- 679 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
“Balam Bizlerni Yalancı Cennetten Kuvdular!"-Kızıl Gözyaşları-5
“BALAM BİZLERNİ YALANCI CENNETTEN KUVDULAR!..”
“BALAM BİZLERİ YALANCI CENNETTEN KOVDULAR”
Şükriye Halama Kırım’a gideceğimi söylediğimde çok sevinmişti. Halam annemin teyzesinin kızı idi. Biz ona hala diyorduk. Ve kendisini de çok seviyorduk.
Altmış beş yaşlarında ; biri kız, biri oğlan iki evladı ve Mehmet (Memoli) adında da bir torunu olan, güzel Tatarca konuşan;ufak boylu, tombul yüzlü, çekik gözlü Halam, yola çıkacağım zaman beni kucakladıktan sonra,
“Şükrü balam yolun açık bolsun. Bizlerden orda bulunan akrabalarımızga kuçak dolusu selam aket (götür). Sen şimdi Yalancı Bir Cennetke ketesin (gidiyorsun). O topraklarga sağ -salim ket (git) ve sağ-salim kel (gel). Bizim içünde kartbabaylarımızga (dedelerimize), kartanaylarımızga (ebelerimize) topraga basar basmaz dua et ve topraknı öp,” demişti. Ben de:
“Halacığım yalancı bir cennetke ketesin” diysin, Bu yalancı cennet diye ayttığın (söylediğin) Kırım’ı sen közlerinle (gözlerinle) kördünde mi böyle aytasın (söylüyorsun)” dediğimde,
“Hayır men (ben) Kırım topraklarnı körmedim. Ama balalığımda kartanam maga şunu aytkan edi:“Balam bizlerni yalancı cennetten kuvdular.” O gün bugün kulaklarımda şınlagan Kartanamın “bizlerni yalancı cennetten kuvdular “sözlerni hiç unutamadım. Kartanam yalancı cenneti kördüğü içün mende saga yalancı cennetge ketesin diymen. Kırım’dan kaytgan (döndüğünde) son bizlerge yalancı mı gerçek mi cennet bolduğunu aytarsın ”demişti.
Evet halamın söylediği gibi Yalancı Cennet Vatan Toprakları’na ayak basmıştım. Ama şu anda, uçaktan indiğimiz merdivenin başında beklerken, ayaklarımın altında toprak yerine beton tabakası vardı. Karşımızda da bizi pasaport kontrol merkezine götürecek eski model bir otobüs bekliyordu.
Şairimizin “Burada toprak kokusu başka /Denize karşı şükür namazı secdesinde/ Bu koku ile dolu ciğerlerim huşu içinde /Boşuna güzel Kırım dememişler” mısralarını hatırladım, denize karşı değilde Akmescit’e bakarak ciğerlerime doldura bildiğim kadar Kırım’ın havasını içime çektim... çektim...doyana kadar çektim...
Kundakta şehit edilen masum balaların, gençliğini yaşamadan alınlarından vurularak şehit edilen yaşların (gençlerin), yıllardır Cennet Vatana dönerim deyipte dönemeyip; başka diyarlarda Kırım’a hasret olarak gözlerini dünyaya kapatan kartbabaylarımın, kartanaylarımın koklayamadığı o güzelim tertemiz havayı onlar adına bir kez daha çektim ciğerlerimin en ücra köşesine....
Bu hava içimi yakıyordu.......
