- 1771 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
HÜLLECİ YAKOVAS
Recep Efendi nefes nefese koşuyordu...Çakır gözleri iri iri açılmış, genelde soluk beyaz görünen suratı kırmızıyla karışık mora kesmişti...Yol boyunca rastladığı komşular “Herhal Recep Efendi bir alacağının peşinden koşuyor “ diye sırıttılar. Aileden varidatlı, buna rağmen pinti mi pinti Recep Efendi’yi kasabada seven pek yoktu. Malına mülküne düşkün, bir yırtık ceketinin bile peşini bırakmayan bencil ve aksi bir adamdı. O yüzden sabah sabah kan ter içinde koşması da bir alacak işine bağlanmıştı. Ancak durumun sanıldığı gibi olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Zira bizim Recep Efendi nicedir tutmakta olduğu soluğunu camiden çıkan hocanın eteğinin dibinde alıverdi. Hoca alaylı alaylı omzuna vurdu elini;
- Ooo! Bu ne şeref Recep Efendi ...Zatı alilerinizin yolu fakir ibadethanemize düşer miydi hiç ?
- Aman hocam yandım ki ne yandım !.
- Sen yanmazsın a oğul !...Bulursun bir çaresini...
- Hocam iş bildiğin gibi değil !
- Bak sen...Gel bakalım hele eve varalım da konuşalım.
Recep Efendi başına gelen korkunç olayı utana sıkıla anlatırken Hoca Efendi gülmemek için ağzını yüzünü büzüp duruyordu.
- Yani sen şimdi karın Hüsnügül Hatunu şahitlerin gözü önünde şart olsun deyip boşadın öyle mi evlat ?
- He valla hocam ağam ile karısı, oğulları, ve bir dolu da akraba gelivermişti köyden. Bizim kadın da akşam surat etti, sofrayı becerip de ortaya çıkaramadı. Neyse ki yengem ve öbür kadınlar işe el atıverdiler. Sonra dır dıra devam edince tepem attı bağırıverdim işte. Şart olsun kadın boşadım seni dedim. Odasına koşup ne eşyası varsa alıp babasının evine gitti. Ben gözdağı verdim sabaha gider gönlünü alıp nikah yaparım dedim di ama iş öyle değilmiş he hocam ?
Hoca Efendi aklı başında ciddi mi ciddi din işlerinde ehil çok sevilen bir adamdı ama eğlenceyi de severdi doğrusu. Üstelik bu Hüsnügül Kadın Recep denen işgüzarın ikinci karısıydı. İlk karısını boşayıp anasının evine yollamış, ondan olan iki kızını da çeyizsiz çimensiz everivermişti. Sonra da zavallı fakir bir köylünün kızı olan 16’lık Hüsnügül’ü bir altın bileziğe alıp getirmişti. Güzelliği kasabayı günlerce meşgul eden bu bahtsız kadını da bir kez boşamış geri almıştı bu da ikinci vukuattı. Ne aksi, ne sulanmaz bir adamdı bu... tıpkı babası Ali Çavuş gibi... ama bu kez hoca da iyice kızmıştı.
- Olmaz oğlum. Şart olsun deyip boşadığın kadını hülle yapmadan geri alamazsın. Şer an mümkün değil.
- Ocağına düştüm hocam...Yap bir iyilik, bir yol göster!...Kadın da bende perişanız.
- Yapacağın iş belli...Güvenilir bir hülleci bulup kadını nikahlayacaksın sonra o boşayacak sen alacaksın.
- Aman hocam nerede bulayım öyle emin birini ?...
- E artık onu da sen bileceksin hadi kal sağlıcakla...Benim işim var bağa gidip bir bakacağım.
