- 759 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ayna
Ayna; Işığın % 100’e yakın bir kısmını düzgün olarak yansıtan cilalı yüzey. Metal yüzeylerin parlatılmasıyla ilk ayna elde edilmiştir. Daha sonraları ise, cam levhaların bir yüzeyleri civa amalgamaları ile kaplanarak, ayna elde edilmiştir. Günümüzde ise, umumiyetle cam levhaların bir yüzü, ince bir gümüş tabakası ile sırlanarak elde edilir. Bazan gümüş yerine alüminyum, altın, hatta platin dahi kullanılır. Alüminyum sırlı aynalar, dalga boyu 0,4 mikrondan küçük olan morötesi ışınları da yansıtırlar. Aynalar; düzlem, küresel ve parabolik diye üç gruba ayrılırlar. (Sözlük anlamı, alıntı)
İlk olarak ne zaman ve kaç yaşında aynaya baktıǧımı bilmiyorum, ama bir temmuz sıcaǧında terlemiş yüzümü sildikten sonra sırılsıklam olmuş çirkin saçlarımı taramak için eski pantalonumun arka cebinden bir tarakla bir ayna çıkararak yüzüme bakmak istemiştim. Gençliǧin vermiş olduǧu heycanla olsa gerek, çevremde insanların olduǧunu unutarak dikkatlice aynaya bakarak saçlarımı tarıyordum. Tahmin ediyorum 16 yaşımın ortalarında olmalıydım, hayatın ne olduǧunu anlamadıǧım için gereken dikkati de bu yaşımda sanırım göstermem olnaksızdı.
Sıcak öyle bastırmıştı ki, tarlada çalışan bütün insanlar gögeleri güçlü olan meşe aǧaçlarının altlarına girerek kendi aralarında kullandıkları günlük belkide iki üç yüz kelimelik dili kullanarak yaşamadıkları yaşamın zevkini çıkarmaǧa çalışıyordu. Ben bu içinde yaşadıǧım birinci dereceden ve canımın parçaları olan insanlarla bir bütün olmama raǧmen yine de kaynaşamıyordum. Çünkü bir gün önce kendi çapımda felsefeyle gerçekten uǧraşarak hayatı anlamaǧa çalışarak beynimde Paris Sokaklarında ve Berlin Caddelerinde geziyordum. Orta okulu bitirmiş, Besni Endüstri Meslek Lisesine kaydımı yaptırmıştım. Bu işi de en sevdiǧim Elif Halam’ın oǧlu sevgili Ali’yle yapmıştım. Amacımız birlikte bir ev tutarak bu dört yıllık okulu bitirmekti. Böylelikle hem bir mesleǧimiz olacak, yoksul köy hayatından kurtulacak, hemde üniversite sınavlarına hazırlanarak üniversiteyi okuyarak „büyük adamlar“ olacaktık. Ben yine her zamanki gibi hulyalar içinde yüzerken anlamadıǧım ünlü Alman Felsefecisi Kant’ın felsefesini temelinden anlamak istiyordum. Bu felsefe kitabı yine en sevdiǧim Elif Halam’ın oǧlu şimdi rahmetli olan Muharrem’e aitti. Onun bütün kitablarını halamın düzenlice sakladıǧı valizden onun izniyle almıştım. Bütün gece o zamanlar liselerin ikinci sınıflarında okutulan „felsefeye giriş“ kitabını okumuştum. Bu kitapta, felsefenin başlangıcı olarak Yunan Fesefesi alınmıştı. Ve felsefenin tarihsel süreç içinde aldıǧı yolu yüzeysel de olsa kısa bilgilerle vermişti. O gün o kadar mutlu olmuştum ki, şimdi o günü anlatamak icin, o günü yeniden yaşamam gereklidir. Ama bu gün ben o günü yaºamadan da bu gün memnun olacak kadar memnun olmasam bile o öǧrenme tutkusunun mutluluǧunu yaşıyorum.
