- 1472 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Aşka Dair Bir Çift Söz: Gül Ayinleri
Emir Kalkan’ın 2003 yılında Ötüken Yayınevinden çıkan Gül Ayinleri adlı kitabı aşkın başkalığına inanan insanlara hitâp ediyor.
Eser üslubu, dili ve anlatımıyla herkese hitap edecek kadar sade, ayrıca ince bir zevkin ürünü olduğu belli. Kişilerin seçiminde bir Emir Kalkan klasiği yansıyor esere: Sokaktan, hayatımızdan insanlar seçilmiş. Diğer yandan kültürümüzde önemli bir yeri olan bilge kişiliklere yer verilmesi, onların tecrübe ve gözlemlerinin aktarılması esere farklı bir tat katmıştır. Bu özelliğiyle eser geçmişle günümüz arasında bazı köprüler kurmuştur.
Yazar “biz Türk’üz, aşkı en iyi biz biliriz” sözünü desteklercesine eserinde Türk motifleriyle aşkı, sadakati, vefayı anlatmıştır.
Ona göre aşk: “İkrar deminde; Ben sizin Rabbiniz değil miyim!?” teklifine; “Evet sen bizim Rabbimizsin” diyenlerin alınlarına yazılandır.
Ona göre aşk: “Ata Hüda Ulu Berkes’in Aşk; göğün yücelerinde pervaz vuran bir Hüma’dır.
O yere inici, dala konucu, tuzağa tutulucu değildir.
O nüfuz ve iktidar, gevher ve mücevher…
Ve velayet ve servet ve güre ve güçle elde edilici değildir.
Onun huzurunda kul ve köle, bey ve sultan fark etmedi
Onun peşinden gidenler yarlarda uçurumlarda başları kesik ölü bulundular.
O murad almamış kızların göklere ulaşmış ruhudur.
O göklerin kuşudur.
Onu Tanrı korur.”buyruğundadır.
Ona göre aşk: geldiğinde her şeyi tamamlayandır, her kötülüğü nura kesendir, sadece erdemli yürekleri bulandır…
Uzun uzun aşk temasının işlendiği bu eserde tanıdık hikayelerin tanıdık ezgilerini konuk ederiz dilimize. Çok eskilerden, aşinâ bir aşk hikayesi duyulur Gül ve Bülbül’e dair. Öyle bir aşktır ki bülbülün gül’e duyduğu aşk, yıllarca dilden dile dolaşır Bülbül’ün yürek sesi. Bazen Mezakî’nin
“jâle sanma görinen berg-i gül-i ter üzre
Didesinden saçılır esk-i revan-ı bülbül” bazen Zatî’nin;
“Gördü ki cümle vuslatun âhir firakı var Doldurdı bezm-i Gülşen-i bülbül figan ile” mısrasında seslenir yüreğimize, ezgi olur söylenir, sitem olur dillenir.
Aşkı anlayacak kadar olgunlaştığımızda Nenem Hatun’un sözleriyle aşkı tanırız: “Ey, elim tutağı, dizim dermanı, arkam dayanağı, kekliklerim, turaçlarım, tor şahanlarım.
At çekende biner oldunuz, kılıç çekende düşman üstüne varır oldunuz. Şahin avlar, kurt aşırır, ava düşer, dağa çıkar oldunuz. Tat’ı, Fars’ı, Acem’i, Urum’u, Türk’ü, Oğuz’u dostu, düşmanı, merdi, hayını seçer oldunuz.
Yüreği ataş, beli börk oldunuz.
Gücü yeter, erke erer oldunuz.
Siz gayrı erkek oldunuz.
Gayrı gülü bilmenizin zamanıdır.
Gelin ve gülü tanıyın.”sözleriyle tanıştığımız gülün hikayesini de Nenem Hatunun dilinden dinleriz Ayça Gül hikayesinde;
Ayçanın ruhu kuş olup göklere ağladı.
Irmak köpüğü teni çiçek olup açtı.
Ona düşman eli değemedi.
O ol yüzden mübarek oldu.
Tanrı onu sevdi ve gül yaptı.
Ve biz onu sevdik baş eğdik.
Ol yüzdendir ki oğullar… Ayça gibi murad almamış ay yüzlü kızların ruhudur.”
Senin için gönderilmiş, var edilmiş, kutsanmıştır aşk.
