KULE GÜNLÜĞÜ / Suçlular Arasında
Saatimi sabah sekize kurmuştum ama çok daha önce uyandım. Pencereden içeri süzülen günün ilk ışıklarıyla sorumluluklarımı anımsadım. Kalktım, çay koydum ve kahvaltı yaptım. Gökyüzüne bakarak bir bardak daha çay içtim.
Tatlı esen rüzgarda bile belirsizlikler hissediliyordu ama umutlu bir gündü.
Mevsimin bu ılık geçen günlerinde her şeyin düşlediğim gibi olmasını diledim.
İçimde bir huzursuzluk vardı. Beni asıl tırmalayan, dışarıdaki her şeyin yüzeysel olmasıydı.
Gazeteye baktım. Olmadı. Çünkü sevimsiz haberlerle doluydu. Elime aldığım dergilerin de yararı yoktu. Aklım başka yerlerdeydi. Aynı sayfada saplandığımı fark edince, çıkıp yürümeye karar verdim. Kafamdaki düşünceleri atmak istiyordum. Sorularıma mantıklı yanıtlar bularak kendi kendime yardımcı olmalıydım.
İnsanın içinde bulunduğu andan daha iyi ve daha güzel bir zaman yok sanırım. Doğada, açık havada yürürken, bütün gereksiz detayları bir kenara bırakarak, herhangi bir konunun can alıcı noktasına ulaşıp, en uygun ve en sağlıklı kararlar verilebiliyor. Fakat insanın çok iyi anladığını sandığı şeyleri hiç anlamamış olduğunu anlaması garip bir duygu. Tebessüm ya da burukluk nedeni.
Yanılgıların ardından gelen sessizlikler ve her aynada bağıran yorgun bakışlarımız.
İnsanın tüm bilinçli etkinlikleri, sağlıklı düşünmesinin sonucunda gerçekleşiyor.
Toplum bilinci açısından bakıldığında, törpülendiğimiz ve tarihten gelen kültürel zenginliğimizin sistemli biçimde zayıflatılmaya çalışıldığı gerçeğini yeterince önemsemiyoruz. Geleceğimize yönelik çoğu ataklarımız bazı güçlerin onayından geçiyor. Bu konuda özgür olamadığımızın kanıtları apaçık ortada.
Televizyon kanalları, beyinlere hükmeden çağdaş yaratıklar gibi. Yayınlardan soğudum. Uyuşturucu salgılıyorlar ve her şeyi kemiriyorlar. Dünyalarımıza izinsiz giriyorlar. Uzak kaldığımız, hayalimizde bile olmayan çirkinlikleri, yanlışlıkları doğru gibi sunuyorlar. Böylece bir grup izleyicinin değerlerinin parçalanması, başka bir grup izleyicinin de posaya dönüşmesi sağlanmış oluyor.
Sonuçta, boyanmış gözlerle bakan, oyulmuş gözlerle bakan insanlar asıl görmeleri gereken şeyleri görmemiş, kaçırmış oluyorlar.
Ülkemizde medya, yaşamımızın her alanında etkili bir yönetmen konumunda. Ekonomi, politika, sanat, din … Ayrıca Emperyalizmi kamufle etmekte de çok başarılı. Gündemi belirliyor. Beyin yıkamaktan öte, artık sanal yoldan beyin naklini bile gerçekleştiriyor.
İnsanın, başkalarının düşüncelerini olduğu gibi kabul edip, artık o düşüncelerle düşünüyor olması, kafasına, gündüz uykularında özel bir beyin monte edildiğinin göstergesidir.
Yaşam, yaşayan her insanı kritik deneylerden ve sınavlardan geçiriyor. Hiç kimseye farklı davranmıyor.
İçimde anlatılmaz bir tuhaflık hissettim. Dalıp gittim.
Şu yaşamın kısalığında, insanların insanlara nasıl düşmanca yaklaşabildiklerini düşündüm.
İnsanları uzaydan izleyen büyük ülkelerin casus uydularını düşündüm.
Dünyanın çevresinde döndüğü belirtilen, görevini tamamlayan ve artık hurdaya ayrılan 600 binden fazla uzay aracını, yani insanların boşluğa bıraktıkları uzay çöplerini düşündüm.