Olayın kasabada şimşek hızıyla duyulmasının ardından Recep Efendi’nin iyice eli ayağına karışmış ve hülleci aramaya koyulmuştu. Kimseye güveni yoktu ki bu iş için. Aslında evinin kedisini bile kasabadan kimseye emanet edemezdi, kaldı ki lokum gibi genç karısını...”ah aptal kafam ah” diye söylene söylene geziniyordu dükkanında...Dayanamadı dükkanı kapayıp ağasına koştu. Ramazan ağabeyi çiftlikte oğullarıyla dolaşmaya çıkmıştı. Hülleci bulmak zor işti. Her şeyiyle emin bir adam bulmak lazımdı ve bu da zaman alırdı. Ramazan ağabeyin en güvendiği adam Değirmenci Yakovas’dı...Hani Müslüman olsa tam aradıkları kişiydi. Recep Efendi de tanırdı Yakovas’ı...Kimsenin karısında kızında gözü olmayan, sakin tabiatlı, neşeli, kahkahası bol, hayat dolu genç bir adamdı. Ama olmazdı ki...Yakovas Rumdu ve de sürekli olmasa kiliseye giden tam bir Ortodokstu. Olur muydu acaba ?...
Hüsnügül’ün kuzguni siyah saçlarını ağır ağır taradığı esnada bizim Recep Efendi sağa sola koşturup duruyordu. Sonunda çareyi gidip Yakovasla konuşmakta buldu. Genç adam üzerinde un taneciklerini silkeledikten sonra oturup sessizce dinledi onu. Sonra gözlerindeki alaycı ışıltıyı belli etmemeye çalışarak konuştu :
- A Recep Efendi nasıl olur ben Müslüman değilim ki !...
- Hocaya danışacağım Yakovas kardaş...Hele sen bir olur de de...Ocağına düştüm kardaşım.
- Yahu Efendi senin cemaatten yok mudur ehli namus bir adam ? bula bula beni mi buldun ?
- Var bir iki kişide onlar da bu işe yanaşmazlar...Hadi olur de Yakovas kardaş !...
Yakovas Recep Efendi’nin sevilmeyen biri olduğunu bilirdi. Üstelik bu hülle işi ona eğlenceli görünmeye bile başlamıştı. Değirmenci Yakovas’dan sonra Hülleci Yakovas olmak da çok komik bir durumdu doğrusu. Üstelik anası, cemaattekiler, Papaz Efendi bir duysalar herhalde epeyce kızarlardı Papaz Anastasios’un iyice kızarmış yüzünü gözünün önüne getirince gülümsedi kendi kendine...Ama Recep Efendi’de böyle kolay kurtulmamalıydı bu işten...
- Bak Recep Efendi sana acıdım. Hadi olur dedim ama bilesin ki hem anamı hem cemaatimi karşıma alacağım...Ne için ?...
Recep Efendi ıkındı tıkındı, öksürdü tıksırdı ama sonunda bu işin bedelsiz olamayacağını anladı. Ya kesenin ağzını açacak ya da Hüsnügül’ü bir daha yatağında göremeyecekti. Zira Kayınpederi haber yollamış ve kızını hüllesiz vermeyeceğini söylemişti. Recep Efendi’nin bilmediği ise Hüsnügül’ün babasının bu aklı hoca Efendi’den aldığıydı. Gözlerinin önünde karısının incecik gecelikler içinde titreşen dolgun vücudu canlanınca ağzının kuruduğunu hissetti ve çayından bir yudumcuk daha aldı.
- Haklısın kardaşım... Ne kadar istersin bu işe bedel ?...
- Benim paraya ihtiyacım yoktur Recep Efendi... Rabbime şükür anama da kız kardeşime de layıkıyla bakarım. Ancak bizim cemaatin ayaklanmaması için senden bir bedel isteyeceğim. Köydeki ufak zeytinliği bizim kiliseye bağışlarsan ve de Hoca Efendi’de bu işe olur derse ben de kabul ederim.
- Aman kardaşım ne diyorsun ?...
- Başka çıkarı yoktur Efendi.