“Senin için geldim” “dünyanın tüm renklerini tattırmak, seni mutlu etmek için geldim.” Ben senin için varım, seni seviyorum diyen, diyecek olan birinin varlığına inanmak ne güzel… Ne güzel insanın kendisine rağmen seni seviyorum diyebilmesi, aşka baş eğmesi ne güzel… Ne güzel o nura ulaşmak, ona leke sürmemek, “ay ışığı, gün ışığı ve yağmur ve rüzgar ve sevgilinin nefesinden gayrı ne ki değse ölmek”…
Bir senem hikayesidir kurulur yüreğimize, Anadolu gibi, türkü türkü tüter sadakat yemini dudaklarımızda. Aşka baş eğen, ona secde eden, onu Tanrı’dan bir armağan sayan Yazıcıoğlu ve Senem’in hikayesidir bu. Sınırların kavuşturmadığı yüreklerin acısı kıvranır gözlerimizde. Obalar izin vermez iki sevenin kavuşmalarına töre derler ve ayırırılar sevenleri. Osman Bey dağ taş demez arar sevdiğini, ama bulamaz küçük bir iz bile. Yıllar sonra bir aldığı bir selamla bilir ki Senem sadık kalmıştır aşkına. Senem’in sevdasıdır, Osman Bey’in çaresizliğidir gönlümüze dokunan, Senem’in yiğitliğinedir, kavline sadakatinedir hayranlığımız.
“Aşkın misli, aşkın bedeli ağırdır katlanın. Yüz dönücü olmayın, ihanetkar olmayın.” Ne yüz döndü nazlı, ne de ihanet etti sevdasına. Canını siper etti, el sürdürmedi, leke getirmedi sevdasına. Sedasına kurban oldu, ağıtlarla gelin gibi süslenip yoldaşına teslim edildi. Lakin o aşk değil midir ki; aşığın gönlünü Tanrı’nın nazar ettiği ulu bir mabed yapan. Yoldaşı da kıyamaz sevdiğine. Onun da yüreği sevda ateşiyle olgunlaşmış, sevda için yanmıştır.
Ama Nazlı “Ya Allah!!! Medet Allah…!!! Allahu Ekber!!! Şahım Hu…!!” Deyip bırakır kendini.
Tanrı’nın aşığı aşkla taçlandırıp kendine yükseltmesinin şahididir Küskün Gül. Aşka gurur ve kibirle ihanetin, ağır bir bedelin öyküsüdür.
“O kumral başında tüm erdemlerim hüzmelendiği, yüzünde soylu acıların gamzeleştiği bir masaldı”. Bir nur gibi gelmişti, onu Tanrı göndermişti. Evet… evet mutlaka O göndermişti. Çünkü O nuruyla gelmişti. “Bir ömür başka bir ömür için feda edilebilir. Bizim dinimiz böyledir, iman et” demişti.
O “Peygamber nefesinin hulûl nüzûl ettiği Gül’dü.
İçli bir Anadolu hikayesidir bu. Aşka boyun eğmiş, mevki makam dinlememiş, aşkın her eksikliği tamamlayacağından şüphe etmemiş iki gencin: Mustafa ve Zahide’nin hikayesidir. “Gel gör ki layık görmez kara yürekliler, aşka hürmeti olmayanlar Mustafa’yı Zahide’ye. Aşkı görmezden gelirler, sevdayı ezip geçerler ayırırlar iki genci. Ama o gönül değil mi ki; “zengin fakir, şah geda, sultan köle dinlemez. “Gönül candan geçer, baştan serden, yurttan, obadan, anadan geçer de düştüğü cemalden geçmez, geçemez.” Zahide’yi verirler başkasına ama aşkları bitmez gençlerin. Farklı cephelerde aynı aşk üzre savaşan iki neferdir onlar, mezarları bile birbirine layık görülmez.
Doktor olma hayallerini, aşka inancını, umutlarını hapsetmiş bir kızın kayıp hikayesidir içimize işleyen.
Her baktığı gözde küçük bir sevgi aramış, “seni seviyorum”sözünü duymak istemiş, garip, mahcup bir kızcağızın umutlarının tükenişi, hırpalanışı, hayattan kopuşu yüreğimizin en derinlerine dokunur. Hoyrat eller dokunur nefes dahi değmemiş hayallerine Ayşe’nin. Yavaş yavaş yitirtir hayallerini, hayata tutunduğu dalları çürür. Verirler hal bilmezin birine de girerler günahına onu. Bir türkü söyler belki en derinden gelen nefesi sessizce: “Öpmesi yok sevmesi yok mal gibi, ana beni bir kötüye verdiler. Verdiler de günahıma girdiler…”
Büyümek çocuk gülüşleri gölgelermiş, umutları yaralar, hayalleri kırarmış, gözlerin nurunu alırmış ve kader anneden babadan kalırmış çocuklara.
