- 826 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
OLMADI!...
[ italik
Merhabalar...öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, ölümün, soğuk yüzünün pek ayırım yapmadan, yüce ve değerli insanlara da yöneldiğini biliyoruz. Ancak, ki en azından ben, ölümün, yitip, yok olmaktan öte, ölenin dünya değiştirmesini ve aramızda bir yerlerde bizleri izliyor, hatta bazı zamanlarda bizlere veya ya-kınlarına yardımcı olduklarını bile, en azından şahsım adına hissediyor ve böyle düşünüyorum. Bu nedenle sevgili Demirtaş Ceyhun’ kocaman bir merhaba de-mek istiyorum...
Belirtmek istediğim bir başka konu da, zaman, zaman İzmir’de düzenlenen,
TÜYAP (kitap fuarı)’ da karşılaştığımız Demirtaş ağbi, hocam olan büyüğüm, saygıyla andığım Aziz Nesin’ in TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası)’den arkada-şı. Aziz hocamla, edebiyata yıllar önce yeni başlayan bir tür öğrenci, hoca ilişki-sinin arasında yer alan, sevgili Demirtaş ağbi, bu samimiyetin, benim açımdan samimiyetimizin doruklarına ulaştığı isimdir. Onunla ilgili anılarım, onu seven-lerin, onun dostlarının olduğu kadar, benim de çoktur. Çünkü; Demirtaş Ceyhun, dost canlısı ve adeta gönül insanı diye tabir edebileceğimiz bir yüreğe sahipti...
Anılara geçmeden önce, bana okuduğu ve ezberlettiği bir şiir vardı. Ondan söz etmek istiyorum. Bu şiirin, elbette tamamını aktarmak amacında değilim. Ancak, etkilendiğim salt, iki mısrasını paylaşmak istiyorum. Bu şiir, Şair Eşref
in bir şiiri. “ Bir soğan doğranıyor, yaşarıyor gözler / Bir devlet soyuluyor, al-dırmıyor öküzler...” Bu şiiri, sizlerle paylaşmamın bir diğer nedeni ise, Demirtaş ağbi, siyasal görüşleri ulusal anlamda belirgin ve yoğun yaşayan bir insandı. Hatta bazı zamanlarda yazar dostlarımıza sorarlar, “niye siyasi bir partiye dahil olmazsınız...” oysa, yazarlık, zaten siyasi düşüncelerin getirisindedir. Kısaca yazar veya şair dostumuz, siyasi düşünceleriyle vardır.
Demirtaş Ceyhun hakkında siyasi görüş belirtmem, elbette bilindiği gibi pek yeterli olmaz. Çünkü görüşlerinin, hemen her konuda fikir beyan edebilmenin umman ve felsefi bir görüşe, bir düşünceye, bunların yanı sıra da araştırmaya, çok okumaya bağlılığı gerektirir. Ve bir ara, siyasi konuşmalardan söz ediyordu. Konu, döndü, dolaştı, bugünkü ortama geldi. Elini omzuma koydu, “bak Mustafa, şu günleri sana bir fıkrayla anlatayım. Sen artık karar verirsin... Nasreddin hocanın kaynanası çok ters bir kadınmış. Bir gün, köylerinde bulunan ırmağa, çamaşır leğenini, bazı kirli çamaşırlarını da alarak gitmiş. Irmağın kenarında çamaşırlarını yıkarken, hafifçe başlayan yağmurla, ayağı kaymış ve suya düşüvermiş. E, akan su... Bağırmış, etrafa, birilerine sesini duyurmak istemiş. Uzakta bulunan köylüler, yetişmeye çalışmışlar ama nafile kurtaramamışlar. Kadıncağız, suların içinde yitmiş. Köylüler koşturmuş, kalabalıklaşmışlar ve aramaya başlamışlar. Köylüler suyun aktığı yöne doğru giderlerken, orada bulunan hoca da aramaya katılmış. Ancak, ters yöne, yani suyun aktığı yöne değil, aksi yöne... Köylüler bağırmışlar, hoca niye o yöne gidiyorsun diye. Hoca, hem aksi yöne gidiyor, hem de kalabalığa sesleniyormuş. -Siz, benim kaynanamı bilmezsiniz. O, dünyanın en ters kadınıdır. Muhakkak cenazesi bile ters yöndedir...- Evet... Mustafa, işte bizim siyasi çalkantılarımızda böyle, hep ters yönde görüşler, fikirlerle doludur.”
