- 3349 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KABAK MUHABBETİ
Nerden çıktı bu “Kabak Muhabbeti” diyeceksiniz?
Nerden çıkacak; bir atasözünden. “Kabak” ile ilgili atasözünü yazımın sonlarına doğru yazacağım. Ama başta biraz tüyo vereyim size; bu atasözünde geçen iki anahtar kelime var; biri “sıçan-fare” diğeri de muhabbetini yapacağımız “kabak”.
Hatırlayan oldu mu?
Ne gezer!...
Kafanızı fazla yormayın. Yalnız bu atasözünü okuduktan sonra siz de benim gibi çok güleceksiniz. Çünkü ben ilk defa duyduğumda çok güldüm. Hâlâ da aklıma geldikçe gülüyorum.
Tabiî benim gibi “kabak” iseniz, yani tarama özürlüyseniz ve “kabak”tan da hoşlanıyorsanız;“sıçanlardan pardon farelerden” de nefret ediyorsanız; bu yazım tam size göre. Ayrıca, kapasitesine, bilgisine, kültürüne, çapına bakmadan kaldıramayacağı kadar bir yükü kıçına takanların da özellikle bu yazımı baştan sona kadar okumalarını tavsiye ederim.
O zaman okumaya devam edelim.
Ankara da bir şubat ayı, günlerden pazar günüydü; dışarıda şiddetli bir kar yağışı vardı. Yirmi üç yıldan buyana Ankara’da yaşayan bir insan olarak ilk defa tipi şeklinde ince ince bir kar yağıyordu o gün Keçiören semalarında. Her ne hikmetse gökyüzünden yere doğru düşen kar zerrecikleri hiç birbirine değmiyordu, yapışmıyordu. Evimin penceresinden doya doya seyrettim tabiatın bütün çirkinliklerini örten bembeyaz kar tanelerini...
Yavaş yavaş mırıldandım Yunus Emre’nin:
“İnce ince bir kar yağar,
Tozar Elif Elif diye,
Deli gönül aptal olmuş,
Gezer Elif Elif diye” mısralarını.
Dayanamadım, fotoğraf makinemi elime aldım, bu güzel tabiat olayının resmini çektim. Harika bir manzarayı resimlemişim. Yağan karın şiddetine hiç aldırmadan karlar üzerinde hayatın tadını çıkaran; kartopu oynayan iki çocukta görüntüye girmiş. Dünyadan ve geçim derdinden haberi olmadan pamuk gibi yumuşak karlar üzerinde mutluluğun tadını çıkaran iki çocuktan biri olmayı ne kadar çok istedim. Maalesef bu özlemim imkânsız bir şeydi. Ama bir zamanlar bizler de beyaz örtüler üzerinde kızaklar kaymıştık, kartopu oynamıştık, kardan adamlar yapmıştık. Gözerle hayvan dışkılıklarının yanına kurduğumuz ilkel tuzağımızla bülbül ve serçeler tutmuştuk... Tuttuğumuz bir serçeyi de elimizden kaçırınca kenarda fırsat kollayan yabani bir kediye kaptırmıştık. Günlerce bu olaya çok üzülmüştük…
Ahhhhh, neydi o günler.....
Boş verin geçmişi; biz geleceğe bakalım...
”Kabak Muhabbeti”ne dönelim....
Sokak ve caddelerde sıfırın altında eksi derecede dondurucu soğukların yaşandığı; çatılardan damlayan suların donarak sarkıt ve dikit buzulların oluştuğu; damdan dama atlayan kedilerin havada, hatta bir kurdun dört ayak üzeri dağda donduğu; buzlanan yollarda araçların kafa kafaya tokuştuğu; kaldırımda ayağı kayarak sırt üstü düşenlerin çoğaldığı; odunu ve kömürü olmayan garibanların yanmayan sobanın başında üzerlerine attığı battaniye altında tir tir titrediği; nafakasını günlük yevmiye ile kazanan işçinin birkaç günden yağan kardan dolayı işsiz kaldığı; sıcak doğalgaz ile ısınan köşklerinin şöminelerine sırf zevk olsun diye odunların atıldığı; camdan dışarıda lapa lapa yağan karı büyük bir zevkle seyreden, bir eli yağda bir eli balda olan mutlu azınlıkların hayat sürdüğü; bir başka deyişle zıtlıkların aynı anda yaşandığı bu güzel ülkemizde birçok sorunlar varken, “kabaktan” da bahsedilir mi diyenleriniz çıkacaktır.