Bir yandan hemen büyüyüp hayallerine yaklaşmak isterken insan, diğer yandan büyümenin ağırlığı altında ezilirmiş meğer. Hayat verdiklerini, bahşettiklerini büyüdükçe alır, yenileriyle oyalarmış ve bazılarının gücü yetmezmiş karşı koymaya, öyle çaresiz, öyle samimi, öyle garip bir yanıdır Yeşimsu hayatın. Bir yanıyla yamadır hayata belki ama temizdir saftır, belki avamdır ama derindir olgundur yüreği Yeşimsu’nun. Aşkını yaşamaya gücü yetmemiş ama yaşatma erdemini göstermiş bir yüreğin hikayesidir onun hikayesi…
“Aşkmış gönülleri nura kesen, bildiren, fark ettiren, yakarken öğreten, hayat ilmine erdiren… Her aşığın gönlünde farklı güzellikler olsa da aşkın en derinlerinde zuhur edeni aramak varmış. “Maşuktan zuhur eden her davranışın Hakka ait olduğuna iman etmekmiş” aşka ermek.
“Gülde ayrı dikende ayrı letafettedir
Gülün kokusu, dikenin zehri… O’nun zuhurudur.
Her gözden bakan O’dur. Her dilden konuşan O” böyle kabul etmişti Ali Kemal Bey de. Gülün kıymetini bilmemiş, Tanrı’nın hikmetini dikende aramanın zorluğuna ve derinliğine katlanmak zorunda kalmıştır. O’na baş eğmiş, aşka ettiği zulmün bedelini ödemeyi kabullenmiştir.
Aşk bir çift göze esir olup, esaretten zevk almakmış. İnanın kalbine rahmet yağması, nur inmesiymiş, kutlu bir ışık huzmesiymiş aşk.
Bülbül gibi; bir lokmacık canın derdine düşmemekmiş.
“Ayağı yer mi basar zülfüne ber-dar olanın
Zevk u şevk ile verir cân- u seri döne döne” (Necatî) deyip sebebe takılmadan, zevkle ölebilmekmiş.
O ki; kulu şereflendirmek için, erdirmek için Tanrı tarafından sunulan bir taçmış.
O ki; “Gel gel beri ki savm u salatın kazası var Sensiz geçen zaman-ı hayatın kazası yok” sözlerini yol edinip aşkı ibadet bilmekmiş.
Ateşten gömlek giymekmiş, ölesiye yanmakmış aşk. Aşk ateşinde aşkla yananın kaknüs gibi küllerinden doğacağını kabullenmekmiş.
Aşıktan beklenen; aşkın buyruklarına boyun eğip aşkın askerlerine esir olma erdemliliğini göstermesiymiş.
Ayrılıktan zor değilmiş ölüm, aşk varsa ve ölmek vuslat da olurmuş sevene, istiyorsa sevilen.
Zaman geçtikçe sığlaşırmış meğer hayatı anlamlı yapan duygular, insanı asilleştiren duyuşlar. Mayamızda, özümüzde var olanları da yitirirmişiz, oğlumuzun sol cebine kızımızın sandığına sevgi, aşk, sadakat koyamazmışız. Tükenen, betonlaşan çıkarlara teslim olan, horlanan, unutulan, yok sayılan, kumlara gömülen, sanayîleşen her şey bizden de bir şeyler götürürmüş. Lale devri çocuklarıymış meğer bir yanımız; zamanı geçmiş ve aşk şarabından yudumlamamış.
Biz olalım derken ben olmuşuz hep, bencilliğimizle gömmüşüz sevdaları, yenik saymışız her savaşta, yaralı yaralı bırakmışız her kavgada ve savaş alanlarında kaderine terk etmişiz yaralı aşkları.
El açıp af dileyelim şimdi…
Af dileyelim ki taçlandırıp kendine yükseltsin.
Af dileyelim ki yüreklerimizi erdemli kılsın.
Af dileyelim ki Tanrı aşkla zuhur etsin.
Ya Allah Bismillah…