Uçaktan inen yolcular otobüsün karşısında toplanmaya başladıklarında halamın en son söylediği “topragı öp” sözleri akılıma geldi. Öpeceğim toprak karşımızda duran otobüsün on-on beş metre ilerisinde idi. İçimden Türk flimlerinde gurbete ya da askere giden birinin köyüne döndüğünde toprağı öptüğü gibi, bizi bekleyen otobüsün solundan koşarak toprağı “öpüp geleyim” dedim. Ama görevli askerler beni yanlış anlarlar diye, bu fikrimden vazgeçtim. Yanıma gelen İbrahim Akay’da aynı duyguları taşıyormuş. Kulağıma eğilerek yavaşça:
“Şükrü Akay haydi Cennet Vatan Kırım’ın toprağını öpelim” dedi. Ben de :
“İbrahim Akay başka bir yerde bu isteğimizi gerçekleştirelim. Biz toprağı öpmek için koştuğumuzda, görevliler arkamızdan ateş edebilirler. Hemde bu kadar insanın önünde toprağı öpmemiz hoş karşılanmaz.” deyip, ikna ettim. Oda kabul etti.
Otobüse bindik. Otobüste fazla koltuk yoktu. Çoğumuz camın kenarında dayanmamıza yardımcı olan demirlerden tutunduk. Otobüs hareket etti. Ben demirlere her iki elimi koyup camdan Akmescit’e uzaklardan seyre daldım. Seyrederken de dudaklarımdan merhum Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı İstiklal Marşı’mızın şu dizelerini hatırladım.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun , incitme yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu CENNET VATANI
Evet , şairimiz bu CENNET VATANI verme diyordu; hatta sana dünyaları verseler dahi verme diye bizi âdeta uyarıyordu...
Cennet vatanımız Türkiyemizi vermemiştik; ama CENNET VATAN;KIRIM’I vermiştik; gerçi biz gönüllü vermemiştik; elimizden zorla almışlardı, gaspetmişlerdi, İŞGAL ETMİŞLERDİ; bize de dünya veya dünyalık yerine; kızıl gözyaşlarını, acıyı, zulmü, ızdırabı, işkenceyi, sürgünü lütfetmişlerdi!...
Bakın, menfûr bir cinayete kurban giden Rahmetli Necip Haplemitoğlu dedesinin Kırımlı olduğunu belirtiği “Kırımda Türk Soykırımı” kitabının 66 ve 67 . sayfalarında, bu soykırımını şöyle anlatıyor:
“18 Mayısı 19’a bağlayan gece, şehir ve kasabalarda yaşayan Türkler’in tamamı kendi evlerinde, silâhlı askerlerin baskınına uğruyor. Kendilerine çevrilen Tompsonların namluları karşısında, elleri kaldırtılarak ve duvar dibine dizilerek şu emri veriyorlar:
“Elde götürebilecek eşyanızı alın ve 15 dakikada hazır olun.”..........
.....Sankiza İbrahim imzalı ve Sovyetler Hükümetine yazılan mektupta şöyle deniliyor:
“Saat 3’te çocuklar uyurken, askerler geldi. Hazırlık yapmak için bize 5 dakika verildi. Ne eşya ve ne de yiyecek almamıza müsaade edildi. Zannettik ki, kurşunlanmaya götürülüyoruz.”
Kırım Türkleri’nin sürülmesinde vazifeli bulunan ve 1953 yılın Haziran ayında hürriyeti seçerek Batıya sığınan sabık NKVD Yarbayı Grigoriy Stepanoviç Burlitski diyorki:
“Sürülenler, hayvan nakiline mahsus, hiçbir ipdidaî tertibatı olmayan vagonlara doldurulmuşlardı.” “Vagonlar balık istifi dolduruluyor, kilitleniyor, mühürleniyor ve askeri kıt’alar tarafından muhafazaya alınıyordu.” “Sürgün mahalli bildirilmemişti.” Burlitski’nin tahminine göre, sürgün edilenlerin “büyük kısmı” daha yolda iken “ telef olmuştur”
....Sankiza İbrahim’in protesto mektubu devam ediyordu:
“.......Fakat çabuk ölüm değildi bu. Hayvan nakline mahsus vagonlarda tıka basa dolu bir şekilde 3-4 hafta sürecek yolculuğa çıkarıldık. Yolumuz Kazakistan’ın kızgın çölünden geçiyordu............götürülenlerin içinde..........hastalar ve ihtiyarlar da mevcuttu ......Eşleri ve çocukları ise, zorla götürülenlerin ekserisini teşkil ediyordu.........Ölüm nisbeti;küçükler, ihtiyarlar ve hastalar arasında bilhassa yüksekti. Ölüm sebebi; susuzluk, havasızlık ve pislikti. Yolda can verenlerin cesetleri dışarı çıkarılamadığından, yaşayanlar arasında çürür, su ve gıda almak için yapılan kısa durmalar esnasında, demir yolu hattı kenarında bırakılırdı. Gömülmelerine izin yoktu.”