Bugün de müsaade edin de tadıyla tuzuyla bir “Kabak Muhabbeti” yapalım.
Ne diyorsunuz benim bu fikrime?
Hazır mısınız? Ben hazırım ve nazırım.
Kusuruma bakmayın; aslında “kabak” kelimesini söylemeden önce nezaket icabı “affedersiniz” demem gerekti. Çünkü ben “kabak” kelimesinden alınan, saçı dökülmüş kel bir adamım. Benim gibi kellerin çoğu “kabak” kelimesinden hoşlanmazlar. Eğer benim yanımda birisi “kabak” kelimesini konuşursa, lafının bitmesini hiç beklemeden hemen konuşmasına müdahale eder, “affedersin” deyin, derim. Karşımda ki bu ani çıkışıma hemen şaşırır, aptal aptal bir hata işledim der gibi gözlerime bakar. Ben de bu bön bakışlara karşılık “Arkadaş, benim biliyorsun saçım yok. Sen bundan dolayı mı gözümün içine baka baka ‘kabak’ kelimesini kullandın” derim. Tabiî ki benden böyle bir tepki beklemeyen şahısın yüzüne baktığımda aynı “kabak” gibi yüzü birden kızarır. Sorumun cevabını almadan ben ciddiyetimi kaybeder başlarım gülmeye. Benim kahkaha attığımı gören arkadaş da benim peşim sıra makaraları koy verir. Sonra onunla başlarım ”kabak” muhabbetine.
“Kabak” şöyle yiyecektir, böyle tatlısı yapılır gibi konulara hiç girmeyeceğim. Sadece sizlere “Kabak” kelimesi ile ilk ve son karşılaşmalarımdan bahsedeceğim. Aslında bu “Kabak Muhabbeti” çok su götürür. Sizi fazla sıkmak istemiyorum. Başka bir yazımda yine başka bir kabak muhabbetine devam ederiz.
Gür saçlarımın olduğu çocukluğumda “kabak” ile ilk tanışmam evimizin tandırında oldu. Annem, yufka ekmek yaptıktan sonra, bahçemizde yetiştirdiği kabaklardan (affedersiniz) bir iki tanesini tandıra atardı. Kabaklar bir iki saat tandırın içinde iyice pişerdi. Annem, beni de yanına alarak tandırda kızgın közlerin içindeki pişen kabakları kürekle çıkarırdı. Kabağın pişen kabuklarını soyar, soframıza kabak tatlısı olarak sunardı. O çocukluk yıllarımdaki yanmış saçkı közünde pişen kabakların tadını hâlâ unutamıyorum.
Çocukluğumda çok sayıda çizgi romanı okudum;Teksas, Tommiks, Swing, Zagor, Ten Ten, Kinova v.b.. Bizlerin çocuk beyinlerini, bize ait olmayan yabancıların hayali kahramanlarının bu çizgi romanları ile iğdiş ettiler. Benim yaşımda olup ta bu kitapları okuyanların çoğunun hafızasında Tommiks’in Doktorunu, Konyakçısını, sevgili Suzi’yi ve Ten Ten’in köpeğini kolay kolay unutmazlar. Daha sonraları bizden olan Milli Kahramanlarımızdan Baybora’nın oğlu Karaoğlan’ı, Artarın oğlu Tarkan’ı hiç elimizden bırakmadık. Tabi ki Tarkan’ın kurdunu ve Karaoğlan’ın Çalık’ı hafızamızdan hiç silmedik.
Karaoğlan’ın bir serisinde Çalık, Camoka’nın kuyruklu cıbır kabak gibi kesik başını bir kayanın üzerinde görünce, şaşırmıştı ve şu sözleri söylemişti: “Bal kabağı desem bu bal kabağı değil; acaba ne kabağı?” İşte kitap literatüründe “kabak” kelimesini Baybora’nın Oğlu Karaoğlan’ın kitabında Çalık’tan öğrenmiştim.
