İnancın Doğası ve Evrim Düşüncesi
İnanç, kitleleri bünyesinde toplasa da yeryüzünde hiçbir olgunun olamayacağı kadar sübjektif bir yapıdadır. İnancın sağlam ritüelleri bir din olarak meşruluk kazanır ve insanlar yaşadıkları dinin aşırı sübjektifliğini hayatlarının her alanına yaymak suretiyle sadece akılda yaşaması olası olan bu olguya nesnellik katmayı başarır. Yeryüzündeki binlerce din ve milyonlarca tanrı bahsini ettiğim sıkı ritüellerin gücüne sığınarak yaşama imkânı bulmayı arzulamakta ve bu isteğini gerçekleştirmeyi başarmaktadır. Zamanla insan doğasının değişmesinden dolayı kuralları yıkılan geçmiş tarihin dinleri her ne kadar inançlıların sıkıca tutundukları bir güç olmayı başarmışsa da varlıklarını ileri nesillere aktarmaya muktedir olamamışlardır. İnançlının gözü kör, mantığı soluk bir ışıkla seyrediyor olması bir inanç sisteminin ayakta durması için yeterli gücü oluşturmaz. Her inanan mantığının kabul ettiği argümanlara sığınmayı benimseyecektir. Doğuştan, psikolojik baskıyla bilinçaltına empoze edilen inanç uyarıları bir iki nesil boyunca varlığını kudretli bir yapıda sürdürmeyi başarır; insanın doğası değişene ve inanç ritüellerinin kandırıcılığı azalana kadar. Taze bir inanç sisteminin bilinçaltına yapacağı empozeler oldukça etkilidir. Örneğin puta tapıcıların tabuları yıkılmadan önce, kendi yaptıkları nesnelere mucizevî bir anlam yükleme eylemleri mantık sahasını aşan bir çaba olarak görülemez. Zaman insanlara gelişim için belli bir opsiyon tanır. Görüyoruz ki putperestler kendilerine tanınan süreyi bir hayli aşıp tarihin karanlık kısımlarında kalmışlardır. Oysa zamanın insanların gelişim süreci için tanıdığı bu avansı bazı kitleler belirli nedenlerden dolayı değerlendirmeyi başaramamış, beklenileceği ve inanç düzeneklerinde olduğu gibi yaşam kalitelerinde de çağa ayak uyduramamaktan muzdarip hale düşmüşlerdir. Bazı nesnelere anlam atfetmek ve bu doğrultuda beklentilere girmek putperestlikten kalma bir alışkanlık gibi duruyor. Oysa günümüz inanışlarında da put severlikten kalma olduğu sezilen ufak ibadet yansımaları çağın inanç mantığını zedelemeden bir inanç sistemine gizlice monte olup yaşamını devam ettiriyor. Belki de bu yüzden tarihte olduğu gibi ya da felsefede ve bilimde olduğu gibi dinde de dinin basitten karmaşığa gidip komplike bir hal almasını insan alışkanlıklarının birikimci yapıda olmasına bağlayabiliriz. Her dinin içinde bulunan pek çok tabunun kolayca elemine edilememesinin sebebini izin verirseniz vücudumuzun son derece gelişmiş sinirlerinin zayıf psikolojimize yaptığı baskıda aramayı arzu ediyorum. İnsan vücudu bu derecede dış ortama duyarlı olmasaydı zaten bir varlık olamayacaktı. İnsanın bu durumunu Antropik ilkeye benzetebiliyorsak evrim düşüncesini kabul etmiş olacağız. Biz acı çekeriz çünkü acı çekecek şekilde evrimleşmeseydik var olamayacaktık. Acıdan kaçmayan ya da kaçamayan bir varlık genlerini ileriki nesillere aktaramayacak kadar şanssız bir halde bulabilir kendini. Ölümün biz farkında olmasak da en korkutucu yanı budur. Acının getirdiği korku bilinçaltımızda bizi cesaretsiz bir varlık olmaya iter. Birbirimize anlatırken inanmadığımız mistik dini hikâyelere inanıyormuş gibi yaparak sessiz kalmak acının korkusunun ölümden sonraki bilinmezlikle birleşerek ruhumuzda oluşturduğu cesaretsizliğin mantığımıza yaptığı bir yıkımdır. Dikkat edilirse pek çok dinde inanan kişi sinirleriyle uyarılır. Cehennemin ya da öldükten sonra baş başa kalacağımız korkunç yaratıkların tek meşgalesi sahip olduğumuz sinir uçlarımızdır. Bir bakıma hayat ve hayata dair beklentilerimiz beş duyumuzun sayesinde bir anlam kazanmaktadır. Bunun dışında nasıl ben doğduğum zamandan bu yana evrende gördüğüm nesneler ve varlıklar dışında hiç görülmedik bir maddenin hayalini zihnimde canlandıramıyorsam insan duyularına hitap etmeyen tehlikeler de havada asılı kalan bir mermi gibi bir etki yaratmaktan oldukça uzak kalacaktır.