Gördüğünüz gibi bu cennet vatandan sürülürken bile kartbabaylarımıza 5-15 dakikadan fazla süre ve hatta gömülmelerini bile izin vermemişler. Bu da şunu gösteriyor ki Kartbabaylarımız, Kartanaylarımız bu Cennet Vatandan hiç bir şey götürememişler; sadece elbiselerini ve birde canlarını...
O canda yolda telef olmadı ise...
Bu yüzden Kırım’ın taşı, toprağı, havası, suyu;bahçelerindeki kızıl rekli vişneleri, al al kirazları, yeşil cevizleri, kırmızı erikleri, bağlarındaki mor salkım üzümleri bize helaldır diyordum kendi kendime.
Birisi arkamdan :
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şuhedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsında Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” diyordu.
Ben de ona :
“Amin” diye karşılık verdim. Başımı çevirip:
“Ama Kırım Tatar Türkleri’nin cânı, cânânı, bütün varlıkları ellerinden alındı. Bu dünyada vatansız kaldılar; dile kolay tam kırk yedi yıl. 1783-1944 yıllarını saymıyorum;bu yıllarda esaret altında yaşadılar ama hiç olmazsa bir kısmı kendi vatan topraklarında idiler. Rabbime şükürler olsun ki o kara günler geride kaldı şimdi;Güneş artık bizim için Kırım’da yeniden doğdu; üç yüz bine yakın insan Cennet Vatan’a kavuştu. Şu andan itibarende beni de sayarsan Cennet Vatan Topraklarında üç yüz bin bir Kırım Tatar Türkü şehitlerimizin kanları ile sulandığı toprağa ayak bastı , dedim. Hemen arkasından da;
“Zamanla bu sayının çoğalacağını;Kırım’ın verimli ovalarında sarı tenli buğday başaklarının yeniden filizleneceğini, ateislik merkezi yapılan camilerin kapısının yeniden ibadete açılacağını, yıkılan minarelerin yeniden imar edilerek göklere yükseleceğini, susturulan ezanların Kırım semalarında yeniden dalga dalga yankılanacağını, Giray Hanların torunlarının yağız atlara yeniden binip birbirleriyle kavga yerine hizmet yolunda yarış yapacağını, ufukta gördüğümü” söyledim.
Sonra da gözlerimi kapadım:
“Ne butlu bana....Yarabbim!...Ölmeden önce bana bu toprakları gösterdin. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır” diye dua ettim, içimden sezsizce. Duamı yeterli görmedim. Kollarımı semaya kaldırdım:
“Yarabbim, bizim günahlarımızı affet, hatalarımız bağışla. 1783 yılından 1944 yılına kadar vatanlarından sürülen bu mazlum milletimin yüzünü artık güldür. N’olur Rabbim yardım et bize / Karanlık gece dönsün gündüze / Tut elimizden tutki çıkalım düze.“ dedim. Duamın arkasındanda şu mısraları ilave ettim.
“Ruhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerîhamdan, ilâhi,boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!. “
Halil İbrahim Akay, omuzuma eliyle dokundu;herhalde ben uyumuştum. Gözlerimi açtığımda “Şükrü gümrük kapısına geldik. Haydi otobüsten inelim” dedi.
Halil İbrahime içimden kızmıştım;”beni hayal alemimden niye uyandırdı” diye..
Devamı haftaya….
Hoşça kalınız….
Şükrü BİLGİLİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.