Bu kadar geçmiş bilgiden sonra şimdi gelelim, ayna denen nesnenin benim hayatımdaki negatif yönden bıraktıǧı tesire… İlk olarakta bu cisimleri nasıl ve nereden satın aldıǧımı da biliyorum. Babam 1975 yılında o yıllarda moda olan „İtalyan Model bir Fiat Traktör“ almıştı. Ben de artık aklı biraz iyiye kötüye erecek kadar büyümüş ince çubuk gibi bir genç deǧilde ona yakın bir insan olmuştum. Tabiki sezon yaz olduǧu için köyde işler harıl harıl yürümek zorundaydı. Buǧdaylar biçilip destelenmiş arkasından harman yerlerine taşınmış ve bir kaç traktör köydeki işleri kolaylaştırmak için harman makinalarını koşmuştu. Hemde kavurucu sıcaklarda insanlar dirgen denen bir ilkel aletle kadınlı erkekli harmanlarının başına geçmişlerdi. Tabiki traktörler suyla çalışmadıkları için, mazot denen petrol yapımı bir damıtıma ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun içinde herhangi bir kişinen en yakındaki şehire veya nahiyeye giderek bu ihtiyactemin etmesi gerkirdi. Bu kez de ben bu göreve talip olmuştum, amacım hem işten kaytarmak, hemde bir gazete alarak dünyada olup bitenlere bir göz atmaktı, çünkü burada hayat öyle zorki, yaşamayanlara bunu anlatmak, baba veya da anneannelerimizin anlattıǧı hikayeler den hayalci gelir, yakından görüp yaşamayan birisine. Hayat temmuz sıcaǧına inat köylülerin dirgenlerinde patos denen makinanın boǧazına saplar halinde giren buǧdayların, diǧer taraftan makine dişlilerinin şiddetine maruz kalarak „malama“, buǧday olarak saman haline getirilmesidir. Bu harman işleri köyün en zor hayat biçimi idi o zamanlar. Bu öbek öbek yıǧınları oluşturan harman yerleri rengini açık sarı bir renge dönüşerek hayatın dinamikliliǧini ve devinimini de gösteriyordu. Evet hayat böyle zorlu bir mücadeleyle sürüp giderken sıcaǧında etkisiyle zavallı traktörlerde kırkbeşderecelik sıcaǧa inat kayıştan ateşler çıkararak ve makinayı döndürerek önüne taştan ve demirden başka ne gelirse üǧüterek dışarı fırlatıyordu... Bu çarkın dönmesi için de insanın gıdaya ihtiyacı olduǧu gibi, makinanın da yaǧa ve çalışması için mazot, benzin gibi maddelere ihtiyacı vardı. Her köyde bir benzinlik olmadıǧı için bazen at ve katırlarla saatler süren bir yolculuktan sonra bu ihtiyaç iki büyük su bidonu veya bizim yörelerde fıçı denen ve büyüklüǧü deǧişken olan bu nesnelerle köylere, daǧlara mazot getirilerek hayat gibi makinanında durmadan işlemesini saǧlamak gerekliydi… Yine yukarıda belirttiǧim gibi bu kezde mazot getirmek için şehire gitme talebi benden gelmişti. Ve hemen arkasından deli bir katıra binerek üç saatlik bir yolu daǧları ve tepeleri aşarak varmam gerekiyordu. Öyleki yüz metre ilerisini görmek bazen mümkün deǧildi, yollar kıvrım kıvrım, daǧların tepesinden sürekli inişli çıkışlı yılan gibi akıyordu ve bu yol o gün gerçekten üç saat sürmüştü ben Besni İlçesi’ne ulaştıǧımda. Şehir sıcaǧı köyün sıcaǧından daha kavrucuydu, asfalttan kıvrım kıvrım yükselen arı yıǧını gibi savrulan sıcaǧın rengi yerden üç – beş