Doğanın karmaşası, aklımızın nedenselliğe alışmasından ötürü hissettiğimiz eksiklik duygusunun yanında ölümden sonraki karanlık insanın bir tanrı edinmesine neden olur. Tanrı ihtiyacı insan var olduğundan beri sabittir ancak tanrıların şekilleri ve özellikleri devamlı değişime uğramaktadır. Güneş olabilir tanrı ya da bir başka insan. Belki bir heykeldir ya da bir hayvan. Her durumda bir tanrının olması gerektiği gerçeği değişmez. Değişim insan ufkunun genişlemesiyle inanışların yapısındadır. Bilim ilerledikçe tanrı daha soylu bir hal alacaktır. Geçmiş binyılların tanrısı insanoğluyla bir tür cinsel münasebette bulunabilirken günümüz tanrıları oldukça gelişmiş yapılarıyla karmaşık ve mantıklı bir hal almıştır. Bu basitten karmaşığa akış insan zihninin evrimsel süreçte aldığı yolun mesafesi olarak gözlendiğinde giz ortadan kalkacaktır. Bilimin bulguları sonucu haberdar olduğumuz ve itibar gören bigbang teorisinin verilerinin dışında kalan tanrılar hazin bir şekilde insanlar tarafından terkedilmiştir. Evet, evren bir kaplumbağa sırtında olamaz o halde evren sıfır noktasında yoktan var edilerek yaratılmıştır. Evreni yaratan kudret doğal olarak zamanın ve mekânın ötesinde akılların idrak edemeyeceği bir konuma sahip olmalıdır. Tanrının yapısını net bir biçimde idrak edemememize rağmen tanrının ne olmadığı konusunda pek çok fikir beyan edebiliriz. Belki de ‘tanrı ne olmamalıdır’ düşünceleriyle gelişecek bir fikir düzeninden tanrının gerçek mahiyetine ulaşmamız mümkün olacaktır. Her insan yaratıcının özellikleri arasında bulunduğu vakit yaratıcıya gölge düşürecek mahiyetlerin bir listesini yapmaya muktedirdir. Örneğin aklıselim biri ‘tanrı öfkelenen bir varlık olamaz’ maddesini kendi listesine eklediğinde evrensel tanrının öfkelenmeyen bir yapıda olduğunu varsayar. Yeryüzünde bu maddeye karşı çıkacak pek çok zihin bulmakta güçlük çekmeyişimiz zihinlerin belki de binlerce sebepten dolayı kademelere ayrılışlarının kanıtlarıdır. Bir insan öfkeyle haykıracaktır; ‘ tanrı tabiî ki öfkelenebilir’ ancak gözlemlendiği gibi öfkelenmek insan ve hayvan özellikleri arsında sayabileceğimiz bir duygusal oluşumdur. Öfke duygusu tanrıyı insan yapısına yaklaştıracağından bir tanrının öfkelenecek bir yapıda olmaması gerektiğini çıkartabiliriz. Aklımızdaki kusursuz yaratıcının öfkelenecek kadar yarattıklarının seviyesinde olduğu gerçeği kusursuzluk kavramından ziyade inanç düzeneğine de derin darbe vuran bir düşünce yanılgısıdır. Tanrı ne olmamalıdır düşüncesiyle hazırlayacağımız listede ‘tanrı düşünemeyen bir varlıktır’ maddesi bulunmalıdır ki benim listemde bu madde başı çekmektedir. Düşünce dediğimiz soyut eylem zihinlerde, beynin kıvrımları arasında, sinir uçları sayesinde gerçekleştirilen bir eylemdir. Düşünmek haddinden çok fazla insansı bir unsurdur ve bunu kusursuz tanrıya yakıştırmak tahmin edileceği gibi çok saygısızca olacaktır. Düşüncenin içeriği yorumlamak, kıyaslamak, analiz etmek, çıkarımlar yaparak davranışlara hazırlık yapmak, doğru ya da yanlış sonuçlara varmaktır. İnsan düşünür çünkü eyleme geçmek için düşünmesi gerekmektedir. Düşünceden yoksun hareket eden kişi toplumda göze batar, bunlar da genelde deli dediğimiz düşünce sistemi çökmüş kişilerdir. Düşüncesizce davranabilir insan bu da yanılgıdır. Yanılgıya sağlıklı düşünememenin yanında pek çok etken sebep olabilir. Sonuç olarak insan düşünmek zorundadır ve düşünmek aslında aktarıla gelmiş olduğundan farklı, insanı güçlü ve yetkin yapan bir özellik değil onu daha da acizleştiren bir yetidir. İnsan çabalarıyla hazırlanmış teknoloji harikası bilgisayarlar bile bir işlem yaparken bir müddet düşünme gereği duyar. Oysaki tanrı düşünmez. Çünkü düşünmek az önce belirttiğim gibi aciziyet kokan basit bir eylemdir. Bilgisayarlar gibi önceden tasarlanmış robotsu ve yapıcısı belli makinelere benzer insan. Asıl olan değildir. Düşünmeyendir asıl olan. Sonuçta düşünemeyen bir