Biz, bunları konuşurken, yanımıza, yine sevgiyle andığım Yüksel Pazarka-ya geldi. Hep birlikte, bulunduğumuz yayınevi sahibinin ikram ettiği çayları içtik, sohbet ettik. Ancak, sevgili Pazarkaya sigara tiryakisi, bu nedenle dışarıya çıkıp, içmek istedi (elbette çayını da yanına alarak). Sonra da ben, izin isteyip, oradan ayrılmak istedim. Çünkü, çay ve su idrarımı getirmiş, mesanem ise zorlu-yordu. Bu, nedenle bir an önce oradan ayrılıp, boşaltım ihtiyacını duydum. Ve kalkarken, nedenini soran Demirtaş ağbiye durumu anlattım. Güldü, hemde katı-larak, daha sonra ise, kendide böyle bir duruma ihtiyaç duyuyormuş, dolayısıyle, “ben de geliyorum” dedi. Beraber, yakınlarda bulunan bir tür hacet giderme ye-rine gittik. Yolda, bir başka güzel arkadaşa (Tuğrul Keskin). O da, bizimle bera-ber geldi. İhtiyacımızı görüp, dışarı çıktıktan sonra ise, karşımızda Tüyap’ın fo-toğrafçısı sevgili Mehmet Bey... Demirtaş ağbi, Tuğrul, fotoğraf sanatçısı Mehmet Bey ve ben, bir müddet sohbet ettikten sonra Mehmet Bey, “bu anı ölümsüzleştirmek istiyorum...” diyerek, bizleri daltonlar gibi sıraladı. Bu kareyi betimledi. Ben de, kendime ait fotoğraf makinemi çantamdan çıkartıp, (ki, iyi olmuş çekildiği, üstelik benim için de bir hatıra...) oradan geçmekte olan bir arkadaştan, ricada bulunup, bu karenin çekilmesini sağladım. Mehmet Bey’in çekmiş olduğu fotoğraf, henüz tab edilmeyi bekleyeceği için, benim dijital maki-nemden, çekilen pozun, görüntüsünü görme şansımız oldu. İşte, bende bu arada şunu söyledim. “ Demirtaş ağbi, sanırımı dünyanın en güzel şeyi, az önce yaşa-dığımız olgu galiba...” o da, “sen ne diyorsun Mustafa, bak, fotoğrafta bulunan herkesin yüzü gülüyor, ayrıca ne kadar rahatlamış yüz ifadeleri...”. Evet, işte Demirtaş Ceyhun böylesine anlamlı, yaşadığı en ufak bir olgudan bile, güzellik çıkartmasını ve çevresine bunu işleyen bir insandı. Onunla, hiç çekinmeden es-piri yapabilir, anlamlı ve güzel düşünceler ifade edebilirdiniz... Ve yanında da hiç, ama hiçbir şekilde yalnızlık çekmez, en küçük bir şekilde rahatsızlık duy-mazdınız... Sürekli ve ilginizi çekebilecek konulardan söz ederdi.
Yine bir gün; bir karşılaşmamızda, benimde çok sevdiğim değerli yazar ve yayınevi sahibi, sevgili Bülent Habora’dan söz etti. Elbette, yine Tüyap’tayız. Yanında can arkadaşı Yüksel Pazarkaya var. İstanbul’da yayıncılık da yapmış olan Bülent Habora, son kitabını Batı Radyoya ait, Batı Söz dergisi stand’ında imzalıyor. Demirtaş Ceyhun ve Yüksel Pazarkaya... Söz Habora’dan açılınca, Demirtaş ağbi, çocuğun sanki bir kardeşini bulmuşçasına sevindi ve heyecanla, “nerede o? burada mı? Haydi beni ona götür...” gibi, telaşlı bir biçimde sevecen sözler sarf etti. Elbette, Habora’nın bulunduğu stand’a geldik. Ben, bir-iki söz-cük konuşacaklarını sanırken, meğer, onlar yılların dostlarıymış. Ve benim yü-züme, sanki altın buldurmuşum gibi baktı. O, çocuksu yüzünü unutamam, ki sanırım o an, orada bulunanlarda...
Demirtaş Ceyhun, örgütçü bir insandı. Şunu söylemeden geçemeyeceğim, bu örgütçülüğü, elbette yapısından da kaynaklanıyor olabilir ama, Aziz Nesin gi-bi bir dehanın sağ kolu. TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası)’nın ikinci başkanı ve TEB (Türkiye Edebiyatçılar Birliği)’nin de kurucusu... daha da birçok ayrıntıya imza atmış, değerli ve yürekli bir insandır Demirtaş Ceyhun...
