalmıyordu evrende. Bir roman başlıyordu; doyumsuz, bitimsiz, sonsuz huzur dolu; içim içime sığmıyordu!.. Hiçbir isteğim, arzum kalmıyordu. Aç, çıplak, sokakta, perişan kalsam, umurumda değildi!.. Gözlerim gözlerinde olsun, yeterdi! Ne kadar uzaktan bakarsa baksın, gözlerime baksın, yeterdi!..
Sevgi vardı gözlerinde, inanmışım. Katıksız, saf, arı, duru, eşsiz bir sevgi; anlatılması imkansız, ölümüne!..
“Ben varım! Seni, anlayamayacağın kadar çok seviyorum! Olmadığın zamanlarda nasıl özlüyorum, bilsen!.. Oh! Beraberiz ya! Kısacık da olsa, uzadıkça uzayan ayrılık bitti! Ne kadar mutluyum, şu an! Bak, oku gözlerimden! Sen benim canımsın! Benim için ne kadar değerlisin, bir bilsen!.. Benimsin, değil mi? Benim arkadaşımsın? Hiç ayrılmayacağız, birbirimizden! Hep böyle seveceğiz birbirimizi, değil mi? Hep böyle, sonsuza kadar, sonsuz bir mutluluk içinde yaşayacağız!” diyordu, bakışları. Benzer şeyler söylemek istiyordum, konuşmanın imkânsız olduğu yerde, sadece bakışlarımla konuşabiliyordum. Bir anda neler anlatıveriyorduk birbirimize!
“Benim için bir tek sen varsın. Senden başka kimse olamaz dünyamda. Sen, benim en değerli varlığımsın! Beni sevdiğini bilmek yetiyor bana. Uzaklarda olsan da seni görmenin mutluluğu yetiyor. Sevinç doluyor içime! Geldin ya, anlattın ya bakışlarınla, sevdiğini... Sadece yakınımda, görebileceğim bir yerde ol, yeter. Hiçbir şey istemiyorum, senden. Hiçbir şey beklemiyorum. Sadece görmek istiyorum. Gözlerini gözlerimden ayırma, bir an bile! Bakışlarını bakışlarımdan alma!
Bir süre veya sonsuza kadar yakınıma gelme, konuşmayalım, hiç dokunmayalım birbirimize. Hep arkadaş kalalım. Birbirimizden başka kimseye, bir an için dahi kaymasın bakışlarımız. Baksak da görmeyelim. Hep böyle özleyelim, birbirimizi.
Gün içindeki kısacık ayrılıkların her anında düşünelim, bir an unutmayalım, çıkarmayalım aklımızdan, hep böyle, ölünceye kadar!” diyordum, birkaç saniyeliğine gözlerine daldığımda.
Sessizce bakışıyorduk. Kalabalıklar içinde birer çift gözdük. Kimsenin hissedemediği yoğunluktaki sevgiler taşıyorduk, yüreklerimizde. Karşılaştıkça, uzaklardan bakışarak anlatıyorduk, birbirimize olan sevgimizi. Bazen bir anlık kaçamak bir bakışla... Bazen saniyelerce, hiç kimsenin bizi görmediğinden emin olduğumuz zamanlarda. O bir anlık kaçamak bakışlarla telgraf çekmişçesine... Baş başa olduğumuz zamanlardaysa; dakikalarca, emsalsiz bir aşk masalı yaşarcasına... Bir roman yazıyorduk, hiç konuşmadan. Öyle bir aşk yaşıyorduk ki beklentisiz, akıllara zarar!..
İlk bakışmamızı anımsıyorum. Bir an için göz göze geldik, kalbime simsiyah aktı da aktı... Hiç bilmediğim bir histi, gözleri.
Onu ilk gördüğümde, karşıdaki apartmanın köşesini dönüyordu. Sanki bir ömrü yaşamış, bitirmiş, sönüyordu. O yabancı değildi. Çok iyi bildiğim bir insandı ama o ana kadar onu hiç görmemiştim. Sanki bana:
“Neden bakıyorsun bana öyle, tanıyormuş gibi? Birine mi benzettin yoksa?” der gibi baktı, bir anlığına ve başını çevirdi. Çiçeklere bakıyormuş gibi yaptı.
“Ben yabancı değilim!” demek istedim ona. Bana bakmasa da:
“Peki ya kimsin?” dedi sanki.
“Beni buralarda herkes tanır. Sen de tanırsın.” dedim. Tanırdı tabi. Tanımıyor olsa da tanımalıydı.
“Nereden tanıyacağım? Ya sen beni tanıyor musun?” dedi, beynimde.
“Hayır ama yabancı değilsin sen de... Ünlüler tanınır, tanımaz. Kalu Bela’da yan yana söz vermiştik, Allah’a. Ne çabuk unuttun?” diye şaka yaptım, sonra. Nihayetinde din kardeşiydik. Üsteledi sonra, hiç duymadığım sesiyle:
“Buralardaki kızlar sarışındır, genelde. Oysa senin saçların simsiyah, tenin yanık... Nerelisin? Sen kimsin?”
