Bir Aşkın Kırık Öyküsü
Elmalı; kırk beş kilometre… Çok uzun ve yorucu geliyor şimdi, bu yol. Yabancı ve meraklı bir konuk gibi burnunu sağa sola sokarak tırmanan minibüs ürkek ürkek hırıldıyor. Ya da ben, üzerime geçirdiğim ruh elbisemi, ona da örtüyorum. Ortak bir yanımız olmalı; yoksa taşıyamayız birbirimizi.
Hiç bitmeyecek sanki dönemeçleri büke katlaya tırmanışımız. Makiliklerin arasından ilerledikçe, sol yanda, git gide kuşbakışına dönüşen irili ufaklı ovalar geride kalıyor. Sağ yanımız Toros egemenliği. Yer yer keçi karaltıları beliriyor yamaçlarda.
Yıllar önce, yine buralardan geçerken, ilk kez gördüğü keçi sürülerine bakıp “Aha!.. Keçi tarlası” demişti Karadenizli bir arkadaş. Uzun uzun gülmüştük.
Gökyüzüne takılıyor gözlerim. Tedirgin bir merhabanın çengelinde asılı kalıyor mavi ova. Su durusu duruşuyla mavinin resimliği. Mavi değil aslında; mavimsi, göğümsü bir yokülke, düştenülke.
Ne zaman gökyüzünü ve dağları sorsam babama; Torosların kırılgan aşk öyküsünü anlatırdı bana. Kırılgan ama yürekli dağların duruşunu anlatırdı; hiç bıkmadan, sanki tanıkmışçasına, sanki ortakmışçasına hüznüne. Gözleri kısılı, dilinde dağların görkemli yası.
Helenistik Tanrılar çağında, Pan ile Poseidon arasında bir savaş başlamış. Aşk ve yetke savaşı. Gökyüzüyle sevişip, onu, kendi rengine boyamak istermiş, her ikisi de.
Gökyüzü, ağlamaklı. Gökyüzü, çözümsüz. Kırk yamalı derviş hırkasına dönmüş yüzü. Maviden turkuza, yeşilden kahveye, sabahın buğusundan akşamın kızıl alacasına kadar. Bütün renkler kendi öyküsünü sırtlanıp geliyor ve süslüyormuş göğü kendince.
Bir gün Poseidon çıkıyor göğün yüzüne, denize boyuyormuş dalga dalga . Ertesi gün Pan çıkıyor, göz alıcı görkemiyle yeşilli yormuş enginleri.
İrem bahçeleri soluyormuş kıskançlıktan. Dünyanın altı üstüne gelmiş. Görülmüş ki; o kadar da kötü değil dünyanın altı. Açılmış gizler sandığı. Dökülmüş ortaya ne varsa; insansı, yaşamsı, yersi, göksü. Yaşamlığın anlamı açık edilmiş, bu savaşta. Tanrılığın öte yanı görünür olmuş. Görünür olmuş ki; insana çıkıyor tüm yollar, aşka çıkıyor. İnsanın elinden ve dilinden bulaşıyor tüm dünyaya ve gök ülkeye elbette.
Eli ayağına, usu alımlamasına karışmış Tanrıların. Zeus’un tepesi atmış korkudan. Gitmiş ve bir güzel fırçalamış göğün renkli yüzünü. Albenisi patlıcana çalmış gökyüzünün. Tüm renkler kırılmış tanrılara, solmuşlar. Darılmış gökyüzü, bulanmış gözlerinin bebeği. Aşka da, Tanrılara da susmuş bir zaman. Sonra dile geldiğinde seslenmiş mavinin ve yeşilin Tanrılarına. Demiş ki; “Ya anlaşır aşk ve barış sürersiniz yeşille maviye, ya da ben boz bulanık bakarım yeryüzüne.”