Yine, kendisinin başından geçen, ancak anlattığı ve benim de ilgimi çeken bir anıyı paylaşmak istiyorum. TYS’nin başkanı Aziz Nesin, ikinci başkan De-mirtaş Ceyhun’un olduğu yıllar... Yönetim bir karar alıyor. Yazar dostlar, tüm Türkiye genelinde kitaplarını imzalayacak. Kim nerede olacak diye düşünülür-ken, Demirtaş ağbinin usuna Fakir Baykurt geliyor. Fakir Baykurt’ un Ankara’ da, uzun yıllar görevde bulunmuş olması nedeniyle, imza için Ankara’da imza yapması uygun görülüyor. Ve bunu yönetim onayladıktan sonra, kendisine de bildiriyor. Fakir Baykurt, o aralar yurt dışında, ama bildirildikten sonra, imza gününden çok önce de Ankara’ya gidiyor. İmza yapacağı kitapevine gidip, gele-cek kitap dostlarını bekliyor. Bu arada Fakir Baykurt’un, görev yaptığı sıralarda tanıştığı ve uzun yıllar dostluklarının sürdüğü arkadaşı, ismini, yazarın ilan edi-len listede görünce, “iyi bari, uzun zamandır görmemiştim. Hem sohbet edip, özlem gideririz, hem de kitabını imzalatırım” diyerek, elinde kitap, yollara düşü-yor. Kitapevinin önüne gelince bakıyor, uzunca bir kuyruk, kuyruğun sonunda bulunan birine, “Fakir’in kuyruğumu?” o da “evet, evet Fakir’in kuyruğu...” diye yanıtlıyor. Adam, elinde Baykurt’un kitabı, hava sıcak, bu sıkıntılı pozis-yonda epeyce bir zaman bekliyor. Sonuçta, yıllar sonra bir arkadaşı görmek var ya... Dakikalar geçiyor, nihayet kuyruk ilerledikçe, ön tarafa biraz daha yaklaşı-yor. Böylelikle adam, neyin kuyruğuna girdiğini anlıyor. Meğer imza yapıılacak kitapevi ile Et-Balık Kurumu yan yana... Adam, elbette üzülüyor ama ne yap-sın. Hemen yan tarafta bulunan kitapevine gidip, orada Demirtaş Ceyhun, Fakir Baykurt ve kitapevi sahibini görüyor. Ve gülerek, bunu anlatıyor.Onlarda bu yanlışlığın sonunda oluşan, bu güzel rastlantıya elbette çok gülüyorlar...
Daha sonra, yine bir karşılaşmamızda Demirtaş ağbi, yine yüzünde o güzel ve hiç eksilmeyen, aydınlık yüzüyle bunları anlatmıştı. Bende elbette çok gül-müştüm...
Demirtaş Ceyhun, yaşamının hemen her safhasından ders alıp, yaşamını hep buna göre irdeleyen, bu durumundan da hep mutlu olan bir insandı. Üstelik kültür-sanat çevrelerinde az rastlanır bir enerjiye ve disipline sahipti.
Bir defasında; yıllar önce (1967), Cemil Bey tarafından düzenlenerek kaleme alınan “Aydın Kime Denir” düşüncesinden ve o, yazılan metni inceleyip, yıllar sonra (1995), yeni bir düzenlemeyle “Aydın Olabilmek” başlığı altında, aydının şartlarını ve sorumluklarını belirtmeye çalışmıştım. Bu yazı, o günlerde ulusal bir gazetede, makale yazarı, gazeteci bir arkadaşım tarafından yayımlandı. 1996 yılında ise İzmir Tüyap’ta Demirtaş ağbi ile karşılaştık. Bu yazının fotoko-pisi çantamda. Çıkarıp, verdim. Okuyup, tebrik ettikten sonra, maddelerin altına kendi düşüncesiyle bir madde daha ilave etti. O ise, “aydın, mazbut insandır. Metotlu ve muntazam çalışır. İhmal, dağınıklık ve avarelik aydın insana ya-kışmaz. Aydın, bu tür zaaflardan kendini kurtaran insandır...”. Ve bu ilaveyle, bu yazıyı kendisinin yayımlatacağını söyledi. Ancak, “sevgili Mustafa, bu yazı-ya, bu maddeyi de ilave ettikten sonra, altına senin ismini yazıp, öyle yayımlata-cağım.”. Beni, bu durum rahatsız etse bile, “itiraz kabul etmiyorum” diyerek tar-tışmayı bitirdi. Elbette ki itiraz etmem, en azından konuyu biraz olsun uzatmam bile artık söz konusu olamazdı...
Evet, dikkat ettiğim ve tanıma onuruna eriştiğim, bu güzel sohbetlerde bu-lunduğum, edebi yaşamımda yer alan ve yıllarca usumdan en küçük bir şekilde çıkmayacak olan, hocam değerli insan Aziz Nesin, yine benim için çok değerli olan Attilâ İlhan ve güler yüzü, hele “Yaman Adanalı” olarak yüreğimde, gön-lümde hep yer alacak Demirtaş Ceyhun... üçünün de ortak özelliği, elbet bu vasıfları ve güler yüzlerinden daha çok, ulusalcı, Kemalist, devrimci ve sosyalist olmaları... iyi ki onları tanımış, iyi ki sohbetlerinde bulunmuşum.
