- 1107 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Cumhuriyet’e Karışan Gençlik Irmağınadır Seslenişim...(*)
Cumhuriyet’e Karışan Gençlik Irmağınadır Seslenişim...(*)
Ali Ekber Ataş
Tarihsel kimliğin farkına varış, dilsel bilincin yaratılmasıyla olanaklıdır ancak.
Dili olmayanın yurdu da olmaz...
Tarihi de, milliyeti de olamaz.
Şairimiz ne de güzel söylemiş:
“Türkçem benim ses bayrağım.”
Yüz yıllık çınar hışırdatmış dallarını;
“Benim öz vatanımdır Türkçem” deyivermiş ardından.
Her iki sanatçımızın, Türkçe’miz konusunda özdeşlik sergilemeleri, “vatan ve bayrak” denkliğini kurmaları, dilsel kimliğin ve de bilincin ne derece önemli olduğunu göstermiyor mu bizlere dersiniz?
Uygar dünyada, çağdaş toplum yaratmayı amaç edinenler, Osmanlı’nın ‘neden’ çöktüğünü, tarih sahnesinden silinip gittiğini çok iyi biliyorlardı. Bunu yaşayarak öğrenmişlerdi çünkü.
Yemen’den Galiçya’ya,
Balkanlar’dan Afrika’ya,
Ve Anadolu’nun her bir köşesine varana dek, Osmanlı’nın, egemenliğini sürdürdüğü her yerde, bu geriliği ve içten çürümeyi çok yakın gözlemişlerdi...
Tarih 6 Ekim 1923 sabahı...
İstanbul, iki yüzüyle karşılar bizi.
Şehir büyüktü...
Bazı gerçekler “küçük” (!) görülebiliyordu, bazılarınca..
Bir el hıyanete,
Bir el yurtseverliğe kalkıyordu;
Bir el başkentin anahtarını işgalci güçlerin komutanı general Harrington’a hemşehrilik beratı olarak veriyordu,
Bir el ise, bağımsızlık bayrağını göndere çekiyordu;
Bir el, bir dönemin cihan imparatorluğunu bitirirken,
Bir el, çağdaş dünyaya yeni bir ulus, yeni bir devlet, yeni bir ülke katıyordu;
Bir el Alamana satarken ülkeyi, bir el ateşten gömleği üstüne geçiriyordu;
Bir el imparatorluk sarayının kapılarını düşmana açıp, odasında düşmanın eline şehrin anahtarını hemşehrilik beratı olarak verirken ve de sıkarken düşman elini,
Bir el, aysız bir on altı mayıs gecesinde, 23 arkadaşıyla birlikte, yaşlı bir vapurun dümenini, Anadolu’ya, bağımsızlığa kırıyordu.
Bir el kendi geleceğini, tarihin karanlık sularına gömüp, elveda derken,
Bir el, bir 19 Mayıs sabahı, Samsun’da, Anadolu güneşini selamlıyordu...
İyiyle kötüyü,
Yiğitlikle haini kucaklayan şehirdi İstanbul.
İşgalin ve işbirliğin düşman yataklarında,
O hainler,
Hem kendilerini, hem de vatanlarını satıyorlardı.
Pera’da...
Yani bugünkü Beyoğlu’nda,
Tepeden tırnağa, bir baştan öteki uca,
Bir yanda beyazlar
Diğer yanda maviler göğeriyordu...
İşgal çizmelerin kirlettiği başkente sessizliğe gömülüp ve işgal bayrakların, (ki mavi beyazdır. Fransızdır, İngilizdir, İtalyandır...) gölgesinde gezen,
Ve sefa sürüp zevkin koynunda sabahlayanların sayısı az değildir.
Oysa kirlenmemiş eller,
Anasının yüzüne,
Yarinin yanağına,
Ve buğday tenli çocuğunun saçına dokunmaya,
Kavlak derisini okşamaya,
Babasının elini avuçlayıp öpmeye hasretken,
Silahları ile yatıp, kabzalarını okşuyorlardı, “gelecek güzel günlere inanarak”.
Şehir büyüktü...
Şehir genişti...
Şehir koskocamandı...
Ve bazı gerçekler, boşluğu dolduramayacak kadar “küçük”(!) görülebiliyordu.
Bir el hıyanete uzanırken,
Bir el yurtseverliğe giden yolu gösteriyordu.
Kırmızı ojeli eller uzandıkça işgalci ellerine,
Bazı yiğitlerin elleri uzatılmıştı kerpetenlere.
Kelleler gövdesiz,
Ortalık yerde başsızdı gövdeler.
Bazı ellere kirleri örtsün diye kırmızı ojeler sürülürken
Bazı ellerin parmaklarından ılgıt ılgıt akan kandı,
Ve düşman çizmelerinin kirlettiği vatan toprağını öpüp yıkıyordu
Kavlak derilerinde güneş emziren bu yiğitler; soluksuz, koşaradım gidiyorlardı
Gözlerini kırpmadan ölüme,
Otel odalarında kırmızı ojeli kadınlar, bir eliyle satılmışlığının bedelini sayarken,
Diğeriyle işgalci elleri okşuyordu,
İşkencedeyse, Kuvayi Milliye’ye silah kaçıran Yüzbaşı Faiklerin çekilen tırnaklarından ,
kan kırmızıya boyuyordu, düşman askerlerinin yataklarını mekan belleyen işbirlikçi orospuların çiğnediği otel odalarının mavi beyaz döşeli halılarını.
(...)
Tepemizin üstünde, mavi boşluğu al rengiyle dolduran bu bayrak altında bugün,
1923 Aydınlanma Devrimi’nin eğitim tapınaklarında eriyorsa bedenlerimiz bir mum gibi,
Sizler, “Cumhuriyetin gerçek sahipleri”,
Sizler aydınlanasınız diyedir.
Ve sormadan edemiyorum:
Kime selam durmalı kalem tutan, tebeşire bulanmış denizyıldızları toplayan bu eller?
Kime..?
Seslediğim düşüncelerimin, hangi yürekleri harekete geçireceğini biliyorum.
Ve biliyorum ki, onlar, kendi yüreklerinin coşkun seline, başka yürekleri de katıp
Mustafa Kemal okyanusunda toplaşacaklar...
Yüreğim böyle olacağını söylüyor.
Öyleyse ben yüreğimin sesiyim
Aklımın ışıltısı....
Sahi bugün “10 Kasım”dı...
65’inci Ölüm Yıldönümü’ydü Ata’nın.
Oysa ben O’nu anlatacaktım.
Anlattıklarım zaten O’ydu.
Öyle değil mi?
Ne dersiniz?
(*) 10/Kasım/2003, Ata’nın, 65’inci Ölüm Yıldönümü nedeniyle okulumuzda düzenlenen 10 Kasım Töreni’nde yaptığım konuşmanın
metnidir. (Bu yazı, Ergun Hiçyılmaz’ın “Zaman Tüneli” köşesindesindeki, “6 Ekim 1923’e doğru İstanbul’un iki yüzü” başlıklı
yazısından yararlanılarak kaleme alınmıştır.)