Bir zaman, çamur ve kırılgan düşler yağmış dağlara, denizlere. Keçi çobanlarının kepeneklerinden sızmış kırılmanın nemi. Yüreklerine ulaşmış acısı. İnsanoğlu bilmiş aşk üşümesini. Avucuna koymuş ısıtmak için. Oysa yürek sobası gürül gürül beklemedeymiş; sarmak için sevmek üşümesini. Bilememiş insanoğlu. O gün, bu gün, yüreği yanarken, ellerinde buz taşırmış ocağına aşk düşürenler.
Elmalı; yirmi beş kilometre…. Tırmana tırmana bir düzlüğe ulaşıyoruz sonunda. Önümüzde Konya Ovası’nın çocukluğuna benzeyen, kocaman bir ova başlıyor. Sapsarı anız tarlaları, kıraç yamaçları ve kurumuş otlarıyla suskun ve yorgun bir göl…
Anlatılan öykünün sonunu bilmenin ağırlığı ve dağlara, taşlara duydukları saygının derinliğiyle dinliyor zamanı sararmış ova. Kurdun kuşun çıtırtısı dinginliğinden. Rüzgâr, uzamaya başlayan gölgeleri öpüyor esrik yüzlerinden ve öykünün kalanını dinlemeye çağırıyor gönül kulağı duyanları.
Elmalı; yirmi kilometre….. Bir yaz akşamı ivecenliği yol kıyılarında. Aynı elbiseyi giymişiz; ürkeğiz kuşlar kadar. Bir kanat vuruşundan damlıyor hüzün. Öteki kanat vuruşu nerden yırtar yufkamızı? Ah, sarımsı vuruluşumuz…
Sarı gölün yüzeyine vurmuş yeşil adacıklar gibi köyler. Yaklaştıkça artıyor yeşilin egemenliği. Elma bahçeleri, pancar tarlaları ve üzümlükler çıkıyor önümüze. Anızın yoksulluğuna inat, varsıllığın görsel senfonisi gibi sarıda yeşil. Üzümlükler, salkım saçak asmalarıyla, tanelerine ala düşürmüş güneşten. Tanrısal bir şarap şölenine hazırlanıyor, ivecen.
Akşamın kızıl saçlarını dağıtıyor, bulutlarda rüzgâr. Kulakları, öykünün hüzünlü konuğu.
Tanrılar Başı Zeus, Tanrılığını aşmış bir gün. Arabulucu gömleğini geçirip üstüne, çağırmış Poseidon ile Pan’ı. Birinden bir tas deniz istemiş. Ötekinden bir avuç orman. Atmış ağzına denizle ormanı, geviş getire getire öğütmüş. Sonra homurdana homurdana tırmanmış Torosların en tepesine ve gökyüzüne doğru püskürtmüş denizle ormanı. Böğürtüsü Teke Yarımadasını tutmuş, Akdeniz vurulmuş can evinden. Toroslar yangın biçmiş.
Bitmiş savaş. Kurtulmuş gökyüzü. Mavisine yeşil, yeşiline beyaz, beyazına gri karışmış. Dalmış suların koynuna, şöyle bir silkinmiş; türkuaz ışıklar basmış Akdenizi. Barışmış sularla gök. Yakamozla sevişmişler. O günün, o barışmanın anısına, hep türkuaz kalmış Akdeniz. Ne zaman gökyüzünü özlese, yakamozlanırmış suları, aşka kesermiş gecenin karanlığında yalpır yalpır.
Bir yanı şölende, öte yanı ölende olurmuş zamanın. Böyle gecelerde çobanlar, kaval üflermiş Torosların kulağına. Duymasın, bilmesin bu aşkı da, öldürmesin yeşil yüreğini diye.
Oysa Toroslar büyük bir acıyla sezmiş olanı biteni. Sezmiş ama yine de almış göklerin merhabasını, kırılganlığına gömmüş. Acısını yeşiline gizlemiş, zehir gibi. Geri çekilmiş koyaklarına. İçten içe sararıp solmuş renkleri. Hüzünlü bir dervişin gözleriyle bakar olmuş göğe.