2016 yılından itibaren yürürlüğe girecek sistemi, yani Yeni Dünya Düzeni’ni düşündüm.
Amerika, Avrupa Birliği ve Çin’den oluşan üç büyüklerin, insanlığı nasıl etkileyeceklerini düşündüm.
Bunları neden düşündüğümü de düşündüm.
Acaba dünyamız, kalıcı bir barışın mı, yoksa felaketlerin basamağında mı ? Bakış açısına göre her ikisi de olabilir. Bazı liderler ve örgütler, barışçı çabalarla dikkat çekmekte ama kaygı verici sorular, düşünen kafalardan silinmiş değil. Bugün kitle imha silahları hangi ülkelerde bulunuyor ? O silahları kullanırlar mı ? Kullanırlarsa sonuçlar ne olur ?
Gelecekte kalıcı bir barış olamayacağı biçimindeki görüşleri doğrulayan tehlikeli oluşumları az - çok biliyoruz.
Düşmanlık, nefret ve ön yargıların, saygı ve paylaşım içinde yaşanacak bir dünya umudunun önünü kesmesi, tarihte hep görülmüştür. Ayrıca bütün dinlerin, bütün akımların, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları, homurdanmaları yatıştıramadığı, iyi insanların bile, bilerek ya da bilmeyerek kötülükler yapabildikleri çok görülmüştür.
Günlük yaşama dönelim. Çok şey yaşıyoruz ve çok şey yaşatıyoruz. Her dakika, fiziksel, duygusal ve zihinsel alanlarda, sevinçler ya da sıkıntılar yaşıyoruz. Bunlar insan olmamızın getirdiği şeylerdir.
Fakat unutmamalıyız ki, içinde rol aldığımız küçük - büyük tüm olaylar, deneyimler, iç dünyamızın derinliklerinde duruyor, daha doğrusu saklanıyor. Unuttuğumuz, dışında kaldığını düşündüğümüz her şey, oralarda tazeliğini koruyor. Her şey insanın bilinçaltına akıyor, çatlamış - kuru bir toprağın ya da kağıt peçetenin suyu hızla içine aldığı gibi.
Yeryüzüne belli bir zaman için gelen insan, yaşama veda ederken, yanında, maddi birikimlerini ve sevdiği insanları değil, yaptığı iyiliklerden ve kötülüklerden doğan sıcak ışıkları ya da soğuk karanlıkları götürüyor.
Her insanın yaşamı süresince yarattığı etkiler, eserler var. İnsan ölüyor, ama izleri hiç silinmiyor.
Örneğin: İnsanlığın yararına yazılan bir kitap.
Örneğin: Acı çekenin döktüğü gözyaşları.
Örneğin: Bir dostu mutlu etmek için yapılan fedakarlık ve harcanan emek …
Tüm bunlar, varlıklar arasında güçlü elektrik dalgaları yaratıyor.
Düşüncelerimizin, eylemlerimizin kaybolduğunu, geçmişte kaldığını, yani boşa gittiğini düşünmemeliyiz. Çünkü bazı şeylerin ucunun nerelere kadar uzandığını görmek, hissetmek için yeterli büyüklükte penceremiz yok. Her şeyi göremiyoruz. Keşke görebilseydik. İnsan bir yere kadar görebiliyor.
Bütün canlıların kendilerine özgü değerleri olduğu gibi, mutlaka yarınlara dönük amaçları var.
Bu arada, etkiler tepkileri doğuruyor hep.
Örneğin: Düşünmeden söylenen bazı sözler, hem yanlış, hem de çok tehlikeli. Çünkü bedeli ödenmek üzere, katlanarak geriye geliyor ve o insanın ufkuna çöküyor.
Hiç bir şeyin, hiç kimsenin sonsuza kadar denetimi altında kalmadığı gerçeğini unutmamalıyız. Konuşmalarımızda, benim, ben kazandım, ben yaptım gibi bireyselliği ağır basan ifadeler yerine, daha yumuşak tonda başka cümleler kurmalıyız. Bunu kendi rahatım için yapıyorum sözü de pek doğru bir söz olamaz. Çünkü bu söz, bencilliğin ortaya çıkışıdır.
