- 643 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ekmek... şarap... sen ve ben yokuz...
KUZENLERE
(bazı kuzenler alınsın.)
Söndü ışıkları bir bir istanbulun.Şafak bulutları parçalıyor. Çöpçüler ve horozlar uyandı. Karanlığı yaran denizde kocaman gemiler “günaydın” der gibi sabaha. Sıcak dumanları sanki sabahın serinliğini ısıtmak için yayılıyor fabrika bacalarının. Kahvaltı için, kediler ve köpekler zengin çöplüklerinin yolunu, evsizler ise kenar mahallelerinin yolunu tutalı çeyrek saat oldu. biraz sonra simit ve çorba kokusu deniz ve ıhlamur kokusuna karışacak. Biraz sonra ekmek işçileri sabahlık cıgaralarını ciğerlerine çekecek. Martılar, avlayacakları balıkları uyandıracak. Sarhoşlar sızacak; minareler sarhoş olmayanları huzura çağıracak. Yedi tepesinde yetmiş yedi millet yeni bir güne başlayacak istanbulda.
İstanbulda yeni bir güne başlamak… anıların arşivine dosyalayarak geçmiş yaşantıları, kederin enkazı üzerine , berfin gibi ; kardan firar eden, güneşi görünce ölen; yine de bütün arzusu güneşi görmek olan mutluluklar inşa etmek için istanbulda yeni bir güne başlamak…
İstanbulda yine bir güne başlamak… binlerce sahnede oynanacak aynı kederli oyunlardan birinin figüranı olmak. Binlerce figüran gibi. Binlerce sahnede binlerce rol. İşçisi, emekçisi, emekten emeklisi, işsizi, orospusu, ibnesi, simitçisi, simitsizi… oynamak için yeterince insan; çekmek için yeterince acı.
İstanbulda bir gün…
Deniz manzaralı teraslar her zaman mutluluk vermez, kuzen! Bazen mutluluğun izini kaybeder de insan, baktığın mavi deniz, gri; soluduğun oksijen, metan, dokunduğun ne varsa ateş olur sanki, kuzen! Dekorlar ötede duran denize yelken açacak türdendir oysa. Hoparlörde “şafak türküsü”, kadehinde votkan,yediğin önünde, yemediğin umrunda değildir.
Hatırlar mısın on sekiz yaşını:”bir hayalin varsa onu yaşamalısın”, derdi baban. O hayal, kül tablanda yanan, sevgili kadar çekici sigaran mıdır, kuzen? Yoksa, o hayal, yatağında, sevgili rolü oynayan o ecnebi midir? Memuriyete taşıdığın okula gitmeler mi o hayalin? Yoksa istanbulun girdabında aranıp durduğun “muraşka” mı? Otuzuncu yaşın mı? Yeşilini koruyan gözlerin mi?
Seni anlıyorum,kuzen! Sızlayan ciğerin,üşüttüğün duyguların,harcadığın gülümseyişlerin,şakağına dayadığın yasak umutlarla intiharlar kuşandığın… yatağında yalnızlık; yatağında o sevgilini oynayan ecnebi; eros mu Afrodit mi, muallak…
Bir de sabahın altısı… ekmek… şarap… sen ve ben yokuz,kuzen! Telefonlarımıza cevap vermeyecek kadar ihmal ettik birbirimizi. Sonra, çocukluğumuz gibi, gittik birbirimizden. Sevilmediğimizden değil. Nefret ettiğimizden hiç değil. Orta yerde yanıp durmakta olup, avuçlanıp götürülecek bir ateşten payımıza düşeni avuçlayıp gittik. Yandığımız yere kadar götürebilmek için bu ateşi,gittik. “sen yanmazsan ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” hesabı, avuçladığımız ateşle yanarak, yandıkça aydınlanarak ve aydınlatmayı umarak karanlıkları, gittik.
Yavaş yavaş şimdi, deniz manzaralı ölümler ölmenin vakti değil, kuzen! İstanbulun binlerce acılarına ciğerlerini feda etmenin vakti hiç değil. O çatı katından bulutlara dokun, kuzen! Güne çevir yüzünü! Oksijensiz ciğerlerine derin nefesler çek! Ertesi sabah solundan kalk,kuzen? Daha yolumuz var;daha gideceğiz kendimizden. Daha milyonlarca dünyalının acılarıyla böbreklerimizi yitireceğiz. Direnmezsek acı kan hücrelerimize sızacak; kan kaybedeceğiz,kuzen! Direnmezsek, kansızlıktan öleceğiz.
fırat dicle