metre yüksekliǧe doǧru kendine özgü bulutumsu bir buharla yükselip akıyordu, bir sigara dumanı gibi. Öyleki zayıf ve çelimsiz vucudumdan sanki küçük bir bozkır çipili (yöresel bir kavram, yazın kuraklıkta da kurumayan bozkırlarda akan çok az bir su kaynaǧıdır) gibi akıyordu, tozun ve sıcaǧın etkisiyle yüzüm siyahımsı bir renk cümbüşüne kaymış adeta, hüseyinliǧimi kaybetmiştim. Bu halde şehire girerken köyden yüzde elli daha iyi yaşayan insanlar kapıların önündeki söǧüt ve dut gölgelerinden gelip geçene bakarak köylülerin pazara hangi malları getirip pazarlayacaklarını beyaz yüzleriyle takip ediyorlardı. At nallarının şakırtısı müzik gruplarının koro halinde çıkan sesleri gibi dalgalanarak ve kesintisiz olarak dalgalanıp yamaca kurulmuş olan Besni Şehiri’de yankılanıyordu. Benzinlik bu şehirin tam orta yerinde idi, ve benzinliǧin sahibi benim hayatımda etkilendiǧim en büyük insan olan ilkokul öǧretmenim Hüseyin Doǧan idi. Hemen attan inip elini öperek bidonları doldurması gerektiǧini ve beni abimin gönderdiǧini söyledim. O da hemen yanında çalışan genç bir çocuǧu „Süleyman hemen şu bidonları aǧzına kadar doldur“ diyerek talimatını verdi. Beş on dakika içinde benim işim bitmişti. Benzinliǧin yakınındaki buz gibi akan çeşmede yüzümü yıkayınca dünyaya yeniden geldiǧimin bilinci ferahlanan vucudumda yeniden vucut bulmuştu. Beş dakika kadar oturarak dinlendim ve doya doya bir daha su içerek biraz daha bekledim, o arada başka köylülere de rastladım. Onlarda günlük ve aylık ihtiyaçlarını karşılayarak dönme hazırlıǧı içindeydiler. Esiri amca dediǧim birisi, aynı zamanda babamın halasının oǧlu olan bu orta yaşlı amcayla birlikte yola koyulmak için gerekli hazırlıkları yaptık. Ben kendime yuvarlak çaplı bir ayna ve çokta güzel bir tarak alarak genç olduǧumu kendi kendime ıspatlıyordum böylelikle… Daha ileride bir kırtasiyeciye giderek bir kaç tanede gazete alarak hayvanın baǧlı olduǧu yere geri döndüm. Tabi gazetelerden birisi „Cumhuriyet“ ti. Ve ben ilkkez o gün bilmeyerek „Bilim ve Teknik Dergisi“yle de tanışmış oldum ve beş lira vererek birde bu dergiden aldım. Oldukça bakımlı bir yüze sahip olan ince ve zarif yapılı olan bu kırtasiyeci benim bu dergiyi alışıma hayretle bakışlarını bu gün bile unutamadım. Ve hemen Bir kaç kişinin yardımıyla mazot bidonlarını eski, ama saǧlam bir kıldan örülmüş heybeye yerleştirerek geliş yönüne doǧru ilk hareket başlamış oluyordu. Onlarca insan çevre köylerde ürettikleri ürünleri pazarda satmanın sevinciyle ikindiyi çoktan aşan zamanı yenerek akşam serinliǧini de gözönünde bulundurarak yollara koyulmaǧa başlamıştı. Yine hanlardan çıkan atlar kafileler halinde geldikleri yöne doǧru giderken, şehre girerken oluşturulan koro ikindi serinliǧiyle aynı tempoda yankılanan seslerle yok olup gidiyordu. Aynı güzergahı takip ederek bu sefer üç buçuk saat süren bu yolu bu benden tahminen ozamanlar otuz yaş kadar büyük olan amcayla, havadan sudan sohbetlerle geçirerek köyümüze gelmiş olduk.
