GURBET CENNETİ’NDEN, ‘GURBET CEHENEMİ’NE .-2-.
Beş sene önce(2004) vefat haberiyle dondurucu kış gününü kora çeviren, Almanya’da yaşarken genç yaşta hayata veda eden, bir cuma günü Isparta’nın Yalvaç İlçesinde karlarla toprağa giren, erdemler timsali değerli cana hitaben, mektuplardı aşağıda yazılan… Rahmet ve duayla...
Cancığım,
Öğle yemeğini okulun yemekhanesinde yemişim. O gün elma da verilmiş yemekte. Elmayı içerde yemeden dışarıya çıkmışım. Bankı dolduranlar boğazı seyredip elmalarını dişleyerek, hem gözlerine hem de midelerine şölen çekmekteler. Oturmak için yer aramak nafile, ayakta Boğaz’ı seyre dalmışım.
Bir lokma elmadan… Elma, Amasyalı… Ekşide değil, tatlı da; sulu ve leziz. Elmanın tadının doyumu damağımda, sisler bulvarı Boğaz’ın tadı gözlerimde. Bir rüzgâr Boğaz’ın havasını bize ulaştırıyor. Elimle paltomun yakasını dikleştiriyor, çantam koltuğumun altında sıkıştırılmış, paltoma bir az daha sarınıyorum. Ayağımı üniversitenin etrafını sur gibi çeviren yüksek tarihi duvarın üzerini çepeçevre kuşatmış, demir parmaklığa dayıyor Boğaz Köprüsü’nde hayale dalıyorum…
Köprü; Avrupa’ndan Asya’ya… Köprü; kıtadan kıtaya… Köprü; Trakya’dan Anadolu’ya… Ve köprü; dünyadan ölümsüzlük diyarına… Ölümün gerçekliği; Boğaz’ın gerçekliği kadar açık. Geçici konaklayan bizlerin şaha kalkışının eşiği ölüm. Sonsuz bir hayatın doyumsuzluğunun eşiği ölüm. Köprüden habire gelip geçen arabalar; bir o tarafa, bir bu tarafa… Karınca gibi kaynaşma. Ölüm köprüsünden de geçenler; fakat sadece “o tarafa”, bu tarafa dönüş yok. Köprünün altından durmadan akan sular… buna karşılık insanın ömründen durmadan akan zaman…
“Çoktan ölüyüm bir baksan gözlerime,
Gör içimdeki o kanlı vam kırıklarını.
Bu ne zindan, bu ne karanlık gece böyle,
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını.”
Bu duygular nereden hücum etti beynime. Ben güzellikleri anlatıyordum.
Boğaziçi…
Güzel İstanbul’un en güzel içi… Tarih, deniz ve tabiatın ahenkli biçimi. Ataların emsalsiz seçimi…
“Boğaz gümüş bir mangal kaynatır serinliği;
Çamlıca’da yerdedir göklerin serinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir,
Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir.”
Boğaziçi İstanbul’un en güzel yeri. Yüce kudretin en kesif şekilde hissedildiği, binbir orjinalitenin kaynaşıp oynaştığı, duyguların raksa kalktığı, ahengin tangoya çıktığı, sevilesi bir mekan… Elmanın suyunu sesli bir şekilde içime çekerken, Eminönü’nden bir vapur düdüğü martı çığlıklarına karıştı. Martılar mavi denizin koyuluğunda ak benekler, sağa sola uçuştular. İskeleden ayrılan gemi, bir o yana bir bu yana alabildiğince, masmavi denizin yüzünü insafsızca yırtıyor, beyaz köpükten denizin kanları canhıraş çığlıklarla etrafa saçılıyordu. Martıların çığlıklarıyla, denizin ak köpükten canhıraş çığlıkları adeta birbiriyle yarışıyor; gönül salınımlarında dengesizce köşe kapmaca oynuyorlardı.
Boğaz kıyılarındaki beton yığınlarından bir an kurtulabilen göz; alabildiğince maviliklerde yorgunluğunu atarken, yeşillikleri de maviliğe yoldaş ederek, iki dinlendirici rengi haşir-neşir etmenin ahu enin tahtında huzura yelken açıyor. Uzayıp giden Boğaz’ın doyumsuz ahenginin sağında “bir”liği pirleyen minarelerin taçlandırdığı tarihi camiler: Avrupa’da, Avrupa Yakasında, Trakya’da… “Altın Boynuz”un öbür tarafında, Beyoğlu’nda; Etap Marmara, Sheraton, Hilton otelleri… Sanki minarelerle yarışmaktalar.
Minarelerle, betonlaşmış otellerin göğe tırmanma çabasının yarış trendine dönüşü bana bir hikâyeyi hatırlatıyor:
Karga, tavus kuşunun yürüyüşünü pek beğenmiş. Öylesine beğenmiş ki, adeta âşık olmuş. Bilinci kitlenmiş ve yürüyüşe odaklanmış. Gece gündüz aklından çıkmaz olmuş. “Ben de öyle yürüyeceğim” demiş ve yürüyüş provalarına başlamış. Bir türlü benzetemiyor ve beceremiyormuş. Beceremedikçe de hırslanıyor, hırslandıkça kahroluyormuş. Sonunda kendi yürüyüşünü de unutmuş; tavus kuşunun yürüyüşünü de öğrenememiş. O gündür, bu gündür aptalca yürür, seker dururmuş.
Beton katmanlarının, minare inceliğiyle yarışındaki bana göre yenilgisine coşkulanıyor ve sevinçleniyorum.
Elmamı yemekteyim… Ders saati yaklaşıyor, ben hala Boğaz temaşasındayım. Galat Köprüsü ve Galat Kulesi. İlk uçan Türk ha uçtu, ha uçacak kuleden. Kan damarı gibi arabalar akmakta. Binlerce araba, bir bu yana bir bu yana dağılıp, odaklanmadalar. Nasrettin Hoca’ya sormuşlar: “İnsanlar sabahları dört bir yana dağılıp gidiyorlar, neden aynı yöne gitmezler?” diye. O da; “Herkes aynı yöne giderse Dünyanın dengesi bozulur.” Diye cevaplamış. Araçların dört bir yana dağılmışlığında bunu hatırlıyorum.
Bir gemi, canı sıkılmışçasına “offf” dercesine, dumanını birden bırakıyor göğe: Kapkara bir bulut! İçim titriyor, hava kirlenecek ve boğulacak gibi oluyorum.
Kız Kulesi… Bekleme sevdasında sanki Anadolu’yu. Usulca yanaşmış Marmara Denizi’nin iptidasında, tek başına kalmışçasına. El ediyor sanki bana, göz kırpıyor gelenlere, uğur gönderiyor gidenlere… “Hoş geldin”le sevinçlenirken, “güle güle”lerle hüzün tazeliyor. Bir yandan Boğaz Köprüsü’ne bakış fırlatıp gelen gideni kolaçanlamakta.
Elmamı bitirmişim. Şimdiye kadar yediğim en leziz elma. Boğaz’a karşı, boğaz şöleninin elma eşliğinde servislenmesiydi. Al sana can kardeşim; Boğaz’dan bir elma sefası.
İstanbul bir “kara sevda”, yaralı yüreklerde…
“Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar,
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…”
Hoşçakalasın… Sevgi, saygı ve ümitle….
S. Edip Yörükoğlu
GURBET CENNETİ’NDEN, ‘GURBET CEHENEMİ’NE .-2-. Yazısına Yorum Yap
"GURBET CENNETİ’NDEN, ‘GURBET CEHENEMİ’NE .-2-." başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.