- 766 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Görülmekte Olan Bir Dava ve Toplumdaki Yansımaları!
Terör örgütlerinin hedefi; toplumda kargaşa yaratarak korku psikolojisini hâkim kılmaktır. Devletin görevi ise ortak irade ve güç birliği ile yapılandırdığı kurumlarını terörün karşısında olacak şekilde mücadeleye sokmak ve illegal her türlü yapılanmayı bertaraf etmektir.
İllegal yapılanmalarla mücadelede devletin başarısını belirleyen en önemli faktör ise kendisini oluşturan ortak iradenin güveni ve psikolojik desteğidir. Zira güven ve psikolojik destekten yoksun hiçbir gücün terörle mücadelede başarıya ulaşması olası değildir.
Terör amaçlı yapılanmaları incelerken hedeflerini de çok yönlü olarak ele almak ve hangi amaçlarla kullanılabileceğini önceden tespit etmek gerekir. Terör örgütlerinin hedefi devlet politikaları gibi istikrarlı seyretmeyeceğinden, zaman içinde uğrayacağı farklılaşma eğilimleri de bir bütün içinde dikkate alınmalı ve gerektiğinde mücadele yöntemleri de hızla değişebilecek kıvraklıkta olmalıdır.
Toplumda kargaşa ve korku terörün öncelikli hedefi!
Hepimizin bildiği üzere ülkemizde belli periyotlarla düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında PKK’nın yanı sıra irticai yapılanmaların da ciddi tehdit oluşturduğu yönünde açıklamalar yapılırdı. Her açıklamanın ardından tehdit unsuru olarak görülen bu tehlikelerle somut mücadelenin başlayacağı yönünde kamuoyu nafile bir beklenti içine sokulurdu.
Ülke bütünlüğünü tehdit eden PKK ile mücadelede ya askeri önlemler sürerken siyasi mücadele eksik bırakılır ya da siyasi ve askeri mücadele birlikte sürerken ekonomik önlemlerde yeterli adımlar atılmazdı. Bu aksaklıklar bizi bu günlere kadar taşıdı.
Sonuç ortada!
Aradan geçen onca zamana rağmen geldiğimiz noktayı özetleyecek olursak;
Teröristlerle canı pahasına mücadele eden insanlarımızın neredeyse tamamı örgüt (Ergenekon) mensubu olarak yargılanmakta!
PKK’nın siyasi kanadı dokunulmazlık zırhı ile Mecliste zaman zaman çizmeyi aşan beyanlarıyla toplumu kutuplaştırmaya yönelik açıklamalarına devam etmekte!
Ordu komutanlarımız teröristlerin bulunması gereken cezaevlerinde yargılanmayı beklerken silahlı kuvvetlerimizin itibarını ayaklar altına alan uygulamalar nedense göz ardı edilmekte!
Vardığımız sonuç etraflıca düşünmeyi gerektirecek kadar vahimdir.
Elbette hukukun kişilerin mevkilerine göre farklı tecelli etmemesi gerekir. Şayet kayıp trilyon davasında olduğu gibi kişiye özel ceza uygulaması gelenekselleştirilirse insanların hukuka karşı güveni sarsılır ve kanunsuzluklar çığ gibi artarak içinden çıkılmaz kaoslara yol açabilir.
Yargılama yapılırken kurumların hırpalanmasına yol açacak uygulamalardan da özellikle kaçınılmalıdır. Neredeyse ömrünün tamamına yakınını ülke hizmetine vakfetmiş komutanlarımızı ya da devletin herhangi bir kurumunda üst düzey görevler üstlenmiş değerlerimizi, sabaha karşı evlerinden alıp başlarından bastırılarak araçlara bindirip götürmek bu bakımdan hoş görüntüler sergilememektedir.
Çok gerekiyorsa yurtdışına çıkma olasılıkları göz önüne alınarak tedbir konulabilir ve zamanı geldiğinde ifadelerine başvurulmak üzere davet edilebilirler. Delillerin ışığında herkese uygulanan yaptırımlar, önlemler alınabilir.
Ergenekon davasında henüz iddianame dahi hazırlanmamışken nasıl olur da birçok detay bazı yayın organlarının eline geçer!
