TıRNaK iÇi
ve o sıradan gün
bir nutuk ne kadar tutulabiliyorsa
o kadar güzeldin…
Tam geçti, unuttum, attım yine kendimi otla malum nesnenin arasına derken sen yine gecenin köründe ter içinde bir “fesüpanallah” oluyordun…
“ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca” der barış yanlısı bir ağabeyimiz. Tabi can bedende güzel, sonrasında daha başka dertlerimiz olur, da ben yine de “ellerimle büyüttüğüm, solar iker dirilttiğim” bir çiçeğim olmamasına yanarayak uyuyakalıyordum, en tehlikesiz kaçış dizelerinde. Ve belki de en yakınımdayken en uzakta olabilen sen ve yaklaşma adına her seferinde kafamın karışıklığından muzdarip boşvermiş bir anaforun koynunda daha açıklarda yelkensiz gezinme dürtüsünün şapşalı ben, dere tepe düzmenin yorgunluğu ve bir arpa boyunun kısalığının hayal kırıklıklarını bir başka “kimbilir”e ertelerken, biliyorduk ki çekmek yerine fütursuzca oynadığımız ipin iki elimizi girift bir düğümün paradokslarına hapsedeceğini. Aslına bakarsan sen beni, ben de seni çok iyi anlıyorduk, fakat zaman denen uyumsuzluk anıtı yine geçi çeyrek geçiyordu eski alışkanlıkların masum muzurlukları yastığın üzerinde uyuşuk uyuşuk ağzını şapırdatırken, hiç gecikmeyen kadirşinas gün ışığının fedakar dürtüklemelerinde. Ve gayet “ne çare” bir durumda uyandırılıyorduk, senin benim ait olduğumuz ama “biz”den bihaber dünyaya…
Ve ödenmemiş rüyaların hesabı giderek artıyor ve züğürt ruhum ay başına giderek daha da muhtaç oluyordu: “yaz tahtaya bir daha, tut defteri kitabı, sarı çizmeli Mehmet ağa, bir gün öder hesabı”…