Bugün bizim elimizde olanlar, dün başkalarının elindeydi ve bizden sonra da başkalarının eline geçecek. Bu gerçeği anımsamak istemiyoruz. Elimizdekiler hep böyle kalacak sanıyoruz.
Yaşam yolculuğunda, bize ait olduğunu sandığımız şeyler bizi terk edecekler ya da biz onları terk edeceğiz.
Ölen insanlar, gelip geçici bir mekanda yaşadığımızın tartışılmayacak kanıtıdır.
Günün birinde, artık sevdiklerimizle paylaştığımız bu yaşantımızdan kopup ayrıldığımızda, iletişim kurduğumuz varlıkların yüreklerinde, düşünce, sanat ve sevgi adına bir şeyler bırakabilmeyi başarabiliriz.
Aslında, çevremizdeki varlıkları tüm derinlikleriyle tanımamız gerekmiyor. Zaten zamanımız yetmez. Bir varlıkla, sadece bir kez karşılaşıp, onu bir daha göremeyebiliriz. Fakat doğal titreşimlerin, iki varlık arasında gidip gelmesiyle, o an ki hoş sıcaklığı yüreğimizde hissedebiliriz.
İnternette, arkadaş listemde yer alan insanların erdemli ve temiz yürekli olması beni çok sevindiriyor.
Haklı olarak, ilkelerime aykırı bulduğum, yüzlerce insanın arkadaşlık önerilerini kabul etmedim.
İnsan, kendini geliştirmek amacıyla, güzeli ve doğruyu istediğinde onu mutlaka buluyor. Kötü karakterinin kışkırtmasıyla, çirkinlikleri, yanlışlıkları ve diğer saygısızlıkları istediğinde, onları da mutlaka buluyor. Böylece tercih hakkını kullanmış oluyor.
Erdemli bir insan, kendi vicdanını aldatamaz. Egolarının, zevklerinin kendini küçük düşürmesine, güçsüz bırakmasına izin veremez.
Tarihte örnekleri çok görüldüğü üzere, günümüzde yükselen, bencilliğe ve cinselliğe dayalı, endişe verici yaşam tarzları bir yere gelip tıkanacaktır. Çünkü insanların beyinleri, duyguları, o yollarda yürürken, daha doğrusu yürütülürken çok yorulmuş olacaktır.
İnsanın yaşamında öyle dönemler oluyor ki, yaptığı tek bir seçim, geleceğiyle ilgili yüzlerce, binlerce seçimi etkileyebiliyor. Bir çizgi, bir yol, bir alan seçildiğinde, artık terk edilemez bir yörünge üzerinde karşılaşılacak olaylar, stresler ve mutluluklar da seçilmiş oluyor.
Dünyamızı, vitrinlerin, mankenlerin ve malların sergilendiği büyük bir alışveriş merkezine benzetebiliriz. Alıcılarla satıcılar, sıkı iletişim içindeler.
Alışveriş merkezinde, bildiğimiz, inandığımız şeylerin yanında, bilmediğimiz ve asla bilemeyeceğimiz şeyler de var. Bilmediklerimiz, aklımızın sınırlarını aşan şeyler oluyor.
Doğa, insanı durduruyor, hep durduracak. Hep susturacak … Çünkü biz asla bu doğayı dışlayıp, kendimize başka doğalar yaratamayız. Bu doğanın başka bir kopyası yok.
Problemlerimiz büyüyor. Özellikle son yıllarda medya aracılığıyla günlük yaşamımıza direkt yansıtılan karmaşalar, yozlaşmalar çoğaldı. Toplumsal karakterimiz çok zayıfladı. Buna çözüm aramalıyız. Çözüm bulamadığımızda akıntılarda boğulabiliriz.
Tekelleşmiş medya, acilen değerlendirilmesi gereken konuları bilerek atlıyor. Ulus devletlerin yıpranma ve parçalanma riskine karşı uyarıcı hiç bir şey yapmıyor.
Lisede öğrenci olduğum yıllarda, parti liderleri, sadece tek kanal olan televizyonda açık oturumlara katılırlar, her şeyi konuşurlardı. Malum her şeyin içine çok şey giriyor. Şimdilerde, farklı mekanlarda ve zamanlarda basın açıklamaları yapıyorlar. Yapılan açıklamalar hiç inandırıcı değildir. Politikacıların hiç bir açıklaması, acılarımızın ilacı değildir.
