- 1481 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bahçıvan
Güneşli bir sonbahar sabahıydı. Akdeniz’in eylülü bir başka güzeldi. Kavurucu yaz sıcakları yerini tatlı bir esintiye bırakmıştı. Nar ağaçlarının yere sarkan dalları kırılacak gibiydi. Kırıkhan yöresine has karamemmet narları çatlamış, kan kırmızı taneleri dışarı fırlamıştı.
Okullar açılalı henüz iki hafta olmuştu. Ufuk, çiğ düşmüş hafif ıslak merdivenlerden ağır ağır dış kapıya doğru ilerliyordu. Aynanın karşısında bir türlü ayrılamayan kız kardeşi Hâle’yi bekliyordu. Süslü kız, nihayet dışarı çıkabildi. Kapıyı kilitleyip, anahtarı kapının altından içeri fırlattı. Babaları işe gitmişti. Üvey anneleri her zamanki gibi içeride uyuyor, çocuklarını okula uğurlama zahmetinde bulunmuyordu.
İki kardeş, mahallenin bozuk asfaltlı yoluna girmiş giderken; okul zili çalıyordu. Ufuk sekizinci, Hâle beşinci sınıfta okuyordu. Hâle’nin sınıf öğretmeni bayandı. Derse geç kaldığını görünce, genç kıza ağzına geleni saydı. Arkadaşları içinde mahcup etti. Gönülsüz bir şekilde öğretmen olan bu bayan, insan psikolojisinden de anlamıyordu. Önyargılı, baskıcı, eğitim konusunda kendini yenilemeyen, ancak tele vole kültüründe uzman bir kişiydi. Derslerde fırsat buldukça gelin-kaynana, pop-star, mankenlik yarışmaları üzerinde duruyordu. Öğrencilere kısa yoldan zengin ve şöhret olmanın yollarını sezdiriyordu. Zaten medya ve internetin cazibe okları arasında rüzgâra tutulan körpe çiçekler, ayakta zor duruyordu. İyi bir eğitim ve ahlâkla kökleri sulanıp toprağa sıkı bağlanmalıydılar. Sevgi ve şefkat iklimiyle olgunlaşıp gül bahçesine dönmeliydiler. Usta bir bahçıvana düşmeliydiler. Onları eğreltilerden, yaban otlarından temizleyecek bir bahçıvana...
Hâle’nin sınıfındaki öğrencilere ileride ne olmak istersiniz? Dendiğinde, hemen hepsi; manken, pop star, futbolcu, sunucu gibi cevaplar veriyordu. Kurdukları hayallerin, ileride hangi girdaplarda, hangi menfaat odaklarının pençesinde serap olacağından habersizdiler.
Ufuk da tıpkı kardeşi gibi derse geç kalmıştı. Türkçe öğretmeninin göz işaretiyle yerine geçip oturdu. Öğretmen, öğrencisini de geç kalma sebebini de iyi biliyordu. Sık sık aile ziyaretleri yapar, öğrencilerinin çalışma şartlarını görür, problemleriyle yakından ilgilenirdi. Ufuk’a, kanserden ölen annesinin verdiği sevgi ve şefkati gösteriyordu. O’nu derse, hatta hayata motive ediyor, acısını unutturmaya çalışıyordu. Türkçe öğretmenleri aynı zamanda o sınıfın rehber öğretmeniydi. Gençlerin sorunlarıyla yakından ilgileniyor, pozitif enerji yayıyordu. Öğretmen değil, bir arkadaştı sanki.
Ufuk, duygusal, çalışkan, gelecek için ümit vaat eden bir delikanlıydı. Kendine model olarak Türkçe öğretmenini seçmişti.
