Thomas Bernard / Eski Ustalar
..........................................................
Sanat Tarihi Müzesi’ni dolaşıyordum geçenlerde. Yol yorgunu olduğum için dizlerim beni taşımaz olmuştu.. Oturacak bir yer ararken gözüme Bordone Salonu’nda bir bank ilişti. İhtiyar bir adam oturuyordu. Bütün ihtiyar insanlar gibi söyleyecek çok sözü olup da hiçbir şey söyleyememiş ama söylemek isteyen fakat söyleyemeden gidecek ve gitmek zorunda kalan ihtiyarlar gibi bakıyordu gözlerime. Huysuz bir adam ve acaba yanına otursam, rahatsız etmeden soluklansam ve sonra kalkıp ziyaretimin kalan kısmını da tamamlasam diye düşünürken sen Viyanalı mısın diye sordu. Hayır dedim ben Türkiye’den geldim. Burayı çok methettiler. Gezmeden gitmek istemedim dedim. Neden Viyanalı mısın diye sordunuz. Ben Viyanalıları sevmem. Onlar iğrenç insanlardır dedi onlar iğrenç insanlardır ve ben hayatım boyunca onlardan nefret ettim ve etmeye devam edeceğim. Hayırdır neden burada oturuyorsunuz diye sordum. Ben otuz yıldır burada oturuyorum bu bankta evet burada. Her gün günaşırı buraya gelirim ve saatlerce okurum ve düşünürüm ve yazarım. O zaman anladım ki bu ihtiyar bir volkan hem de patlamak üzere olan kızgın bir volkan. Yani siz bir yazarsınız, diye sordum. Hayır dedi ben eleştirel bir sanatçı, icracı ve yaratıcı eleştirel sanatçı, ressam, müzisyen ve yazarım. Evet tam anlamıyla ben yazmaktan nefret eden ve yazılarını sadece Times’a yazan bir yazarım. Aslında ben yazarları da sevmem. Onlar kitsch yaratmaktan başka bir şey bilmezler. Ve onlar yalakadırlar. Ressamlar da müzisyenler de… Hepsi de aynı bunların. Resmetmek, notalara dökmek ve yazmak istediklerini resmetmek, notalara dökmek ve yazmak istedikleri gibi yapamayan insanlar. Yalnızca yalan olan ve doğru olmayan resmediliyor ve belgeleniyor, sonraki kuşaklar doğru olmayanı ve yalanı asıyor duvarlara, büyük yazarlar denilenlerin bize bıraktıkları kitaplarda yalnızca doğru olmayan ve yalan var, bu duvarlarda asılı olan resimlerde yalnızca doğru olmayan ve yalan var. Nasıl olur yani bütün büyük ustalar yalancı, sahtekar ve yalakalar o halde.
Affedersin amca ismini sormayı unuttum. Bu büyük bir saygısızlık biliyorum. Ama sizden yaşça küçük olmama ve heyecanıma verebilirsiniz. Çünkü duyduklarım şimdiye kadar bildiklerimin ya da büyük ustalar olarak gördüğüm Beethoven, Mozart, Bach, Montaigne, Pascal, Heidegger, Schopenhauer, Dostoyevski, Diderot, Voltaire, Goethe, Stifter, Leonardo, Michelangelo, Tiziano’nun birer sahtekar olduğunu ve yalaka oldukları sonucunu çıkarıyor. Ama neden neden bunlar doğal değiller. Çünkü doğal insan artık asla olamaz, büyük kentlerde yığılmış milyonlarca devlet insanı var. İnsanlık devlet olmuş insanlıkdışılıktan başka bir şey değil. Bugün insan artık devlet insanıdır ve bu yüzden de o bugün artık mahvedilmiş insandır ve devlet insanı, düşünülebilecek en insan olabilen insandır. Devlet beni de tüm diğerleri gibi kendi içine girmeye zorladı ve beni kendisi, yani devlet için uysallaştırdı ve benden bir devlet insanı yaptı, yönetmeliklenmiş ve kayıtlanmış ve terbiye edilmiş ve mezun edilmiş ve sapkınlaştırılmış ve bunalımlı olmuş biri yaptı.