Benim köyden sonra daha yine tahminen yarım saatten fazla sürecek bir yolculuǧum vardı. Ben köyümüzün yazın buz gibi, kışın yıkanacak kadar ılık ılık akan o güzelim kaynak pnarında yine yüzümü yıkayıp serinledikten sonra yola devam ederek harman yerine gelmiştim. Artık vakit çoktan ikindiyi geçmiş, çalışan insanlar yorgun düşerek herkes bir tarafa uzanmış ve sessizce gökyüzünü seyrediyordu. Sema o kadar berrak bir görünüme sahiptiki, adeta gökyüzünde bir iǧne parıltısı bile görünecek kadar aydınlıktı. Yıldızlar, semaya yayılarak öbekler halinde uzayın boşluǧunda sonsuz bir görünüm teşkil ederek uçsuz bucaksız bir uzantı sergiliyorlardı. Doǧa sessizliǧe bürünmüş mevsim yaz, yada yöresel lehçeyle, ateş gibi yanan gündüz, sıcaklık bazında sadece minimum bir düşüşle yerini daha daýanılır bir çekiciliǧe bırakmıştı. Traktör istop edilmiş, insanlar sap saman üzerine uzanarak ya sigara içiyorlar, ya da Ankara, İstanbul üzerine konuşarak, başka hayatların var olduǧu gerçeǧi üzerine fikir yürütüyorlardı. Sigara içenler, sigaralarını derin derin içlerine çekerek, harmanın o sahara çölü kumu gibi tozlarını derin derin içlerine çekerek ikinci bir zehirlenmeye davetiye çıkarıyorlardı adeta. Halamın oǧlu Ali sürekli sigaranın zararlarını içeren nutuklar çekerek, yorgun argın rahat eden insanların huzurunu da kaçırmış oluyorduk böylelikle... Ve akşam böyle yuvarlanırken ikinci fasıl başlıyordu harmanda, mazotu tamamlanan traktör, son kontrölüde yapildiktan sonra siyah kayış gazın yükselişiyle önce yavaş yavaş arkasından da yüzlerce kilometre hızla dönerek harman makinasını yerleri deprem şiddetinde sallayarak dönmeǧe başlayınca, yorgunluǧu dinmemiş ırgat dirgenleri isteksiz ve hantalca kavrayarak harman yıǧınının etrafında kümelenip, önce uyuşuk uyuşuk arkasından da şiddetle saplara sarılarak ve karşılıklı baǧırışmalarla yıǧını her bir deste de biraz daha azaltarak öbeǧi küçültüyorlardı. Harmanın büyüklüǧüne bazen bu dirgen savaşı sabahlara kadar bazen de gece yarılarını geçene kadar sürer giderdi. Yani bu zavallı insanlar için bazen dinlenmek kısa bir süre için hayalden de öte bir şeydi. Bu kez de öyle olmuştu, harman sanırım gece yarılarını geçen bir saatten sonra bitmiş ve herkes temmuz sıcaǧının gece serinliǧinde, yorgun vucutlarını olduǧu yere atarak hemen oracıkta uykuya dalmıştı. Şimdi şiddetli bir davulun sesi bile kimseyi yerinden kaldırmaǧa yetmediǧi gibi, belkide bir ninni müziǧi olabilirdi bu yorgun vucutlar için.
Gece böyle geçerken, sabah kızıllıǧıyla gökyüzünü süsleyerek yeni bir günün haberinide veriyordu. Yorgun vucutlar, duşsuz, yıkanmadan kendilerini yeni yorgunluklara gebe bırakıyordu. Aynı motorun çalışıp kayışı hızlanışıyla havayı cehenneme çeviriyordu bu daǧın ıssız eteklerinde yankılanarak bize geri dönüyordu bu tek gürültü. Şimdi rahmetli olan, cennetlik annem, o çalışmaktan yılların yorgunluǧuyla incelmiş ayaklarıyla bostan sırtladıǧı bir yıǧın taze yiyeceǧi harmanın yakınındaki gölgeye bırakarak hemen öteki işlere koşuşturarak dinlenmek denen bir şeyi tanımıyordu. Hemen birinci molada ben kaytarma gibi bir düşünceye dalarak, nasıl tüyeceǧimin bir yolunu beynimde ararken, terleyen yüzümü silmek