Zaman çarkları arasında hayat su gibi akıp geçiyordu. Ufuk, çok arzuladığı Türkçe öğretmenliğini kazanmıştı. Hâle, liseyi yarıda bırakmış, pop star hayalini kuruyordu. Ne babası, ne de Ankara’da okuyan abisi Ufuk, O’nu şöhret olma sevdasından vazgeçirememişti. Üvey annesi, kızının televizyonlara çıkmasını, ünlü olup, ailesinin bu çilekeş hayatına son vermesini istiyordu. Oto tamircisi olan babası, ikna edemediği kızına, dayanamayıp bir tokat atmıştı. Sabahleyin babasının işe gitmesini fırsat bilen inatçı kız, odasına bir not bırakarak evi terk etti. Ateşe koşan kelebekler gibi uçup gitti.
Genç kız, önce pop star yarışmasından elendi. Sesi para etmeyince, mankenliğe soyundu. Şöhret basamaklarına tırmanmanın bedeli ağırdı. Bir takım fedakârlıklarda bulunmak zorundaydı. Kendi vücudunu bu uğurda istemeden de olsa feda etti. Flört ettiği zengin işadamı sayısı bellisizdi. Üne de kavuştu, paraya da...Ciplere biniyor, paparrazilerden köşe bucak kaçıyordu. Dergilerde, gazetelerde boy boy fotoğrafları basılıyordu. Ayakkabı değiştirir gibi gündelik, haftalık aşklar yaşıyordu. Aldatıldı. Aldattı. Sonunda terk edildi, ortada kaldı.
Kaportayla sesi birleştirerek, manken sanatçı kervanına katıldı. Meyhanenin birinden atıldı, diğerine satıldı.
İstanbul kaynayan kazan. Hâle, keşmekeş içinde sallanan bir lâle. Amanos Dağlarında açan yaban çiçeği. Ne rengi o kırların rengi, erguvan. Ne kokusu varoşların kokusu, yavan. Şarap masalarını süsleyen boyalı figüran. Fosforlu gecelerde uykusuz bir can. Loş barlarda teselli arayanlara derman...
Hâle aradığını bulamamıştı. Şan, şöhret, para. Aradığı mutluluk üçünde de yoktu. Bunlar bermuda ateş üçgeni kurup, hayallerini koca şehrin bulanık sularına gömmüşlerdi. Puslanan ruhları aydınlatan bir ışık arıyordu. Kararan gecelere, inleyen gönüllere sevgi, şefkat ve merhamet üfleyen bir başka atmosfer olmalıydı. Etrafını saran bunca dikene, kayaya inat, tüllenen bir bahar sabahında tomurcuk açmalıydı. Güneşe tebessüm etmeliydi. Zifte daha fazla bulanmadan, silkinip tutunmalıydı yeni bir hayatın dalına. Fakat O, dallarını hep kesmişti.
Babası biricik kızının yaşantısını duyunca, kalp krizi geçirip vefat etmişti. Üvey annesi, bir adam bulup evlenmişti. Sığınacak tek kapısı, abisi kalmıştı. Yıllar önce öğretmenliği kazanınca abisini nasıl da küçümsemişti. “Memur maaşıyla karın tokluğuna çalışacağıma, bir klip çeker, senin emekli ikramiyen kadar para kazanırım” demişti. Abisinin yanına dönecek ne yüzü kalmıştı, ne de sağlıklı düşünecek bir beyni. Uyuşturucu zehrinin esiri olmuştu.
Ufuk, yaz tatili boyunca İstanbul sokaklarında kardeşini aramış, O’na bir türlü ulaşamamıştı. Bu âlemde kimlik de değiştiriliyordu, kılık da. Çaresiz, üzgün bir şekilde memleketi Hatay’a döndü. Ufuk, kendisinin ve kız kardeşinin okumuş olduğu mahalledeki okula öğretmen olmuştu.