Küresel kapitalizm açısından bugün medya önemli bir görevi başarıyla yerine getiriyor. Halkların yönlendirilmesi, kandırılması için, bundan daha iyi, daha sarsıcı bir olanak bulunamazdı. İşte bu yöntemle kapitalizm, hem kendini, yani olumsuz yönlerini saklıyor, hem de kitleleri acımasızca kendi güdümüne alıyor.
Denizlerdeki güçlü girdaplar gibi, insanlar önce bulundukları yerde döndürülüyor, sersemletiliyor, sonra zincirlenip dibe çekiliyor. Dibe ağırlıklarla birlikte inildiği için, bunlardan kurtularak tekrar yüzeye çıkmak hiç kolay olmuyor.
Medyanın sunduğu ülke ve dünya gerçeklerinin, geçerli ve saygın gerçeklik olduğu düşüncesine kapılırsak, yanılırız. En değerli yıllarımız yanılmakla geçti hep. Kahvehanelerde akşam haberlerini, ağzı açık dinleyen insanları gördüğümde üzülüyorum. Çünkü o insanların bilinçleri saldırıya uğruyor. Televizyonlar, insanlardan parçalar koparıp gidiyorlar. İnsanları sakat bırakıp gidiyorlar. Bu, bir tür tecavüzdür ama ne yazık ki tecavüzcüler bulunamıyor. Bu koşullarda bulunamazlar zaten.
Işığın aynaya çarpıp yansıması gibi, egemenler bütün gerçekleri özel bir filtreden geçiriyorlar, ardından modacılar gibi parlak giysiler giydiriyorlar ve son biçimini veriyorlar. Asıl gerçek, ışığın kaynağından çıktığı an ki çıplak görünümüdür. Küresel sermaye grupları, biz istemeden hepimize yeni gözler takıyor. Bize gözlük takıldığında belki sıkılır, çıkarırız ama gözümüzü çıkarmayı istemeyiz. Onların gösterdiklerini görüyoruz. Yollarda böyle yürüyoruz ve artık bakar kör olduğumuzu bilmiyoruz bile.
Bazı insanlar kendinden kaçmaya istekli. İşte bu tip insanlar, medya tarafından kolayca edilgen - pasif duruma geçiriliyor.
Son zamanlarda çok meşgulüz. Çünkü olanlarla, olması gerekenler arasında bocalayıp duruyoruz. Ruhumuzu dinlendiren, bize mutluluk veren şeylerin sayısı, beynimizi tırmalayan ve mutsuzluk veren şeylerin sayısından çok aşağılarda. Yaşamımız bir tedirginlikler dizisi gibi hızla geçiyor. Bırakalım yarını, şu an önünü bile göremeyecek kadar zihinleri ele geçirilmiş yığınla insan var aramızda.
Televizyonda, haberleri, dizileri izlerken, o programları yapanların da, yaptıranların da bizi izlediğini biliyor muyuz ? İzleyiciyiz ama izleniyoruz. İzlenme oranlarını oluşturan bizleriz. Programlar, ilk anda, sadece bilgilendirme ve hoşça zaman geçirme gibi görünseler de, dünya görüşümüzü etkilemeye, değiştirmeye çalışıyor ve barındığımız dünyayı başka türlü aktarıyor.
Reklamlardaki tanıtımlarda yapılan şu: Ürün pazarlamanın, satmanın yanında farklı bir yaşam tarzının motive edilmesi, bu tarzın hiç kuşku uyandırmayacak biçimde dayatılması.
Bize ait olmayan, bize yabancı yaşamların içine doğru itiliyoruz.
Sayısız reklamlar, ürünler ve figüranlar arasında kaybolmaya hazır yaşamlar …
Teknolojinin kıskacında bırakılan yaşamlar …
Sanattan kopukluk, paranın çekiciliği, silahlanmalar, milliyet ve din çatışmaları, anormal nüfus artışı, depresif - zayıf kişilerin liderliği, her alanda güvensizlik ve kirlilik, iletişimlerde sahtecilik …
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Açık ifadeyle bizler, uyuşturucu almışız gibi, ne varlığımızın değerini biliyoruz ne de akıp giden zamanımızın.