Bu durumun hukuki boyutu yok mudur?
Söz konusu medya grupları mı hedef tayin etmekteler yoksa yasal olmayan bilgi sızdırma eyleminin bizim bilmediğimiz bir amacı mı var?
Bu amaç özellikle silahlı kuvvetlerimizin kamuoyu nezdinde itibar kaybetmesine yönelik sinsi girişimler olarak mı görülmelidir?
Gözaltına alınan zanlılar hakkında henüz kesinleşmiş bir hüküm bulunmazken kamuoyuna adeta suçu sabit diye sunulan insanların kişilik haklarının bir değeri bulunmamakta mıdır?
Kısa bir süre önce yaklaşık on bir ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan birinin feryadını duyunca benzer şeyin kendi başıma gelmesi halinde neler hissedebileceğimi düşünmeden edemedim.
Böyle bir durumda ben ve yaşamak zorunda bırakıldığım haksızlığı gören diğer insanlar hukuk, hak, adalet denilince ne düşünürlerdi acaba!
Bir ömürden çalınan onca zamanın hesabını kim ve nasıl ödeyebilir ki!
Sadece şüphe üzerine insanların kişilik haklarının ihlali ne kadar hukukidir?
Başörtüsü tartışmalarının gırla gittiği yakın geçmişte her lafın başında zulümden bahsedildiğini neredeyse herkes anımsayacaktır.
Her nedense şimdilerde zulüm kelimesi pek kullanılmamakta!
Acaba bu kelimenin kullanılması halinde en doğru yerini kendiliğinden bulmasından mı korkulmakta!
Zulüm kelimesi başörtüsü tartışmaları sırasında sıkça kullanıldığı konu üzerinde pek iğreti duruyordu ama zoraki konuya yapıştırılmak isteniyordu.
Zulüm kelimesi tüm itirazına rağmen ısrarla monte edilmeye çalışılıyordu.
Her kullanıldığında, sanki “siz beni Çorum’da, Kahramanmaraş’ta katledilen yüzlerce insanın yakınlarına söyleyebileceğiniz cümlelerin arasına sıkıştırın”
Ya da; “beni Madımak’ta Tekbir nidaları arasında diri diri yakılan insanları anacağınız her bir cümleye mutlaka yerleştirin” der gibiydi.
Tabi samimi inanan insanların sessiz yürek sızıları ve mide krampları da zulüm kelimesinin itirazsız oturabileceği yer olarak düşünülebilir.
Yanlış ekonomik politikalar nedeniyle açlıkla baş başa bırakılan milletimizin durumu da zulüm kelimesinin ille de yer almak istediği konular arasındadır herhalde.
İnsanların farklılık gösteren dünya görüşlerinden vazgeçtik. Hiç olmazsa kelimeleri özgür bıraksalar!
MGK’da irtica çoğu zaman birinci tehdit olarak açıklanmasına rağmen her hangi bir mücadele başlatılmamıştır demiştik.
Neden?
Oysa devlet tehlike olarak algıladığı her türlü oluşum ile derhal mücadeleye girişmeli ve bertaraf etmek için gereken her şey eksiksiz yapılmalıdır. Öyle değil mi?
Yapılmadı.
Geçmiş ola.
Mücadele edilmeyen ve neredeyse prim dahi verilen oluşumlar zaman gelir devlet ile mücadele edebilecek güce erişir diye kimse kaygı da duymadı anlaşılan. Nitekim yaşananlar sokaktaki insan tarafından bu şekilde algılanmaktadır.
Belki de bütün bu tespitler yanlıştır. Kim bilir!
İyi ama insanlarımızın en azından bir kısmı neden bu endişeyi taşımakta?
Fetullah Gülen’in internet ortamında hala dolaşmakta olan konuşmasında söylediği gibi “devletin kan damarlarına sızma” eylemi kısmen gerçekleşmiş midir ki insanlarımız böylesi bir endişe taşımaktalar?
Fetullah Gülen ve rejim değişikliği öylesine iç içe girmiş paralel iki olgu haline getirildi ki şaşırmamak elde değil.
Buna bir de Fetullah Gülenin avukatının açıklamaları eklenince şüpheler daha da belirginleşti.