Dersteyken, günün birinde kendisine İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden bir telefon geldi. Kız kardeşinin bulunduğu, acele gelmesi gerektiği söyleniyordu. Apar topar yola koyuldu. Emniyete ulaştığında, Hâle’nin yeri kendisine söylendi. Verilen adres bir hastanenin yoğun bakım ünitesini gösteriyordu. Kan ter içinde hastaneye varıp, yetkililerden izin aldı. Yoğun bakımda, sargılar içerisinde, fişlerle makinelere bağlı talihsiz kadını görünce yıkıldı. Tanınmayacak haldeydi. Derinlere dalıp giden maviş gözlerinden tanıdı O’nu. Çok şeyler söylemek isteyip de konuşamayan deniz mavisi gözlerinde, ne manalar gizliydi! “Kim bu hâle getirdi?” sorusuna hemşire: “Gece sokakta dolaşırken, tinerci çocukların saldırısına uğramış. Her tarafından bıçak darbeleri almış. Polis arabasıyla hastaneye getirilmiş” cevabını verdi.
Ufuk, hastasının başında bir hafta bekledi. Hâle kendine geldiğinde; O, koridordaki oturakta uyukluyordu. Hastasının konuşabildiği kendisine söylenince, ok gibi fırladı. Karşısına dikildi. Hâle abisini görünce gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülüp, yanaklarından süzüldü. Ufuk da daha fazla kendini tutamadı. Dakikalarca bakışıp ağladılar. Hâle, ağzı titreyerek zorla birkaç cümle söyleyebildi. Yaptıklarına pişman olduğunu, bunun bedelini çok ağır ödediğini, iyileşince yepyeni bir hayata başlayacağına söz veriyordu. Eskisi gibi tekrar kahvaltı hazırlayıp abisini okula göndereceğini söylüyordu. Ufuk da: “Bir daha hiç ayrılmayacağız’’ diyordu.
Kalbi daha fazla heyecana dayanamayan Hâle, tekrar fenalaşmıştı. Ufuk Öğretmeni odadan çıkardılar. Gün geçtikçe kötüye gidiyordu hastası. Yaşadığı çalkantılı hayat, bedenini zayıf düşürmüş, dayanma gücünü azaltmıştı. Ufuk, bir sabah yoğun bakım odasının camından içeri baktığında; fişler çekilmiş, paravan inmişti. Bir tiyatro oyununun kapanan son perdesi gibiydi bu paravan. Hayatta kalan tek aile ferdini de yitirmişti.
Hâle’ye ağlarken, O’nu bu hale düşüren, şöhreti, serveti, şiddeti ve şehveti topluma reklam yapan zihniyete kızıyordu. Öğretmen olduğuna bir kez daha şükrediyordu. Çünkü hepsinin temelinde eğitimsizliğin yattığını biliyordu. Asla ümidini yitirmemeliydi. O bir sanatkârdı. Toplumun mihenk taşı olan gençlerin kalbine sevgiyi, saygıyı, erdemi nakış nakış işleyecek mimardı. O’nun hayal ettiği toplumda kan, kin ve kem gözlere yer yoktu.
Ufuk, yıkanıp kefenlenen cenazesini tapuda koyup, eski bir ambulansla memleketinin yoluna girdi. Kardeşini götürüp anne ve babasının yanına gömdü. Mevsim yine sonbahardı. Çınarların sararmış kuru yaprakları mezar toprağına düşerken, karamemmet narları kan kırmızı gözyaşları döküyordu. Ufuk rüzgârda savrulup giden yapraklara baktı, birde geçici ikametgâhlarında uyuyan insanlara. Mevsimi geldiğinde tekrar canlanacaklarını biliyordu.
Her ne kadar kardeşi kendisine kahvaltı hazırlayıp okula uğurlamadıysa da hayat devam ediyordu. Şehrin semalarında ufka doğru kırlangıçlar uçuyordu. Onlar nasıl sıcak diyarlara varıp yuva kuracaklarsa, Ufuk öğretmen de şu an bulvar olan okul yolunda koşturup, öğrencilerinin gönlünde mesken kuracaktı.
Tele-vole kültürünü değil; körpe dimağların ufkunu aydınlatacak bir eğitim reçetesi sunacaktı. Daha fazla değerler yitirilmeden, bu uğurda meltem olup esecekti. Gül bahçesinin açmamış tomurcukları şanslılardı. Kendilerine can suyu verecek bahçıvana emanettiler.
Muhittin Alaca
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.