Peki bu nasıl oluyor yani devlet nasıl içine çekiyor bireyi. Bu toplumsal bir aktarımla mı yoksa bilinçli bir kurumsal örgüt mü bu işi yapıyor. Evet her şey kitsch olan her şey. Bunların başında da öğretmenler geliyor. Öğretmenler devletin yalakalarıdır ve Avusturya devletinin düşüncel ve ahlaksal açıdan bugün tamamen sakatlanmış olduğu, toplumsal açıdan tehlikeli karmaşa, bayağılık ve çürümüşlük dışında bir şey öğretmeyen düşünsel ve ahlaksal açıdan sakatlanmış ve bayağılaşmış ve çürümüş ve karmaşıklaşmışlardır. Bu Katolik devletin sanat anlayışı yoktur. Doğal olarak devletin öğretmenlerinin de sanat anlayışı yoktur. Bu öğretmenler bu Katolik devletin ne olduğunu ve onlara öğretmeleri için verdiklerini öğretirler: dar kafalılığı ve dehşeti, hainliği ve aşağılıklığı, çarpıklığı ve karmaşayı. Yani diyorsun amca bu büyük ustalar hep devletin yalakaları, bu yalakalığı da devletin çocuklarına devlet devlet öğretmenleri aracılığıyla yüklüyor öyle mi? Tam olarak doğru mu anlamışım. Yani bütün bu insanlar ki bu insanlar sanatçı yani toplumun önünde önder olan insanlar bunların içinde hiç mi hür iradesiyle eserler ortaya koyan olmamış. Bak oğlum. Daha çok gençsin. Belki bazı şeylerin henüz farkına varabilmiş değilsin. Ama beni dikkatle dinlersen kafandaki soru işaretleri yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlayacaktır buna emin ol. Sen özgür bir sanatçı demek istiyorsun. Hiç özgür sanatçı yok mu demek istiyorsun. Dinle özgür insan diye anılan insan nasıl bir ütopya ise, özgür sanatçı denilen şey de hep bir ütopya, bir çılgınlık olmuştur. Sanatçılar, büyük sanatçılar denilenler ayrıca tüm insanların en insafsız olanlarıdır, politikacılardan daha da yalancıdırlar, yani sanat sanatçıları devlet sanatçılarından daha da yalancıdırlar. Bu sanat hep güçlüye ve güce yönelik olmuş ve dünyaya sırtını dönmüştür. Peki usta ne için. Yani hangi amaçla yapılmalı sanat ya da sanat eseri. Evet oğlum. Sanat tümden seyir ve tümden dinleme ve tümden okuma için yapılmaz; sanat, insanlığın zavallı kesimi için yapılır, gündelik, normal kesimi için, evet, iyi inançlılar dışında kalan kimse için yapılmaz demek zorundayım.
Beyaz sakallı amca biraz duraksadı. Ben de biraz soluklasın, dinlensin ne de olsa ihtiyar yorulmuştur diye düşündüm. Biraz da özel hayatını merak ettiğim ve bunun onun dinlenmesi için bir fırsat olduğunu düşündüğüm için evli olup olmadığını sordum. Evet dedi ben evliydim. Çok zengin bir eşim vardı ve paraya hiç sıkıntı çekmedim. Onu çok özlüyorum. Beni bu koskoca dünyada yapayalnız bıraktı ve gitti. Ona kızıyorum. Çünkü her şeyi evet her şeyimi öğretmiştim bildiğim ne varsa ne kadar bilgim varsa ona öğretmiştim. Çünkü ondan önce öleceğime inanıyordum. Ama o benden önce gitti. Hep bu doktorlar yüzünden. Hep bu kilise rahipleri yüzünden. Onlar zamanında bakmadılar karıma. Ve onların yüzünden öldü. Ölene kadar hiçbir hastalığı yoktu. Ve bir de belediyenin. Neden müzenin önündeki asfalta toprak dökmediler. Onlar evet hepsi suçlu. Nefret ediyorum onlardan. Beni anlayan tek insandı karım.
Peki amca ne okursun daha doğrusu nasıl okursun. Sanki bir sanat eleştirmenisin veya kürsüde konuşan bir profesör. Bu nasıl oldu. Otuz yıldır burada olduğunu ve burada okuduğunu ve düşündüğünü ve yazdığını söyledin. Bir çok kitap hatta kütüphane bitirmiş çoğu insan bu söylediklerinizin farkına hâlâ varamamış gibi görünüyor.. Siz nasıl okuyorsunuz. Ne yapıyorsunuz. Bir kitabın on iki satırını en yüksek yoğunlukla okumak ve böylece bütünün içine girmek, normal bir okuyucu gibi kitabı okumamızdan daha iyidir, o, okuduğu kitabı tıpkı bir uçak yolcusunun üzerinden uçtuğu manzarayı tanıyacağı gibi az bilir. O, çevreyi bile göremez. İşte bugün herkes her şeyi uçarken okuyor, her şeyi okuyorlar, ama hiçbir şeyi bilmiyorlar. Ondan yola çıkarak bütüne gidebileceğim bir ayrıntıyı çekip çıkarırım böylelikle daha iyi anlarım. En büyük zevki de zaten parçalardan alırız, yaşama da bir parça olarak baktığımızda en büyük zevki alırız. Ben, tamamlanmış olanın, bütünün var olmadığından yola çıkıyorum, burada duvarda asılı olan, tamamlanmış denilen bir sanat yapıtından bir parça bu sanat yapıtında onu yapan sanatçının ağır bir hatasını, sanatçının başarısız olduğu bir noktayı buluncaya kadar aradığımda öteye gidiyorum. Bir bütünü, bir bitmişi hatta bir tamamlanmışı parçalara ayırma şansımız olduğunda, ancak onu okumaya başladığımızda bundan yüksek, hatta en yüksek zevki alırız.… Hep hedefe ulaştıran bir eylem biçimi, yani bu tamamlanmış denilen sanat yapıtlarının birinden bir parça almak. tamamlanmış olan, durmadan bizi yok etmekle tehdit etmiyor, bizi yok ediyor da, burada başyapıtlar rumuzu altında duvarlarda asılı olan her şey… Bütün ve tamamlanmış olanın var olmadığını her anladığımızda, yaşamımızı sürdürme olanağımız var. Pascal’ı tamamlanmış olduğu için değil, aslında böylesine çaresiz olduğu için severiz, Monteigne’i ömür boyu aradığı ve bulamadığı çaresizliği için sevdiğimiz gibi, Voltaire’i de çaresizliği yüzünden severiz. Felsefeyi ve tüm düşünce bilimlerini sırf kesinlikle çaresiz oldukları için severiz. Gerçekte biz yalnızca bir bütün olmayan, karmaşık ve çaresiz kitapları severiz.