Hakkında yazılan bir takım yazılar üzerine Gülen’in avukatı bir açıklama yaptı ve söz konusu yazıları kastederek;
"Bu karanlık güçler Sayın Gülen’in düşüncelerini ve faaliyetlerini kendi şer planları önünde en büyük engel olarak görüyor." dedi.
Bu enteresan açıklama dil sürçmesi ile mi yoksa bilinçli mi yapıldı tam olarak kestiremedim!
Fetullah Gülen Türkiye’de ne tür bir misyon üstlenmiştir ki şer odakları önlerinde en büyük engel olarak kendisini görmektedirler?
Oysa bildiğimiz kadarıyla kendisi sağlık sorunları nedeniyle ABD’de kalmakta ve ideolojik her hangi bir faaliyeti bir amacı bulunmamakta!
Yoksa yanılıyor muyuz?
Cumhuriyetimiz kendi kendini tasfiye etme sürecine girdi de biz mi göremiyoruz?
Her iki kuşkuya da ihtimal vermiyorum!
Ama yine de insanlarımızın neler olup bittiğini takip etmesi gerektiğine inanıyorum. Küçük bir ihtimal de olsa akıbetimiz Hitler Almanya’sı ya da Humeyni İran’ına benzeyebilir.
Hitler’in marifetleri tarih kitaplarında yeterince anlatılmakta ama İran devrimi ve sonuçları hala yeterince insanlarımıza anlatılmamaktadır.
Humeyni’yi başta üniversite gençliği olmak üzere bütün İran halkı adeta kurtarıcı gibi karşılamıştı. Çok geçmeden gerçek yüzünü gösteren yeni yönetim öncelikle bilim adamlarını, yazarlar, şairler ve generalleri hedef almıştı. Tabi üniversite öğrencileri de fazlasıyla nasiplenmişti bu kıyımdan. Ülkenin dört bir yanı bir anda darağacı tarlasına dönüvermişti. Cezaevleri dolup taşmış, ülkenin başına adeta binlerce atom bombası düşmüşçesine tahribat meydana gelmişti.
Sonrası herkesçe malum!
Şimdilerde yavaş yavaş yumuşama eğiliminde olsalar da yaşanan acıların izi asırlar boyu silineceğe benzemiyor.
İyi ama bunu neden anlatma ihtiyacı duydum? Oysa yazımın başında rejim değişikliğinden ya da diktatörlükten bahsetmemiştim.
Terör ve terörün hedeflerinden bahsetmiştim!
Amacının toplum üzerinde kargaşa ve korku psikolojisi yaratmak olduğundan dem vurmuştum.
Ülkemiz açısından en bilinen terör PKK terörü ki onunla mücadelede otomatiğe bağlanılmış ve neredeyse gündemden düşürmüş durumdayız.
Şimdilerde bütün herkesi korkutan bir başka husus var.
Ergenekon
“Acaba ben de dinleniyor muyum” veya “Her hangi bir sabah ansızın beni de evden alırlar mı” korkusu herkesin benliğine işlemiş durumda.
Herkes sus pus!
Toplum üzerinde büyük bir korku hüküm sürmekte!
Yapılabilen tek yorum; “Vay be ne örgütmüş!” olabiliyor. Ya da endişeyle gelişmeler izleniyor ve insanlar birbirlerine şüphe ile bakıyor.
İşte bu korkuyu devletin bir an önce ortadan kaldırması gerekiyor. Halka tatmin edici açıklamalar bir an önce yapılmalı ve korkular giderilmeli. Aksi halde mevcut durum terör örgütlerinin amacına hizmet edecek ve toplumdaki korku illeti daha da derinleşecektir.
Unutulmamalıdır ki terörün öncelikli hedefi toplumda kargaşa ve korku yaratmaktır!
YORUMLAR
Fikri hür, vicdanı hür olabilmek; ne kendi doğrularına saplanıp kalmaktır ne de salt dünya görüşünü kendine yakın hissettiği için birilerinin dünya görüşünü tüm yanlışlıklarına rağmen doğru kabul ederek taklit etmektir.
