Çekmecede Unutulmuş Kağıtlar
Ne zaman bir kağıt alsam elime hüzün peşine takılır. Gözlerimi hayata çevirdikçe o ısrarla kirpiklerime süzülür. Kaçacak bir yer var mı diye bakınırım soldan sağa. Oysa kağıdın ne günahı vardı bu kaosta...
Seslenir bazen "beni unutma". Kıyamam döner sarılırım sıkıca. En sadık dostumuzdur kağıtlar. Onlar ki kırılganlıklarımızı taşımanın ötesinde sürekli beyazlarını giyinirler en kara gecelerde.
Gökyüzünün inatla dökmediği yağmursuz bir Pazartesi’nde Müberra yine masayla kucaklaşmış ve bunları düşünüyordu. Aslında ona her zaman dedikleri şey ; "umudu dağa taşa yaz, bırak isteyen sarılsın kendi kaderine" idi.
Şimdi ona çok yabancı umudun hecelerinde harfleri aşka bölüyordu. Hatalarını bir bir masanın üzerine serdi.
Bir süre öylece bakıştılar. Zamanın anlaşılmaz boyutundan kısır döngüler akıyordu yüzüne. Sıyırmak istemişti bir gün vücuduna yapışmış bu döngüleri. Hatta bu cesaretine kendi bile inamamıştı. Ve çıkardı üzerindekileri bir sabah... Bluzunda kan izleri, eteğinde çocuk gözleri ve ayakkabılarında eski şamarların bağcıkları duruyordu.
Bir süre atmak ya da saklamakta kararsız kaldı. Atsa bir başkasına bulaşabilirdi. Saklasa bir gün aniden karşısına çıkabilirlerdi. Yine de o "bir başkasına" kendinden çok değer verdiği için saklamayı tercih etti. Yer olarak da nostaljiden kalma sarmaşıkların gölgesini seçti. Ne tuhaf! Tercihinin bir gün kuruyup açığa çıkacağı hiç aklına gelmemişti.
Masa titriyordu Müberra’nın ellerine baktıkça... Kalem ha ağladı ha ağlayacak çocuk edasında mahzundu. Müberra alışmıştı hüzünlere ve o alışkanlık giderek korkuya dönüşmüştü bir gece. Odasını baştan başa adımlarken tüm şehir uyuyordu. Telefonuna gelen bir mesajla irkildi. Kelimelerin her biri bir diğerinden daha fazla dağlıyordu yüreğini. Önce bu bir Nisan şakası olmalı diye düşünmüştü. Oysa mevsim çoktan sonbaharı sermişti kaldırımlara. Ağır gerçek bir kez daha okunduğunda Müberra ağlayamadı. Adeta odanın ortasına çakılmış bir çivi kadar sabitti. Sonrası uzun hikaye ; yastık altına saklanan düşlerin ezilişi, beynine hükmeden soruların uğultusu ve Müge’nin yokoluşu...
* * * * * * *
Eskiyi anımsamayı bıraktı ve karışıverdi insanlıktan uzak insancıkların arasına… Hiçbir hüzün Müberra’yı vazgeçiremiyordu gülmekten. Ne yağmur ilgilendiriyordu onu ne rüzgar dokunuyordu. Sanki o kırılgan kadın gitmiş yerine bir gülüşte sevinen, bir şamarda sevişen başka bir Müberra gelmişti. Ne şarkılar onu durduruyordu ne de şairlerin gölgesi.
Kağıtlar suskundu, kalemler kadar... Çekmecede unutulmuş sevdalar gibi giderek sararıyorlardı.
Müberra ise çekmeceyi her açtığında gördüğü anlamsızlığa gözlerini kapatıyordu.
• * * * * * *
•
Taksi evin önünde hızlı bir manevrayla durdu. İki kişi Müberra’nın koluna girmiş arka koltuğa bindirmeye çalışıyorlardı.
Müberra arabanın camından yükselen ve yükseldikçe küçülen evleri görüyordu. Herşey flu biçimde geçiyordu gözlerinden. Okulda karşılaştıkları zaman kalbinin hızlı hızlı çarpmasına neden olan Kenan, gelinliğine sarılıp ağladığı gecelerde onu yalnız bırakan Serhan ve sonrasında gelen nafile çırpınışlar...