varlık karar da alamaz. Düşüncenin çocuğu kararlardır. Karar almak düşünmek kadar acizlik kokar. Yanlış kararları verecek olana herhalde tanrı gözüyle bakamayız. Karar veren de doğru ya da yanlış karar olsun, bir tanrı değildir. Çünkü kararlar düşünce sonrası gelen seçme eylemine yandaş bir yapıdadır. Seçmek ve seçenekler olası bir tanrının önünde belirecek yollar olamazlar. Seçenek ve sonrası gelen karar zamana da yandaştır ve bildiğimiz gibi olası bir tanrı zamana tabi değildir. Düşünceyi daha belirgin hale getirecek olursam; bir tanrı ‘ şöyle bir varlık yaratmak istiyorum’ diye düşünmez, düşünmediği için böyle bir karar almaz, bunun için böyle bir seçenekten bahsedemeyiz. O halde tanrı bu özelliklerden uzaksa şöyle bir sonuç çıkartabiliriz. Tanrı olması gerekendir ve yaptıkları da yapması gerektikleridir. Her şey, doğa, âlem, evren kaçınılmaz bir oluşumun eseridir ve hiçbir şey daha farklı olma yoluna gidemeyecektir. İbn-i rüşd’ün ilk akıl muhakemesine yaklaştığımın farkındayım. Rüşd e göre ‘ilk akıl’ evreni ve yıldızları yaratır ve köşeye çekilir. Gerisi doğanın içinde barındırdığı tanrıdan aldığı akılla oluşumları tamamlamak. Dünyada bu oluşumlara ‘evrim’ diyoruz. Evrim sadece insanın değil eşyanın da karmaşıklaşarak ufak değişimleridir. Hay aksi, insanla eşya arasındaki fark birkaç elektron farklılığı değil miydi? Biz, her birimiz 14 milyar yaşındayız ve bu zaman dilimi evrenin başlangıcına işaret eder. Atomlarımız molekülleri oluşturur, moleküller elementleri, elementler evrene bir şekil verir. Anasır’ı Erbaa diye tanımlanan oluşumların temelindeki hava, su, toprak ve ateş ( tahta mı) atomların farklı dizilişlerindeki farklılıkları yansıtırlar. Evrenden bir atom eksiltemez ve ona bir atom ekleyemeyiz. Oysa her şeyin temeli can sıkacak kadar aynıdır. İlk oluşumda plazma değerindeki parçacıklar soğuyarak bir araya geldiklerinde bir yapı oluşturdular. Havasutoprakateş. Evrendeki tüm maddeyi yeniden ilk oluşumdaki gibi fena derecede ısıtıp parçacıklara ayırsak ve tekrar soğutsak ortaya ne tür bir oluşum çıkacaktır. Muhtemelen havasutoprakateş. Evrenin belli bir konuma gelme inadı devam edecektir. Olması gereken olacaktır. Ve bedenimizdeki hücreleri oluşturan atomlar ilk oluşumdaki samimiyetlerini korumaktadırlar. Hücreler dokuları dokular sistemleri oluştururken bir insan vücudu korkunç derecede madde dediğimiz evrenin can bulmamış kaba halinden karmaşıktır. Onu karmaşık yapan evrim sürecinin milyonlarca yıl süren ufak mutasyonlarının gücüdür. Temelde insanın bir kayadan pek bir farkı yoktur. Oysa evrenin insan bilgisi ilk akılla yıldızlara bahşedilmiştir.
İnternet ve basında evrim düşüncesinin anlatıldığı öğretici yazılar vatandaşların ulaşmalarını engelleyecek önlemlerle hasıraltı edilmiştir. Evrim düşüncesinin yayılmasından korkan kesimler bir toplumun gözlerini bağlayacak ve yanlış da olsa bazı bilgilere ulaşmalarını engelleyecek kadar densizdirler. Ortada şahsi inancıma göre dünyada yaşamın gelişmesini en mantıklı şekilde açıklayan bir teori var ve bu insanlardan uzak tutulmaya çalışılıyor. Ben bir insan, bir vatandaş ve bir bireyim. İstediğim zaman istediğim bilgiye ulaşma hakkına sahibim. Oysa bu bilgiyi saklama çabaları ne kadar çağ dışı ve alçakçadır. Evrim teorisine karşı olan görüşler her yerde insanların ulaşabileceği kolaylıkta sergilenmekte ve hatta evrimi karalayan yazılar insanların beyinlerine sokulurcasına dikte edilmektedir……….
YORUMLAR
Aklın ve bilimin yöntemlerine kapalı ''Türk_İslam senteziyle '' biçimlenen yeni 'Türk insanı' profili asla üretemez ve emirlere itaat etmekle yükümlüdür.Doğru algılayamaz,sorgulayamaz ,bilgiyi bilmekten ve yaşantısında kullanmaktan çok,bilgi taşıyan bir araç halıne gelmiştir.
Sizi kutluyorum...
Evrime olan inancım yeni bulgularla daha çok pekişti..
Kilise özrünü diledi,bizim aymazlarımız ne zaman özür dileyecek bilim adamlarından ve DARVİN'den???????