Kırsalda yaşayanlarımız şunu çok iyi bilirler;
At arabasına koşulan atların kolay kontrol edilebilmesi için, her iki gözünü dıştan perdeleyecek şekilde bir aparat kullanmak gerekir. Deyimlerimize “at gözlüğü” olarak geçen bu perdelemenin amacı; atın etraftaki ani hareketleri görmesini engellemektir. Zira at ani hareketlere karşı ürkerek tepki veren bir yaratılışa sahiptir. At gözlüğü onu sakin tutabilmenin, kolay yönlendirebilmenin etkili bir yoludur Ancak bu şekilde tepkisiz ve sakin, istediğiniz yöne hareket etmesini sağlayabilirsiniz. Kontrol altında tutabilirsiniz.
Bu örneği vermemdeki sebebe gelince;
Toplumda hızla yayılan biat kültürü akıllara durgunluk verecek hızla yandaş bulmakta. Sorgulamak akıntıya karşı yüzmeye çalışmak kadar çetindir ama biat etmek, akıntıyla aynı istikamette kulaç atmak kadar kolaydır. Kolaya eğilim ise ancak basit yaratılışların içgüdüsel davranış biçimidir. Biat kültürünün yaygınlaştırılması gayretleri elbette planlı bir amaca hizmet etmektedir.
Nedir bu amaç(!)?
Bu amaç; sorgulamak yerine koşulsuz kabullenen bir toplum yaratmaktır. Yani toplumu oluşturan her bireyin detayları göremeyecek hale getirilmesidir amaçlanan. Diğer bir anlatımla at gözlüğünü bireylere takmaktır. Böylece sürü halinde istenilen istikamete kolayca yönlendirilebilecek kıvama getirilebilecektir.
Daha önce de birçok konuda benimle aynı düşünmeyen insanların karşı görüş beyanlarını okumuş ve birçoğuna cevap yazma hatasına düşmüştüm. Oysa bazen sükûnet daha etkili olabiliyor. Bu nedenle yazılan yorumlara cevap yazmayacağım. Kaldı ki karşı görüş bile değildi daha önce cevap yazdığım eleştiriler. Sadece kalıplaşmış bir öğretinin genellemesinden ibaretti. Ne bireysel düşünce katkısı mevcuttu ne de sorgulama adına bir ışıltı. Başla ayak arasındaki standart etkilenişimin dışa vurumuydu sadece.
Bir düşünceye, karşı görüş ile itiraz etmenin sadece iki yolu vardır.
Eleştiri veya infaz…
Eleştiri, peşin hüküm ile reddetmek yerine varsa doğruları ayıklayarak yanlışlara cevaben mukayeseli karşı görüş beyanıdır. Her yanlış düşüncenin çıkış noktası az da olsa mutlaka doğru adına içinde bir şeyler barındırır. İşte tümden reddetmek bu bakımdan sakıncalı ve insafsızlıktır.
İnfaz ise karşı görüşü ilk bakışta reddetmek ve yaftalamaktır. Bu yaklaşım ne çağdaş birey tanımına uyar ne de doğruya ulaşma isteğine. Çoğunlukla da hakaret içeriklidir. İnfazcı, kontrolsüz bir şekilde hedefine ulaşmaya çalışırken sağını solunu kırıp dökerek geçtiğinin çoğu zaman farkına bile varamaz. Işık geçirmez, kapkara at gözlüğü ile gözleri perdelenmiştir. Etrafında olup bitenleri göremez.
Eleştiri yapan şahıs konusuna vakıf ehil kişi ise onunla karşılıklı görüş alışverişi içinde olmak doğruya ulaşabilmenin gereklerindendir. Ama salt yaftalamak amacı ile eleştiri yapılıyorsa işte o zaman sükûnet doğruya en yakın noktada mola vermek kadar zaruridir.
Mevlana’nın bir söylemi ile ne demek istediğimi daha rahat anlatabileceğimi sanıyorum.
Mevlana der ki:
“Her lafa söyleyecek bir lafım var. Ama önce lafa bakarım laf mı diye, sonra söyleyene bakarım adam mı diye… Mevlana “
Netice itibariyle. Yazılan yorumu okuyorum sonra dönüp yazımı tekrar okuyorum.
Ne anlatıyorum, ne ile suçlanıyor, ne ile yaftalanıyorum!
Ne diyebilirim ki!..
