- 556 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
ER MEKTUBU, GÖRÜLMÜŞTÜR.
Resmi büyük görmek için tıklayın Daha kışın ilk günlerinde yağan karın, bütün bir şehri örterek aylarca erimeden öylece kalışını, soğuktan kalın bir tül perde gibi buzlanan camlara yazı yazılıp, bu yazıların haftalarca çözülmeyişini, iliklerimize kadar üşümeyi ilk orada yaşadım, gördüm.
Perşembe’den sonra Pınarbaşı, yani deniz ve yeşilden, şimdide dağlar ve kar.
Babamın tayini Perşembe’den Pınarbaşı’na çıktığında üzülmem mi sevinmem mi gerektiğini hiç anlamamıştım; arkamda bıraktığım kocaman bir deniz, çok renkli geçen bir çocukluğum vardı. Pınarbaşı’nda beni karşılayansa bembeyaz akıp giden dağlar ve kar…
Bu resme, bundan sonra “ilkokul beşinci sınıfa” başlamanın heyecanı da eklenince, her zaman aktif olan hayal dünyama yeni yeni hikâyeler sunacak, ben de derin izler bırakacaktı.
Adam boyu kar tünelinden geçerken, hayal dünyamın da yardımı, bana binbir renkte masallar yazdıracaktı.
Dağın nerdeyse zirvesinde, üssün yanında Askeri bir lojman olarak çok da lüks sayılabilecek bir evimiz vardı. Yere kadar olan pencerelerden sürekli dağları seyretmeniz mümkündü. Yan yana sıralanmış 6 lojmanın çoğunda, ailelerini getirmemiş bekâr astsubaylar otururdu. Onlar da, “burada yaşam koşulları zor” diyerek eş ve çocuklarını memleketlerine bırakmış, getirmemişlerdi.
Elbette, her gün okula gitmek için sabah çok erken saatte kalmak, dağ yolunun arabayı sarsmasının da etkisi ile yarı uykulu olarak derslere girmek bizim için çok zordu.. Aramızda bir yaş olan ağabeyimin, yolculuk boyunca yaptığı yaramazlıkları da eklenince, bir süre sonra dağdaki lojmanda oturmak, bize de sıkıntı vermeye başlamıştı.
Akşamları TV seyretmek gibi bir eğlencemiz yoktu. Zaten TV hiç yoktu… Geceleri çok uzun olur, zaman geçmek bilmez, üstüne üstük, bir de akşamın 8’inde yatmamız için babam tarafından komut verilirdi: “Erken yatın erken kalkın” derdi. Zaten de Sabah 6’da askerlerin nöbet değişimi, komut sesleri bizi mecburen uyandırırdı.
Hafta sonraları gazino olarak kullanılan mekân, sinema salonu haline getirilir, filim makinesine takılan makaralar bazen kopsa da, çoğu zaman sıkılmadan, ikisi peş peşe Türk filmleri izlerdik... Anneler babalar sohbet başladı mı, ağabeyimle ikimiz en güzel oyun alanımız olan askerlerin yatakhanesine koşardık. Hepsinin adını, nereli oldukları ve hatta çocuğu olanların çocuklarının adını bile tek tek bilirdim..
Özellikle ranzalarının yanı başındaki çelik dolapların kapaklarının içine yapıştırdıkları resimlere bakmak.. (O)nlardan o resimlerle ilgili hikâyeler dinlemek, en büyük eğlencemizdi.
Bütün askerlerin bir hikayesi mutlaka olur, dinlememiz için resimlerini ortaya döker,.biz de çocuk aklımızla onlarla dertleşirdik.
Bizimle çocuklaşırlar, bu sohbetlerle de bütün haftanın stresini atarlardı..
Genelde gurbetten gelen bir mektup, hafta sonu kutlanacak bir olaydı. Telefon mu? O da neydi… hafta sonu izinlerinde şehre inince ailelerini PTT’den arayan askerler, bir daha sıra gelmesi için 3 saat bekler, bir alo için tahta banklarında izinlerini bitirirlerdi....
O zamanlar ölüm korkusu yoktu, atış talimlerinde 12’den vurmak,çok özel bir andı..
Tek dertleri, gurbetteki aileleri olan askerlerden bazılarının, arada kaçıp memleketlerine gittiklerini duyardık.. Askerlik uzardı da uzardı.
Böyle uzatmalı, nerdeyse 4 yıldır askerlik yapan, bu yüzden de sürekli nizamiye kapısında nöbet tutturulan ‘Amir asker’, artık nerdeyse hepimizin akrabası gibi olmuştu.
Nişanlısını görmek için o kadar sık kaçmış ki, hatta bir akşam sırf kaçmak için kendini ayağından vurmuş, Kayseri’de tedavi olurken de yine kaçmıştı.