Şansımızı, çevremizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, siyasi iktidarları eleştirebiliriz fakat onları sürekli suçlayarak problemlerimiz çözülmediğine göre, kendi yaptığımız ve yapmadığız şeyleri masaya yatırmalıyız. Çünkü toplum bizlerden oluşuyor. Toplum bilinci, her şeyin üzerindedir. Toplumsal bilincimiz yoksa, iki ayaklı canlılar gibi dolaşıyoruz, yaşamımızı insafsızca tüketiyoruz demektir.
Dünyanın, tüm insanlığın ortak malı olması ve böyle düşünülmesi işi, güçlülerce hep engellenmiş, askıya alınmıştır. Oysa insanların, dengeli, bilinçli yaşam modelleri yaratıp, paylaşım içinde olmaları, yetenekleriyle yararlı olmaları için hep kaygısız ve özgür kalmaları gerekir. Fakat devletleri ele geçiren, derin yapılar, kendi çıkarları doğrultusunda, halkları, hükümetleri ve diğer önemli kaynakları kullanmışlardır. Dolayısıyla bireylerin alanları daraltılmış, kısıtlanmıştır.
Bilim ve teknoloji kurumlarının da mutlaka tarafsız olmaları gerekirken, politik olarak taraf oldukları biliniyor.
Modernizmin çarpık uzantıları, yeni yeni kölelik biçimleri doğuruyor. Bundan kaçınmak kolay değil, güçlü rüzgarların yoldaki şemsiyeleri ters çevirmesi gibi.
Modern yaşamın çizgileri bize çok anlam ve keyif sunmuyor zaten. Sıradan canlılar gibi basit mutluluklar denizinde yüzüyoruz. Günün birinde bu durum bizi gerçekten rahatsız ederse, tahrik ederse, kişisel gelişimimizi ciddiye alacağız. Düşüneceğiz, araştıracağız ve gerekirse hesap soracağız.
Çağdaş toplum yapısı, insana, araştırmak ve yararlanmak üzere çok az boş zaman bırakıyor. Gün içinde o tarafa, bu tarafa koşuşturuyoruz ama ancak temel gereksinimlerimizi karşılayabiliyoruz. Üretimlerimiz zayıflıyor ve geriliyor.
Peki sistemin çatısında neler döndüğünün farkında mıyız ? Değiliz. Çok da ilgimizi çekmiyor ki zaten. Canım bana ne mantığı hep ağır basıyor.
Hayal bu ama ülkemizdeki bütün aydınları, aynı anda, gece yarısı evlerinden çıkarmak, hırpalayıcı biçimde, nasıl böyle rahat uyuyabildiklerini sormak isterdim. Bağırırdım. Çok bağırırdım. Sesim kısılıncaya kadar bağırırdım. Delirdiğimi düşünürlerdi. Düşünsünler.
Üzerinde durmamız gereken o kadar çok olay var ki.
Her dönem çok sözü edilen, birlik - beraberlik - bütünlük kavramlarının ne olduğunu düşünelim. Bu sözcükler, sürtüşme ve anlaşmazlık yaşamamak anlamını taşıyor.
Örneğin: İki ya da daha çok ülkenin, oturup aralarında barış protokolü imzaladıklarında, artık birlik içinde oldukları ve gelecekte birlikte hareket edecekleri söylenebilir. Fakat gerçekten bu birliğin içinde uzun süre uyumlu kalabilirler mi ? Hayır, kalamazlar.
Tarih boyunca, ülkeler arasında binlerce barış antlaşması yapılmıştır ve sonunda bozulmuştur. Bozulmasının birinci nedeni, politikada söz sahibi liderlerin, barış, birlik ve toplumsal huzur yerine, kendi makamlarıyla, kendi misyonlarıyla ve kendi üstünlükleriyle daha çok ilgilenmeleridir.