Haberi duyan Hüsnügül’ün tüm yüzü pembeye kesti. Bacısı koşa koşa gelip haberi vermişti. Kocası kendisini geri alabilmek için Yakovas’ı hülleci bulmuştu. Yani Hoca Efendi he derse Değirmenci Yakovasla nikahı kıyılacaktı. Uzun boylu, iri omuzlu, güneş yanığı tenli o genç ve yakışıklı adamı düşününce ürperiverdi. Gerçek anlamda olmasa da belki o adam kocası olacaktı kısa bir süre için...Bacısı koluyla dürttü “ Ne o kız pek bir daldın...kimi düşünüyorsun bakayım...Kocanı mı hülleciyi mi?”
Kasaba haberle çalkalanırken Ahmet Hoca aynı medresede okuduğu can yoldaşı Fuad Hoca ile oturmuş bu olayı konuşuyordu. Fuad Hoca arkadaşını ziyarete gelmişti ve bir iki gün kasabada konaklayacaktı. Fuad Hocanın görüşüne göre hüllecinin Müslüman olması şarttı. Hem bir Müslüman kadınını hülle için bile olsa bir gayrımüslimle evlendirmek doğru olmazdı. Ahmet Hoca da aynı fikirdeydi ama bu Recep Efendi’ye iyi bir ders vermek de istiyordu. Yoksa ilk karısı zavallı Şehriban gibi Hüsnügül’ün de sonu pek iyi görünmüyordu. Kızın babası yalvar yakar bu işe bir çare bulmasını istemişti kendisinden.
Hoca Efendi’nin bilmediği ise Yakovas’ın cemaatiyle görüşüp ikna ettiğiydi. Papaz Anastasios ilk anda çok sinirlenmiş, ancak zeytinliği alacaklarını duyunca sakinleşmişti. Ahmet Hoca ile Fuad Hoca bu işi tartışırlarken uzaktan Anastasios Efendi’nin geldiğini görüp ayaklandılar ve çardağa buyur ettiler. Kasabanın din adamları birbirlerini sevip sayarlardı. Uzun uzun konuşup tartışıp anlaştılar. Papaz Efendi zeytinliğin kilise gelirini artıracağını umduğunu söyledi ve Hocalar da onu doğruladılar. Fazla büyük değildi ama oldukça verimliydi. Üstelik Recep gibi adama da bu bedel azdı bile. Sonuç olarak Yakovas’ı hülle süresince Müslüman edecekler, iş bitince de vaftizini tekrarlayıp cemaatine dönecekti. Recep Efendi nikah bedeli olarak zeytinliğin yanında, 2 koca çuval kuru üzümü de kiliseye bağışlayacaktı. Bunları nikahtan önce yapacaktı, zira Recep denen adamın sözüne hiç güven olmazdı.
İsa’nın Diriliş’i bayramına 10 gün kala nikah kıyıldı. Yüzü kireç gibi beyazlamış Recep Efendi ve diğer şahitlerin huzurunda Hüsnügül, Müslüman olup Yakup adını alan Yakovasla nikahlandı. 3 gün beklenecek ve sonra Yakovas boş ol dedikten sonra Recep Efendiyle nikah kıyılacaktı. Bu arada Anastasios Efendi ile Ahmet Hoca zeytinliğe bakmaya gittiler ve Yakovas’da evine döndü.
Beklenmedik şeyler nedense hep beklenmedik zamanlarda olur. Hüsnügül’ün bacısı Yakovas’ın evine gelip anası Maria kadın ile konuştu ve babasının akşam Yakovas’ı çağırdığını söyledi. “Ne olur Maria Teyzem ağam mutlaka gelsin, çok önemliymiş dedi babam” diye sıkı sıkı tembihledi.
Akşam hava iyice indiğinde Yakovas kayınpederinin evine geldi ama kapıyı açan Hüsnügül dışında kimseyi evde bulamadı. Sıkıca örtünmüş olan Hüsnügül onu içeri buyur edip kapıyı kapattı ve eline mis gibi kokan bir fincan kahve tutuşturdu.
- Baban çağırmış beni.
- Babam değil aslında ben çağırttım da gelmezsin diye öyle dedim.
- Ne diye getirttin beni buraya ?