için eski bir bez parcası bularak bu işi yerine getirdim. İlerideki küçücük bir serçe parmaǧı kalınlıǧında akan derenin biriken göletinde yüzümüde yıkayarak saçlarımı taramak istemiştim. Bir gün önce hayatımda ilkkez kendime bir ayna ve tarak almış olmanın derin gururuylada kendi kendime öǧünüyordum. Yakınlarda ki geniş gölgeli erik aǧacının gölgesine gelip hemen oturarak bu yaşlı aǧacın gövdesine dayanmış aynamı ve taraǧımı cebimden çıkararak yüzüme bakmaǧa başlamıştım. Bu arada beş dakikalıǧına dünyayı unutup kendi hulyalarımın derinliklerinde diyordum ki „şu anda İzmir’de, ya da İstanbulda bir kütüphanede olsam diyordum.“ Ya da, Paris’te Sarbon Üniversitesi’nde veya Versail sarayını görmek için orada olmalıyım diyordum“ Tabiki bütün hayaller gibi benim hayalimde dakik oldu ve nerede olduǧum gerçeǧini hemen silkelenerek kendi kendime hatırlattım. Burası denizde 1500 metre yüksekliǧinde ki Beşkoz Köyü’nün bir daǧlık bölgesiydi. Hayat kendi acımasızlıǧını mevsimleri aracılıǧı ile insanlara ipotek ederek onları kendi doǧal şartlarına da uymaǧa zorlamış ve ilkel koşullarda yaşamalarına müsade etmişti. Ben kendi kendime „oǧlum fazla büyük hayllere bırakma kendini“ diyerek kim olduǧumu hatırlatmıştım. Bu arada aynaya bakarak kendi çirkinliǧimi eleştirerek, Allah’ım bu ne surat, güneşten yanıp kızarmış bir yüz, çirkin bir burun ve kirpi telli saçlar, ne tarafa tarasam yatmıyor ve beni sinirlendiriyordu. Ben ayna ve taraǧımla kendimi kendim yapmaǧa uǧraşırken, Annem’in yandan bana baktıǧını görünce, o kirkderecelik sıcakta, başımdan eksi kırk derecelik bir iklim deǧişikliǧi yaşamış gibi oldum. Önce kızarıp utanarak, yanan yüzüm erik gibi bir başka tarif edilmez kızıllıǧa bürünerek renkten renge girdim. Bu arada ayna ve tarǧımı cebime koyarak öyle buz gibi donmuş bir vaziyette bir süre kaldım. Cennetlik annem gülümseyerek, „benim oǧlum büyümüşte aynalara bakıyor artık, seni evlendirmek gerek“ diyerek utandırdı. O an da Anneme ne söyleyeceǧimi bilmeden „ben evlenmek istemiyorum“ diyerek kafamı önüme eǧdim. O beni zayıf ve ince bedenine, zayıf uzun kollarına alarak öylece, ter kokan vucudumu kokladı. Ve bir kaç dakika hiç konuşmadan öyle sardıki, bu gün bile öyle bir sarılışı arayarak kendimi avutmaktayım. Bu daǧın başında, 26 yıl önce yaşanmış bu küçük anımdan sonra 2007 yılının mart ayına kadar ayna ve tarak kullanmaktan çekinmiştim. Ama bütün buna raǧmen yüzümü tıraş olurken hislerime göre yaptıǧım için hiç bir zaman kesmemiştim. Berberlerde de saç traşlarımda aynaya bakmayı geçiştirerek yapardım, yada uydurma cevaplarla, „şu anda gerek yok, güzel olmuş, ellerine saǧlık“ gibi klassik cevaplarla durumu idare etmiştim. Böylece utanmak duygusunun en derinini 26 yıl boyunca sanki annem gelipte yine „aman da benim oǧlum, büyümüşte, aynaya bakıp saçlarını tarıyor“ deyişini hala hatırlar ve yanlız bile olsam bu utangaçlıǧı kendi içimde yaşayarak ve bazende aǧlayarak hatırlarım. Annemi anısına bir kitap yazacaǧım için burada Annem üzerine fazla detaylı bilgiler vermeyeceǧim.
Hasan Hüseyin Arslan, 15.09.2008, Frankfurt am Main, saat 20:28’de bu yazı bitirilmiştir (evde).
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.