Bazı ülkeler, askeri açıdan diğerlerinden eksik oldukları zaman, yaşanacak şeylerden korkmakta, paranoya gibi belirtiler göstermektedirler. Bazı devletlerin yöneticileri de kendi yaşamlarını, bulundukları makamların asıl sahiplerine hizmet ederek tüketirler. Günü geldiğinde bir etkiyle ya da bir saldırıyla sahneden indirileceklerini bilirler. İndirilme olayının dünyada örnekleri çoktur. Hızla yükselenler ve hızla yere çakılanlarla doludur tarih sayfaları.
İki ülkenin, savaşmamaları, silahlarının kırmızı düğmelerine dokunmamaları, barış içinde oldukları anlamına gelmez. Birbirine nişan almış, silah doğrultmuş iki kişinin, bir türlü tetiği çekmedikleri için barış içinde olduklarının düşünülemeyeceği gibi. Bu durumda, barışın var olduğu düşünülürse, gülünç, gereksiz iyimserlik olur. Günümüzde çok sayıda ülke, buna benzer bir görünüm sergilemektedir.
Bir gün ansızın, ağır kitle imha silahlarının kullanılacağından endişe ediliyor. Çünkü ülkeler arasında güçlü bir dostluk ve güven yok. Kurulması da mümkün görünmüyor. Komşuluk sevgisini iyice geliştirmek isteseler, bunu başarabilirler ama istemiyorlar.
1968 yılında kabul edilen, kısa adı: NPT olan, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması, nükleer silahlara sahip olmayan ülkelerin bu silahları elde etmesini yasaklayıp, sahip olanların da çoğaltmasını sınırlıyor. Bu antlaşma 180 ’in üzerinde ülke tarafından onaylanmıştır ama sıkıntı giderilememiştir. Antlaşmanın, gelecekte tam bir silahsızlanma sağlaması yerine, sadece belirli ülkelerin nükleer silah edinmesini engelleme amacı taşıdığı yolunda görüşler açıklandı.
Egemenlerin farklı hesaplar taşıdıkları kesin. Bazı ülkeler, silahlanma yasağının yanlış ve haksız olduğu düşüncesinde. Çünkü onlar, silahlanmanın kendilerini korumak için olduğunu savunuyor.
Üzerinde yaşadığımız dünyanın durumuyla ilgilenmek, bilimsel makaleleri izlemek çok güzel bir çabadır. Bir oda dolusu kitaba sahip olabiliriz. Her gün 2 - 3 kitap bitiriyor olabiliriz. Bütün kütüphanelerin en değerli eserlerini okuyor, bazılarını ezberliyor bile olabiliriz. Bu asla küçümsenmeyecek, kutlanacak bir şeydir. Fakat öğrenilen bilgilerin sindirilmesinin ardından, yaşama geçirilmesi, yaşamda uygulanması gerekir ki, bir anlamı olsun. O bilgilerden, yarın karşılaşacağımız, yani içine sürükleneceğimiz olaylarda olumlu sonuçlar getirecek biçimde yararlanmamız gerekir. Diğer türlü, okuma eylemimiz, zamanı kullandığımız sıradan hobilerden biri olur.
Sohbetlerimizde, dostlarımızın zaman bulamamaktan yakındıklarını duyarız. Oysa yaşamlarına baktığımızda, bazı önemsiz işlerle uğraştıklarını görürüz. Bütün gününü masa oyunlarıyla ya da dedikoduyla geçiren insanlara acımamız gerekir. Asıl önemli olanları yapacak zamanları kalmıyor.
Düşünürlerin en çok vurguladığı, en öndeki, en gerekli iş: Kendimizi bilmek, kendimizi tanımaktır.
Her insan isterse, her zaman - her koşulda, en değer verdiği işi yapabilir, bunun için gerekli zamanı yaratabilir.
Suçluların arasında, suça hiç bulaşmadan, suça ortak olmadan, onuruyla yaşayabilir.
Yazan - paylaşan } Şair Claudius
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
YORUMLAR
Güzel bir yazı.
Başlığa takıldım. "Kule Günlüğü" terimi bende farklı çağrışımlar yaptırıyor.
Yazı içerisinde de başlıkla pek ilintili bir bölüm bulamadım.En azından kule ile ilgili bölümüyle.
Gözcü Kulesi isimli bir dergi ve o dergideki "kule günlüğü" köşelerini hatırlattı bana.
Belki de tamamen tesadüftür, yazarı bilir doğrusunu.
Selamlar...