CAM KIRIKLARI
O sabah da erken uyanmıştı. Zaten son aylarda neredeyse hiç uyumuyordu. Her gece yatmadan önce bir sigara tüttürüyor, bir bardak suyla odasına geçiyordu. Sokak lambalarının ışığıyla karısına bakıp "Zavallı yine çok yorulmuş belli ki." diyordu. Pijamasını giyip yavaşça dalıyordu yatağın içine.
"Çayını koydum, hadi gel." dedi karısı. Çayı, melamin çay tabağına konmuş ince belli bardakta içmeyi severdi. Kahvehaneden kalan bir alışkanlık. Keyifli olduğu zamanlar kahvehaneye gider ve memleket kurtaran sohbetlere hiç katılmadan dinlerdi. Bildiğini kendine saklardı. Televizyon seyretmekten hoşlanmaz, ajansları radyodan dinlerdi. "İçmeyeceğim, dolaşacağım biraz." dedi. Aslında hiç reddetmezdi çayı. Karısı daha kendi çayını doldurmamıştı ki kapı kapandı. Kadın perdeyi araladı ve bir kez daha bekledi. Acaba bu sefer kafasını kaldırıp en azından gözleriyle “allahaısmarladık” diyecek miydi? Demedi.
Ceplerine baktı. Sigarasını sedirin üstünde unuttuğunu hatırladı. Loş bir bakkal dükkanı. Kapının tam karşısındaki duvarda kocaman iki fotoğraf; siyah-beyaz. “Bi cigara bi de kibrit Hüseyin Efendi.” Daha dışarı çıkmadan açmaya başladı paketi. Aceleyle yaktı kibritini. Söndü. “Hayyy …” Bir daha denedi. Bu kez döndü sırtını rüzgâra ve bir nefes çekti sigarasından. Daha onun dumanını çıkarmamışken bir nefes daha… Ve koyuldu yola nereye gideceğini bilemeden.
Dolaştı sokaklarda avare avare. Sağım solum sobe diye bağıran, diğer taraftan da pür telaş arabaların arkasına saklanmaya çalışan çocukları seyretti. “Keratalar! “ Nefeslerini bile tutuyorlardı neredeyse bulunmamak için. Kapı önlerinde oturan kadınlara baktı. Kiminin elinde sıcak yaz günü bir çile yün - belli ki torununa ördüğü yelek- kiminin eteğinde ise çıtır çıtır gündöndüler. Dünya umurlarında değil sanki.
Bakınırken etrafına öylesine; cam kırılma sesiyle irkildi birden. Mahallenin haylaz çocukları top oynarken, bir evin camını indirmişlerdi aşağıya. Birden bire bir koşuşturma oldu ve ortada hiç çocuk kalmadı. Kimi bir apartmanın girişine, kimi de asma balkonun altına saklandı. Çocuklardan birisine saklanacak yer kalmadığından mıdır nedir, bütün gücüyle koşup ilerdeki berber dükkânına attı kendini. “O kadar koşmayı göze aldığına göre camı kıran haylaz bu olmalı.” diye düşünüp, gülümsedi kendi kendine.
Oraya nasıl gittiğini bilemedi ama dükkânın önündeydi. Hiç düşünmeden girdi içeri. Oturduğu halde bastonunu hiç bırakmayan bir dede vardı berber koltuğunda. Demir ayaklı ağır bir koltuk. Düzeltilmiş sakallarını, şöyle bir sıvazlayarak, belli belirsiz bir besmeleyle kalktı dede. Takkesini düzeltti. “Hayırlı işler evlat…” Ağır ağır çıktı dükkândan. Aynadan seyretti dedenin gidişini… Hemen sonra çocuk geldi aklına. Nereye saklanmıştı acaba yaramaz? Bakınırken etrafa, berber “Buyur beyim.” dedi koltuğu göstererek. Kalktı; ne isteyeceğini bilemeden oturdu. “E bir sakal tıraşı yap bakalım; ama usturayla. Sevmem ben öyle alengirli jiletleri falan”
Berber, aynalı dolaptan bir beyaz önlük çıkardı. Yakasından içeri özenle yerleştirdi. Bir elde ustura bir elde biley taşı. “Hazır mısın beyim?” Şöyle bir kaydı koltuktan aşağıya doğru. Uzun bacaklarını sığdıramadı. Sıkıştı. Sırtını kuvvetlice koltuğa dayadı. Ayaklarından destek alarak biraz daha itti koltuğunu ve kafasını geriye yasladı. Hatıralar aktı gözlerinden yüreğine…
***
“Cemil… Cemil… Küreği al da gel aşağıya; bahçeyi belleyeceğiz” demişti babası o heybetli sesiyle. Hiç ses yok. “Hanım nerede bu sıpa, gene mi top oynuyor?” Babasının “gene mi” sözünü duyunca sinirlendiğini anlayıp, çıkmıştı banyodan yüzü gözü köpük içinde. Yüzünü yıkamaya dahi vakit yok. Dikilmişti babasının karşısına. “Büyüdün de tıraş mı oluyorsun eşşek sıpası! “ Hiç sesini çıkaramamıştı. Kafası önde terliklerden dışarı fırlayan uzun parmaklarına bakmıştı sürekli. Elleri hamur bulaşığı annesi geldi hemen bağrışmayı duyunca. Telaşlanmıştı. Dirseğiyle sıvazlamıştı oğlunun sırtını. Nice sonra fark etmişti ki sol elmacık kemiğinden kan sızıyor. İnce ince… Elinin hamuruna aldırmadan, kucaklayıp götürmüştü oğlunu banyoya. Kesiğini yakmasın diye şefkatle yüzündeki köpükleri temizlemeye çalışmıştı. Hiç sesini çıkarmamıştı küçük bey. Annesi -ki annesi kendi gözünden sakınırdı oğlunu- razı olacaktı pataklanmaya. Kadıncağız telaştan pamuğun yerini unutmuş mendil bastırmıştı yüzüne.
***
Berber özenle bitirdi tıraşı. Sabun kokulu havluyla yüzünü dikkatle sildi. “Sıhhatler olsun beyim. Bir de lavanta süreyim.” Ohh… Lavanta kokusu sarmıştı her yeri.
Tam çıkacaktı ki dükkândan, haylaz elinde bir frigoyla girdi içeriye. Yüksek bir tabureye oturdu. Bir yandan frigosunu yalıyor bir yandan da çırpı bacaklarını sallıyordu. Bir ileri bir geri. Seyredildiğinin farkına varınca eğlencesini çekti ağzından; elini hemen aşağıya indirdi. “Yoksa frigosunu mu alacaktı bu adam?” İncitmeden yaklaştı yanına. Başını okşadı acıtmaktan korkarcasına. Hiç ayrılmak istemedi haylazın yanından. “Keşke onunla gelseydi.”
Eşikten dışarı adımını atar atmaz yaktı bir sigara. Haylaz, gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. “Ne kadar da benziyor” dedi kendi kendine. Zaten artık bütün oğullar “O” na benziyordu.
Ve yine hatırladı o günü yüreği kan ağlayarak. Otobüsün iç camına yapışmış ellerin üstüne koymuştu ellerini. Gururlu kalabalığın, kahraman tezahüratların altına gizlenmiş hüzünlü uğurlayışların arasında söylemişti. “O” duymamıştı ama yine de söylemişti. ”Ben seni sağ uğurluyorum sen de yanımıza salim dön. Bağrımızda kapanmaz yaralar bırakma…”
Dönmedi… O yaralar hiç kapanmadı. Derin bir kesik izi hep kaldı sol yanında…