Elmalı; beş kilometre. Gölgeler uzuyor git gide. Kızılımsı bir yorgunluk çöküyor sarıya. Rüzgâr, fısıltıdan geçip, akşamı yetiştirmeye çalışıyor öykünün kalanına. Hüzün bulaşığı elleriyle okşuyor akşamın inen yüzünü.
Elmalı, ivecen ivecen yaklaşıyor bize. Sokaktan çocuklarını toplayan bir anne gibi, bir eli belinde, ötekisini gözlerine korunak etmiş ışıktan. Çok varlıklı günler görmüş, görgülü, bilgili ama artık sözünü çoluk çocuğa geçiremeyen, yıpranmış, yaşlanmış Osmanlı kadını dedikleri türden. İç geçiren solumalarla karşılıyor bizi. Arabesk bir ruh kondu kokuyor görünüşü ve sokakları. Yalnızlık duygusu, gri bir yoksulluk duygusuna akıyor akşamın son yolcularıyla birlikte.
En tepede duran Zincirli Kaya, kendi öyküsünü anlatıyor olmalı birilerine. Sinan Ümmi Türbesi, çoktan çekilmiştir mistik yalnızlığına. Selçuklunun görkeminden kalan Ömer Paşa Camisi ve Yeşil Cami, hala geçmişin görkemine yakın bir yetkeyle yaşıyorlar ilçede. İç içe geçmiş ve üst üste giyinmiş zamanlar sarmalı bir durum, bu. Tinsel bir yoğrulma aynı zamanda. Hamurundan tutucu ve göçmen kokular yükselse de dönem dönem; Teke yöresinde yaşamış türlü halklara kucak açmış, onlarla yarenlik etmiş bir kasaba klasiği burada yaşam. Son dönemlerde Antalya’nın ve turizmin kör noktasına dönüşmesine rağmen, İslami kültür ve yazın adamı Elmalılı Hamdi Yazır’a beşiklik etmiş; ederken de onun ışığıyla tanınmış bir kültür coğrafyası.
Ömer Paşa Camisinin bir eklentisi olarak yapılmış olan ve hala o özellikleriyle yaşayan taş yapı kütüphane. Serin ve gizemli raflarında el yazma eserler saklayan taş duvarlarıyla sıradan ilçe halkının hiç ilgilenmediği, hatta hiç bilmediği o tarihsel ve kültürel zenginliğin suskun bahçesi. Kitaplar evi.
Onun da hüzünlü ve buruk bir öyküsü vardır elbet ve günü gelip dili çözüldüğünde anlatır belki kendisi. Varmayalım üstüne, zorlamayalım suskun kapısını.
Gün ola akşama döne yüzünü, zaman aka kendi yatağında derken; arabamızın akışı bitiyor ve öylesine bir ses çağırıyor öykünün geri kalanını dinlemeye. Hiçbir özelliği olmayan bu sese, kaval sesi katılıyor tüm güzelliğiyle. Ve başlıyor çobanların dinletisi bir kez daha.
O gün, bu gün makiler sarmış Torosların yamaçlarını. Ormanları ölmüş ağaç ağaç, acıdan. Yüreğini yiyen kurt gibi ağmış keçiler doruklarına. Hiç ses etmemiş. Yörük çobanları anlamış bunu. Sürüleri de. Ne zaman bir çoban damı ya da keçi ağılı yapsalar Toros yamaçlarına, kapısına mavi sürmüşler; gökyüzüne saygılarından. Ama duvarlarını ve çitlerini çalı çırpıdan yapmışlar. Sararmış otlardan, kurumuş dallardan. Torosların hüzünlü yalnızlığını paylaşmışlar saygıyla, anlayışla.
Yaz gecelerinde, ne zaman dolunay vursa sulara, gökten bir yıldız kayarmış çoban damlarına. Gökyüzü, kendisi için sararıp solan ama yine de çırılçıplak bir görkemle bakan Torosların gönlünü almaya gelirmiş Akdeniz’den gizli gizli.
07 Ekim 2009- Antalya
Serpil Başak
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.