İktidar sahipleri değil, devletin savcıları, yargıçları, mahkemeleri diye belirtmiştim yorumumda.Yani hukuk.Ne kadar insan varsa dediğiniz toplam 100ü tutuklu 200 kişi dedik işte.Muhaliflerin içinde daha çok vardır suça bulaşmış kişi,ülke nüfusuna bakarsak.Yoksa bütün muhalifler o kadar mı demek istiyorsunuz zaten?
:)
Ortada bir cumhuriyet ve Atatürk istismarcılığı olduğu açık.
Bu 100 kişi ise Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı, biz zaten bitmişiz ülke olarak.Tabii ki öyle değil, suçlular ayrı ve cezalandırılmalı.İmtiyazı, zengini, saygını, üst düzey görev yapması masumiyete karine olamaz.Suça bulaşanları korumaktan kaçınmak gerekir kanımca.
Mantık kurgusunu aştığımızda, benim söyleyecek pek bir şeyim kalmaz..Siyasetüstü, ülke çıkarları ve geleceği için düşünüp değerlendirme yapmamız lazım.
Aksine aslında bir grup kendini bilmezin kendini devletin yerine koyma hadisesini,85 yıllık Cumhuriyetin temellerine ve Atatürk ilke ve inkilaplarına saldırarak mı bertaraf edeceğiz yani.Bırakalım iktidar sahipleri kendilerine muhalif laik devrimci,milliyetçi ne kadar insan varsa toplasın ve hepsini aynı kefeye koysun öylemi yani.Sayın erolbasci siz ya görmüyorsunuz yada görmek istemiyorsunuz.Sokaklarda onbinlerce işsiz gezeken esnaf siftah edemezken hükümeti başarılı bulmaktan farkı yok sizin söylediklerinizin....
Toplumda korkudan ve endişeden ziyade, zamanında yaşanmış olan çürümelerin ortaya çıkmasından duyulan memnuniyet seziyorum ben oysa.BU temizlenme yarım kalacak, susurluk gibi üstü örtülecek, gelecekte de bir takım çeteler varlığını sürdürecek endişesi taşıyanlar ise daha çok görebildiğim.Durulan yer ve bakış açısına göre farkedebiliyor belki de bilemiyorum.Ama suçu, suçortaklığı olmayan korkmaz, endişelenmez.Toplam 100 tutuklu var, bir o kadar da belki tutuksuz yargılanan.11 ay sonra salınan da yargılanacak tutuksuz, beraat etmedi yani.70 milyonluk ülkede bu 100 kişinin suça bulaşma ihtimali mi korkuya neden oluyor yani?Bence savcılara mahkemelere gü
venmek lazım.Savcı talep ediyor, mahkeme tutukluyor.Her ay tahliye talepleri yenileniyor ve mahkeme yine tutukluluğa devam kararı veriyor.Veya bazen de salıveriyor.Hal böyleyken, hukuk işlerken, bazı çevrelerin korkuya kapılmasını suçluluk psikolojisi dışında açıklamak çok zor.Böylesine üst kademelere sızabilmiş, umulmadık yerlerde bağlantıları, destekçileri olan bir yapının ortaya çıkarılması sıradan çete hadiselerine benzemez elbette.Buna rağmen, susurluk hadisesi zamanında basına sızan haberlerden fazlası sızıyor diyemeyiz.O zaman sayfa sayfa haber yapanlar bugün niye haber sızıyor diyorlar. O zaman halkın haber almak hakkı diyenler, bugün elitlerin tutuklanma ayrıcalığını öne çıkarabiliyorlar.daha yeni ermeni, alevi cemaat önderlerine suikastlerden bahsediliyor, yakalanan timlerden bahsediliyor.Geçmişteki toplumsal olayların altı bu bağlamda kurcalanıyor.Sıradan bir çete davası değil bu. Ezberlerimizi bozduracak sonuçlar çıkarabilir.Belki de madımak ve başbağlar hadisesi bildiğimiz gibi değildir.Maraş Çorum olayları, 33 er şehadeti daha farklı gelişmiştir. Çok önemli bu davayı sulandırmak, bu hadiselerin üstünün örtülmesi anlamına da gelmiyor mu?