- Kocam değil misin ağam ?
- Şer’an öyle ama bilirsin bu iş hülle icabı.
- Hülle mülle kocamsın sen ağam.
- Ne diyorsun kadın ?
Hüsnügül ayağa fırlayıp başındaki örtüyü çekip attı ve kuzguni saçları gür bir şelale gibi omuzlarından aşağı saçıldılar...Neredeyse ayak bileklerini dövmekteydi bu kömür karası saç yığını...Gözleri badem gibi iri ve koyu, teni fildişi gibi şeffaftı...Yakovas böyle bir güzelliği ancak masallarda duymuş olabilirdi...”Dur oğlum dedi kendi kendine...Aklını başına devşir...Bu kadın başkasına tapulu sayılır”.
- Ağam ben Recep Efendi’yi hiç sevmedim hiç istemedim ama babam gariban adam naapsın verdi beni ona...Her günüm azap geçti o herifin evinde...Yatağına girmek istemedim hiç...İşi gücü para saysın, hesap yapsın...Pintinin teki, babam yaşında adam...Yazık değil mi bana !...Senin gibi bir aslan varken ağam...Gözüm nicedir sendeyken !.
Bir kazan sıcak su Yakovas’ın başından aşağı dökülüverir gibi olmuştu...Şimdi yakalasa bu kadını yatağa sürüklese, soyup altına alsa kim ne diyebilirdi ki ?...Nikahlı mikahlı karısıydı...Sonra boşardı yine ne olacak...
- Ağam yukarı çıkalım mı ?
- Sen çık ben geliyorum dedi ve kadını merdivene doğru itti...
Sokak kapısını iyice kontrol ettikten sonra yatak odasına yürüdü...Gaz lambasının ışığında Hüsnügül iyice soyunmuş ve ince bir gömlekle kalakalmıştı. Nasıl da güzel di vücudu...Dolgun ve kıvrımlıydı. Odanın kapısını ayağıyla itip kadını belinden kavradığı gibi yatağa fırlattı.
3 gün 3 gece kayınbabası nedense görünmedi ve Yakovasla Hüsnügül karı koca olmanın keyfini çıkarttılar. 3. günün sabahı Hüsnügül erkenden kalkıp kocasını giydirdi ve bir yandan da ağladı.
- Ağam, kocam, efendimsin artık boşama beni.
Yakovas içi sızlaya sızlaya evine döndü ve anasıyla bacısına durumu anlattı. İkisi de çok korktular Recep Efendi’nin ve tüm kasabanın hışmından...Zaten öğle olmadan Recep Efendi kapıya dayandı...Hoca efendi ve şahitler hazır bekliyorlarmış, şu işi bitirselermiş bir an önce...Akşama Hüsnügül’le gerdeğin keyfini kaçırmak istemiyordu Recep Efendi... “Hem bir de kurufasulye yaptırtayım bizim kadına” dedi içinden keyifle...Karısını dövmeyi de özlemişti doğrusu Recep Efendi... Evire çevire bir dövüverse rahatlayacaktı sanki...
Hüsnügüllerin evine geldiklerinde herkesi bahçede buldu Yakovas ve ne diyeceğini şaşırdı...Hüsnügül sıkıca örtünmüş ama kızarmış gözlerini açıkta bırakmıştı. Ahmet Hoca Yakovas’ın koluna dokundu...
- Hadi evladım 3 kez boş ol diyeceksin ve bu işten kurtulacaksın...
- Hocam ben...
- Söyle oğlum ?
Hoca’nın kulağına eğilip bir şeyler söyledi...Ahmet Hoca önce irkildi sonra öyle bir kahkaha gümbürdetti ki...Recep Efendi öleyazdı.
- Efendiler...Yakup Efendi karısı Hüsnügül Kadını boşamak istemiyormuş.
- Neeee!...Ne diyorsun sen !...
Recep Efendi Yakovas’ın yakasına yapışmış tepiniyordu.