“Antalya’nın kara kızlarından biri...” dedim ve gülümseyerek devam ettim, yoluma. Virane’ye gidiyordum.
Bir arkadaş gelmişti, bana. Ne kadar sevinmiştim! Aynı yöne gidiyorduk. Takip ediyor muydu, acaba? Arkama bakamıyordum. İzlediğini hissediyordum ama. Ya da yakınımda hissettiğim için bana öyle geliyordu. Düşüncelerim getiriyordu onu arkamdan. Bilmiyorum.
Ağır görünüşünün altında bir çocuk gizliydi. Bir ben biliyordum o çocuğu. Belki kendisi dahi farkında değildi. Belli bir yaşa geldiği ve artık çocuksu olmaması gerektiği düşüncesindeydi, belki. Onun için cıvıl cıvıl değildi benim gibi. Adımlarını düşünerek atıyordu, sanki. Onu herkes, dışarıya gösterdiği kişiliğiyle tanıyordu, bense içine bakıyordum. Gün geçtikçe zannımda yanılmamış olduğumu anladım.
Arada komik şeyler de oluyordu. O da bana uyuyor, gülümsüyordu. Mesela bir keresinde, karşıdaki küçük çocuğa bir taş attım, yolun kenarına çekilmesi için; araba geliyordu, ezilecekti! Onu görmemişim. Taş onun ayağına geldi. Başını kaldırıp baktı bana... Nasıl utandım! Kıpkırmızı oldum, son derece mahcup... Bir şey de diyemedim. Özür falan dileyemedim, yani. Çünkü onunla konuşulmazdı. O, kızlarla konuşmazdı. Prensip sahibiydi. Belki tarikatçı falandı. Belki de bir cemaat mensubu... Aksi halde, Virane’deki erkek arkadaşlar gibi olurdu. Onlar oldukça rahattı. Çok fazla kız erkek ayırımı da yoktu aramızda. Nihayetinde ben yüzde elli bir bayan sınıfına giriyordum, onlar yüzde kırk dokuz... Yüzde kırk dokuzum erkekti ve yüzde birlik fark mıydı başıma kakılan? Kendimi onlar gibi görüyor, onları kendim gibi algılıyordum.
Ya İlhan’da ne fark vardı? Onda bu oran artmış, yüzde doksan dokuzlara mı vurmuştu da gelip tam aklımda durmuştu?
Bir temmuz günü, öğle sonu evdeydim. İkindiye dönmüştü zaman. Güneş, olanca ihtişamıyla karşımdaydı. O güneş bakışlar da ısrarla bakışlarımı arıyordu. Neler diyecekti, neler anlatacaktı acaba? Yoksa bir dayanıklılık oyunu mu oynayacaktık?
“Kim, kimin gözlerine daha uzun süre bakabilir? Bakalım önce sen mi kırpacaksın, gözlerini yoksa ben mi? Yarışa var mısın? Güneş tam karşında! Ona göre... Benim işim daha kolay!” mı diyordu, bana?
“Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! Güneşe alışığım ben! O, benim aşkım! Antalyalıyım! Güneşin kızıyım! Acıyan, sana acısın! Gözlerim, güneş ışığıyla döndü, elâya. Simsiyahmış, doğduğumda. Bak bakalım, kaç güneş yanıyor içinde! Ne kadar dayanabileceksin, o ateşe!” dercesine baktım, çok uzaktaki kapkara gözlerine.
Belki de kapkara değildi. Kahverengiye çalıyordu belki. Hayalime kalmış, o kadarı. Ben ona yakından hiç bakmadım ki!
İşin garibi, tırnaklarımı düzeltmiştim de içerde, tozun dışarıda kalması için pencereden aşağıya sarkmış, törpülemekteydim. Bakmam gerekmiyordu ki elim işini biliyordu. O nedenle hiç istifimi bozmadan baktım. Birkaç saniye dayanabildi. Arada kaç kere kırptı, bilmiyorum. Sadece kırpmak mı? Hani bir süreliğine güneşe bakınca gözleri kamaşır ya insanın, hemen kapatır da kendisine gelmek için bir süre beklemek zorunda kalır ya işte aynen öyle oldu. Hem de birkaç kez... Yüz ifademde hiçbir değişiklik olmadı ama içimden kahkahalar attım!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 197
YORUMLAR
Kimse göremez senin ruhundaki çocuğu
Seni sen sanıyorlar, anlayamaz ki çoğu.
Ruhumuzdaki çocuk saf,temiz,kinsiz,garazsız,
Kimseye düşman değil,insanlara zararsız.
Ne yazık ki enemiz.bu çocuğa karşı duyarsız.
Kutlarım efendim.Gene ilham kaynağımsınız bugün.
feyzi kanra tarafından 10/22/2009 11:14:23 AM zamanında düzenlenmiştir.