Günümüzde recadence diye bir terim kullanılmaktadır. Bu terim Fransızca bir kelime olup, sıkça, birilerine ithaf edilen belge, sertifika veya plaket gibi ö-düllerin, ödül bolluğu karşısında, toplumu adeta bir tür çöküşe yöneltilmesini anlatır. Örneğin, bugünlerde Rotary kulüp ya da başkaca derneklerin, sıkça ver-dikleri ödüller gibi. Yani ödül bolluğu veya ödül çöplüğü gibi... Demirtaş Cey-hun’ da bu ödüllerin sıkça ve anlamsızca dağıtılması karşısında dayanamamış ve 80 aydınla birlikte basın açıklaması yapmıştır. Yaptığı açıklamada da; “Nobel Edebiyat Ödülü, Orhan Pamuk’a verilmiş bir ücrettir. Ücreti ise, Pamuk’un emperyalizme yaptığı hizmetin bir karşılığıdır...” diyerek, bu konuda olan has-sasiyetini, bir tür dik duruşunu sergilemiştir. Demirtaş Ceyhun, bir dava adamı-dır. Ve vatan denildiğinde, hemen her şey onun gözünde teferruattır.
Yakın dostlarım bilir, ressam bir babanın oğluyum. Babam, o günlerin akı-mı olan “Post modern Resim” leri pek anlamsız bulur, ayrıca da hiç beğenmezdi. Bir gün, Demirtaş ağbi ile bir karşılaşmamızda “Mustafa, rahmetli post modern ne derdi, yani nasıl bakardı...”. Ben de, uzun uzadıya, babamın bu tür resimler karşısında oluşan, olumsuz görüşlerini anlatırdım. Bunları söyledikten sonra dönüp, “akıllı adammış, ya şimdilerde de post modern edebiyat akımı çıkartıyorlar” Bu sefer bende, buu konuda fikirlerini sordum. “Bak, adam akıl hastasına sorar; bir kulağını keserlerse ne olur? Canım yanar der. Ya iki kulağını keserlerse? O zaman iyi göremem, der. Adam, peki ama niçin? Diye sorduğunda ise, aldığı yanıt; Niçini mi var canım, iki kulağımda kesilirse, gözlüğü nereye takarım... İşte böyle Mustafa, bizde maalesef, güzel edebiyatımızı, güzel Türkçe’mizi birileri bozsun diye, adeta elimizden geleni yapıyoruz. Ve fıkradaki adam gibi, gözlüğü nereye takacağımızı düşünür, dururuz...
Demirtaş Ceyhun, evet, hemen her konuda muhalif olabilecek bir yapıya ve entelektüel birikime sahipti. Ama bu muhalif yapı, şayet içinde bulunduğu dü-şünceden aydın savunması karşısındaysa, bu düşüncelerinin de hemen tek savunucusu oydu. Ve bu savunmasıyla, hiçbir zaman bükülmez, eğilmez ve kı-rılmazdı.
Son olarak şunu söyleyebilirim. En azından, benim bildiğim yapacak çok iş-lerinin olmasıydı. Oysa Türkiye büyük bir değerini yitirdi.
Hoşça kal Demirtaş Ceyhun, hoşça kal... seni çok özleyeceğiz... inan olmadı...
YORUMLAR
Bizim kuşağın yazarıydı,Demirtaş Ceyhun.Edebi değerleri anmanızdan dolayı tebrik ederim sizi.Güzel bir anınıza ortak etmiş oldunuz bizleri.
Yazının içindeki fıkraların tamamı da anlamlıydı.(Nasrettin hocanın kaynanası ve kulakları kesilen adam)
Uzun zamandır yazılarınızdan uzak kalmıştım.Tekrar karşılaşmak benim için büyük mutluluk...
saygılar ve selamlar dostum...
ey...sonbahar
ey...celladın ılık nefesi
yine bildik edimlerdesin
yine zamansız ölümlerde sesin.
oysa ellerin yokluğu
kucağın sonsuzluğu sarmalıydı
dal dal koparıp koca çınarları
alıp götürecek ne vardı ?
ey...anadolu
ey...Ceyhan'ın canı
ne vardı uyup aklına sonbaharın
çekip gidecek ne vardı ?
oldu mu yurdumun sesi
bırakıp ardında bir hasreti
göçüp gitmek oldu mu ?
olmadı Ceyhun hocam OLMADI.
Selam olsun, koca çınar Demirtaş Ceyhun'a
Ali SEL