Tamamlanmış bir resim yoktur ve tamamlanmış bir kitap da yoktur ve tamamlanmış bir müzik parçası da yoktur. Gerçek bu ve benim gibi bir kafanın varlığını sürdürmesini sağlayan bu gerçektir. Kafanın arayan bir kafa olması gerekir, hataları, insanlık hatalarını arayan bir kafa, başarısızlıkları arayan bir kafa.
Peki bundan sonra. Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun ya da madem büyük ustalardan bu kadar nefret ediyorsun ve onlara bu kadar kin duyuyorsun. Neden hala buradasın yani Sanat Tarihi Müzesi’nde Bordone Salonu Bankı’nda. Neden çıkmıyorsun bu kapalı yerden. Madem bu ustalar yalakalıktan başka bir şey yapmıyorlar. Varlığımı sürdürebilmek için evlat. Evet tam olarak bunun için. Eski ustalara gitmek zorundayım. Çok uzun süredir ve onlarca yıldır nefret ettiklerime, çünkü bu sanat tarihi müzesindeki bu eski ustalar denilenlerden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmedim ve de genel olarak eski ustaların hepsinden, isimleri ne olursa olsun, nasıl resim yapmış, yazı yazmış ya da beste yapmış olurlarsa olsunlar, her şeye rağmen onlar beni hayatta tutuyor. Böylece kentte dolaşıyor ve bu kente artık dayanamadığımı düşünüyorum, yalnız kente değil tüm dünyaya, ardından da tüm insanlığa artık dayanamadığımı, çünkü dünya da ve tüm insanlık da artık o kadar korkunç oldu ki, yakında onlara dayanılamayacak, hiç değilse benim gibi bir insan dayanamayacak. Benim gibi hem akıl hem duygu insanı olan biri için dünya ve insanlık yakında dayanılır olmaktan çıkacak. Bu dünyada ve bu insanların arasında artık benim için değerli olan hiçbir şey bulamıyorum. Bu dünyada her şey dar kafalı ve bu insanlıkta da her şey dar kafalı. Bu dünya ve bu insanlık bugün öyle bir dar kafalılık derecesine ulaştı ki, benim gibi bir insan yaşamamalı, böyle bir insanlıkla böyle bir insan birlikte var olmamalı. Bu dünyadaki ve bu insanlıktaki her şey en alttaki basamağa kadar indi. Bu dünyadaki ve bu insanlıktaki her şey öylesine topluma zararlı bir seviyeye ve alçak bir şiddete ulaştı ki, artık benim için yalnızca bir gün için bile bu dünyada ve bu insanlıkta durmadan ilerlemek neredeyse olanaksız oldu. Dostoyevski’nin korkunç cehennemi bizim bugün içinde bulunduğumuzun yanında masum kalır. Dünya ve insanlık, tarihte dünyanın ve insanlığın şimdiye kadar içine düşmediği öylesine bir cehenneme ulaştı ki…
Tamam. Ne olur yeter. Altüst oldum. Düşüncelerim karmakarışık oldu. Sonra devam ederiz. Söz bundan sonra seninle her gün Sanat Tarihi Müzesi’nin Bordone Salonu Bankı’nda bulaşalım. Bir ay bana yeter. Çünkü Türkiye’ye döneme lazım. Ama bir şey var bilmek istediğim. İsmin amca. Senin adını bir türlü sorma fırsatım olmadı. Hep araya söz girdi. Reger oğlum. Reger. İki tane biletim var. Arzu edersen birlikte gidelim. Burg Tiyatrosu’na Kırık Testi’ye. Tamam evlat senin ismin neydi. Yeterlilik ve ebilmek dedim Reger dedi dedi Atzbacher dedi Thomas Bernhard dedi dedim.
...........................................