Doktor bir an önce psikiyatr uzmanına götürülmesini önerdi. Müberra sürekli uyuyordu ama hiç rüya görmüyordu. Rüyalar dahi onu yalnız bırakmıştı. Yıllar önce avucunda toplayıp ölmek istediği ilaçları bugün hayata dönmek içiyordu.
* * * * * * *
Yeniyi ve hayata neşeli gözlerle bakmayı kimsesiz çocukları kucakladığında tattı. Bu hissi kimse bozamayacak gibi geliyordu. Ama yaşam ona güzel bir armağan daha hazırlamıştı. Kapısına konulan bu armağanı aldığında henüz vakit erkendi. Sabahın o eşsiz güzel serinliği yüzünü okşuyordu. İçine çektiği ağaçların kokusu yine de yaşamanın ne kadar güzel olduğunu hatırlatıyordu. Paketi açtı. Sonbahar mağrur gözleriyle ona bakıyordu. Bir an için ne kadar benziyoruz birbirimize diye düşündü. O da tıpkı çekmecesinde bıraktığı kağıtlar kadar solgundu.
Ertesi sabah penceresinin pervazındaki martının beyaz tüylerinde aşkın adı yazılıydı.
Yıllardır özlemle beklediği ama hiç dokunamadığı “aşk” işte karşısında duruyordu. Ne yapacağını kestiremiyordu çünkü o gün itibariyle mantığı ve duyguları arasında gidip gelmeye başlamıştı.
Her gece uyumaya beş kala Müberra’nın kollarına aldığı bu yabancı giderek tüm mevsimlerini yazmaya başlamıştı. Dışarı çıktığında insanların yüzündeki “vazgeçmişlik” ifadesini fark ediyor, fark ettikçe de
İçinde bulunduğu durumun muhteşemliğini hissediyordu. Henüz dokunamamış olmasına rağmen özlediği şeyi bulmuştu. Bu ne çocuk sevgisine, ne de Baba hasretine benziyordu. Adeta kendini yeniden sevmeye başlamıştı. Artık geceleri bir an önce uyumaya bakıyordu ki ne kadar çabuk sabah olursa kağıtlar o kadar kucağını dolduracaktı.
Ve doldurdu…
Gönderdiği her sarı kağıt, aşık olduğu Yusuf tarafından maviye boyanıp geri dönüyordu. Bu harika bir kısırdöngüydü. Müberra bu döngüden hiç çıkmak istemiyordu çünkü yapabileceklerinin sayısı gitgide artıyordu.
Özlem şimdi yerini küçük hedeflere bırakmıştı. Bir gün ünlü bir şair olacaktı ve kitabını ilkin sevdiği adam için imzalayacaktı.
Yine bir sabah telefonuna gelen mesajda aşık olduğu adamın sustuğunu gördü. Aklındaki sorular uğultuya dönüşmüştü. Anımsamaktan dahi uzak durduğu o uğultular işte yine eteğine yapışmışlardı. Direndi, şiirlerden bir demet hazırladı ve Yusuf’un kalbine gönderdi. Yusuf, ölüm diyordu. Dudaklarından “yaşam” dökülen Yusuf, şimdi ölümün sıcak nefesini soluyordu. Müberra adeta kanadı kırılmış kuşlar gibi gelen her cevap da bir kez daha yere çakılıyordu. Oysa o Yusuf’un dürüstlüğüne aşık değil miydi? Peki bu sınırsız ağlamalarının nedeni neydi?
Çok yorgundu ve uğultular zafere koşuyordu. O, bu çılgınlığı durdurmak istedikçe Yusuf tüm görüntüleri yeniden filme sarıyordu. Sonunda Müberra bir gün kulaklarını tıkadı ve sordu ; “benden vazgeçtin mi?” Yusuf tereddütsüz cevap verdi “evet”.
Şimdi koskoca bir boşluğun amansız yolculuğu başlamıştı. Müberra sararmış kağıtların köşesinden “alıntı” bir öyküye bakıyordu. Üstelik yanında uğultular da yoktu ve o kağıtları kimin yaktığını hiç bilemeyecekti...
Mine Gültepe