Şubat ayının ilk günüydü. Görevim icabı aşağı arşivde görevliydim. O gün işlemlerimizi bitirmiştik. Arkadaşlar çok ağır olan kapıyı yavaş yavaş kapatıyorlardı. Tam yukarı çıkmaya hazırlanırken tepede bir delik gördüm.“Bu delikten fare girer mi?” dedim. Kontrolör gözümün içine bakarak pat şu sözleri söyledi: “Fare deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna kabak bağlamış.”
Kontrolör arkadaşla ilk defa bu sabah tanışmıştık. Ben de bir saniye bile kekitmeden kontrolörün yüzüne bakarak “affedersin” deyin, dedim. Kontrolör çok şaşırmıştı, benim aniden yaptığım bu tepkiye. Bir anda bir sessizlik oldu. Bana bir türlü cevap veremedi. Ben “Arkadaş seninle daha yeni tanıştık. Kafama bakarak bana kabak ile ilgili bu atasözünü niye söyledin. Ayıp olmuyor mu?” dediğimde, arkadaş renkten renge girdi. Ben hemen gülmeye başladım. Diğer yanımızdaki arkadaşlar ve kontrolörde gülmeye başladılar. Kontrolöre yaptığımın bir şaka olduğu söyledim ve atasözünü bir kere daha tekrarlamasını rica ettim.
Arkadaş bu sefer iki kelimeyi değiştirerek:
“Sıçan deliğe sığmamış, bir de kıçına kabak bağlamış.” dedi.
“Bu atasözünün anlamı nedir?” dedim.
“Bilmiyor musun?
“Hayır bilmiyorum. Açıklarsan memnun olurum” dedim. Başladı anlatmaya:
“Bu atasözü bizlere; yapamayacağı kadar ağır bir iş varken başka bir iş daha yüklenmenin son derece sakıncalı olduğunu; insanın önce kendi işini yapıp düzlüğe çıkmasının, daha sonra başkalarının yükünü omuzlamayı düşünmesinin çok faydalı olacağını; kendisi sığıntı durumunda iken yanına bir kişi daha almanın yanlış ve tutarsız bir davranış olduğunu; çok güzel anlatıyor” dedi.
Bugünlerde birileri de aynı sıçan gibi kıçına kabak bağlamış, bir türlüğü deliğine giremiyor!... Deliğe girmek için de kıçına taktığı kabağın çekirdeklerini tek tek yiyerek kabağı küçültmeye çalışıyor.
Nasıl buldunuz kabak muhabbetini?
Okumanıza değdi mi?
Selam ve sevgilerimle...
Şükrü BİLGİLİ
YORUMLAR
Bayildiiimmm.. :))) Kabak tadi vermedi en azindan.. O kadar yalin bir anlatim vardi ki; "Ayrıca, kapasitesine, bilgisine, kültürüne, çapına bakmadan kaldıramayacağı kadar bir yükü kıçına takanların da özellikle bu yazımı baştan sona kadar okumalarını tavsiye ederim." sozunuz uzerine okumaya basladim.. Bakalim; Sukru bey nasil bir kapasite ariyor diyerek ! :)) Ya da insandaki kapasite sinirlarini neye gore, nasil ortaya koymus, kimlere gonderme yapmis ve acaba BENIM KAPASITEM(!) nedir diyerek okudum.. :)) Keyifli bir anlatim.. Tesekkur ederim. Yazin lugatima yeni bir atasozu katildigi gibi, kuvvetli bir kalemle de tanismis oldum..
Kalin saglicakla..
Yazınızı okuduğumda çok eğlendiğimi ifade etmeliyim önce. Çok güldürdünüz beni. Samimi, doğal, yersiz süslemeler olmadan, mizacınızı yansıtarak anlatmış, pek de iyi yapmışsınız. Hiç sıkılmadım okurken. Son zamanlarda okuduğum en harika yazıydı. Kutlarım. ayrıca şu sıçanlı atasözünü ben de hiç duymamıştım, dağarcığıma ekledim, kullanırım artık. Teşekkürler:))