- Kusura kalma Recep Efendi...Hüsnügülle birbirimizi sevdik...Ben sevdiğim kadını başkasına bırakamam...Artık karım o, çocuklarımın anası olacak...Var git başının çaresine bak...
- Hocam bu ırz düşmanını ne konuşturuyorsun ?...
- Evladım Yakup Efendi haklı yapacak bir şeyimiz yok !...Nikahlı karısı ister boşar ister boşamaz...Allah allah adama zorla karı mı boşatacağım !...Kızım Hüsnügül sen de bu adama koca diyecek misin ?...Hele gel de söyle...
- Hoca Efendi ağam...Ben ona çoktan kocam dedim.
- İyi ya...oğlum Yakup al karını evine gir...Cemaat sizde işinize bakın...Recep Efendi boynunu bük takdiri ilahiye razı ol...Hadi kalın sağlıcakla !.
İşte Yakovasla Hüsnügül’ün dillere destan evliliği böyle başladı. Zeytinlik kilisede kaldı ve Yakovas vaftiz tazelemediyse de kiliseye gitmekten de geri durmadı. Ahmet Hocaya da Anastasios Efendiye de aynı saygıyı gösterdi ve karısının dinine de hiç karışmadı. Kasabalı onu Yakup diye çağırmaya alıştı...Zaten çok sevilen biriydi, evlendikten sonra iyice aralarına aldılar. Hüsnügül kocasının dininin bütün özel günlerini öğrendi ve ne hizmet gerekiyorsa onu yaptı. Hüsnügül’ün babasının evinde oturdular ve Maria kadın da gelinini çok sevdi sık sık ziyaretlerine geldi.
Recep Efendi kahredip İstanbul’a gitti...Orada akrabalarından birinin dul kızıyla nikahlandı. Kayınpederinin manifatura işinin başına geçip parasına para kattı...Ne yazık ki savaşın soğuk nefesi bütün değerleri alt üst ederken Recep Efendi’nin paracıklarına dokunmadan geçti.
Mübadele gelip çattığında Ahmet Hoca Yakovas’ı çağırdı. Hüsnügül hamileydi ve kocasını gönderecekler diye ağlamaktan iyice sararıp solmuştu. Hoca Ahmet çok sevdiği bu iki insanı savaşın seline bırakmamaya kararlıydı. Bütün ileri gelenleri topladı ve kaderi değiştirecek olan kararını açıkladı:
“ Oğlum Yakovas...Sen bizim kasabamızın sevdiği saydığı Yakup kardeşimizsin...Kısa bir süre sonra senin cemaatinden herkes Yunanistan’a gitmek zorunda kalacak. Ancak ben diyorum ki sen Yakup’sun ve karın da Hüsnügül...Sen benim şahitliğimde Müslüman oldun...Anan da Müslüman olur ona da Meryem bacı deriz...Seni bırakmayız biz oğul”
Kasaba ileri gelenlerinin de kararıyla Yakovas’ın geçmişi örtüldü gizlendi...Yakup ve Hüsnügül 5 çocuklarıyla örnek bir mutluluk içinde yaşadılar. Değirmenci Yakup’un karısına yaktığı türküler bütün Ege’de ünlendi, söylendi...Yalnız bazı günler Yakup Efendi eski kilise kalıntısının önüne gidip yere çömelir ve bir sigara tüttürürdü...Çok yaşlanmıştı ve artık zorlukla yürüyordu...Gözlerini ufuklara diktiğinde karşı kıyıya giden bacısını, eniştesini ve bütün hısımlarını düşünüp hüzünlenirdi... Kaderinin ipleri Recep Efendi tarafından örülmüş olsa da, kendisini köklerinden çok ama çok uzaklara koysa da biliyordu...Aşkın dili, dini yoktu...Şu yaşlı bedeni binlerce yıl yaşasa bile yine aynı bedene doğru akardı...Karşı kıyıda çiçek açan baharlara inat...Sevmişti.
Çaylan Ulutaş
5 Nisan 2003 İzmit – 10 Nisan 2003 Ankara