Biz orada bir aile gibiydik. Askerler ağabeylerimiz, bizim arkadaşlarımız, dert ortaklarımız, anne babalarımızın ise evladı….gurbetten yeni bir fotoğraf geldiği vakit mutlaka anneme gösterirler , eşi doğum yapanlara yardım için para toplanır, memleketlerine gönderilirdi.
Ben de en çok iz yapan, Mustafa’yı hiç unutmam; elinde sürekli bir fotoğraf taşır, arada da ağlar, bize de sevdiği kız olduğunu söylerdi. Bir gün arkadaşlarıyla kavga etmiş, sakin/sanki Mustafa delirmiş, kutsalına el sürülmüş gibiydi…. bu öfke de nedendi?
Dayak faslını hiç anlatmayayım, ardından cezası; “ 2 hafta şehir izni yok”…
Sonradan kendi anlattı; meğer Mustafa’nın elindeki fotoğraf Emel Sayın’a aitmiş... Kimsesinin olmadığını söylerken, bu sırrının oraya çıkmasına da çok üzüldüğünü hatırlıyorum. Daha sonra arkadaşlarına yapmadığını bırakmamış,. günlerce kimse dilinden kurtulamamıştı.…
Ara ara nöbette tutturdukları Türküler, dağlardan yankılanır, hatta annem, daha iyi duyabilmek için mutfağın camını açardı..”ibibikler öter ötmez ordayım” ve Neşet Ertaş türküleri, O ZAMANIN en popüler repertuar parçaları!
Yıllar geçti, çok yer gezdik, ama dağların size sunduğu dostluk başka oluyor.
Hâlâ orada bir parçam kaldı da gidip geri almam lazımmış gibi bir his var içimde… Dağları özlüyorum.
O zamanlar, dağlarda sadece çiçekler, tavşanlar, hatta kurtlarla karşılaşırdık.
Dağlar; hele kar kalkınca, çiçek kokuları ile kaplanır, tavşanların peşine koşarken yuvarlanır, kayaları saklambaç oynamak için siper yapardık.
Hiç şehit için törene katıldığımızı hatırlamıyorum.
Türküler aşk, sevda, hasret bağırırdı..ağıt olamazdı kimsenin ardına..
‘Teskere günü’ sayılırken düğün tarihleri belirlenir, onurlu gururlu, birçok askerlik anıları ile güle oynaya, geldikleri gibi dönerlerdi.
Dönüşlerini bekleyenlerin göz yaşları sevinçten olurdu..davul zurna ile geldikleri yoldan, hiç kırmızı beyaz bayrak sarılı tabutla geri yollanmadılar, görememiştim hiç “o zamanlar”.
Şimdi ise, Çocukluğumun dağları, menekşeleri şehitlerine ağlıyor.
Toprağımın onlara baktıkça yüzü kızarıyor. 20’lik gencim ‘düştü mü’, bağrına utanıyor sıkılıyor.
Benim dert ortaklarım, çocukluğumun kahramanları; o zamanlar oyuncak gelirdi silahlarınız, böyle de canınızı yakacak mıydı?
Her toprağa düşeninizle film şeridi gibi gözümün önünden geçmektesiniz.. Ne kadar hayat dolu geleceğe dönüktü hayalleriniz.
Yapacak onca işi bırakıp, size nokta koyuyor hain, pusu… “ kıyılır mı benim Mustafa’ma, Amir’ime…”… ya yatakhanenizin çelik dolaplarında asılı olan o resimler, o resimdeki canlarınız…. onlar nasıl yıkılıyor ardınıza bir bilseniz. …
Hepinizi tanıyor gibiyim, işte bu yüzden de daha bir zor oluyor, sizinle vedalaşmam, ardınızdan seslenişim.
Ağlamayacağım diyorum, ama elimde değil… anılarımın her sayfasındaki sohbetim, “er mektubu, görülmüştür” diye biter…
YORUMLAR
"Teskere günü sayılırken düğün tarihleri belirlenir, onurlu gururlu, birçok askerlik anıları ile güle oynaya geldikleri gibi dönerlerdi.
Dönüşlerini bekleyenlerin göz yaşları sevinçten olurdu..davul zurna ile geldikleri yoldan,hiç kırmızı beyaz bayrak sarılı tabutla geri yollanmadılar , “o zamanlar” hiç görmemiştim "
Devleti yönetenler ve devlet kavramı ile ilgili bence... Bir de Ab ve Abd güdümüne girdikçe, onlarla (güya)müttefikliğimizi artırdıkça... Bayrağa sarılı tabutlar dönemine geçtik.
Yazı çok güzeldi... Etkileyiciydi, beğeni ile okudum.
Saygılarımla...
Göktürkmen tarafından 5/4/2009 7:54:15 AM zamanında düzenlenmiştir.