- 893 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sayın Turan ORAK ile ŞİİR Üstüne Söyleşi
Sayın Türkan Dinçer’i tanımanın en güzel yolu, kendi kaleminden tanımaya çalışmaktır. Ben de kendisini daha iyi tanımak için, kendisiyle kısa bir ropörtaj yaptım... :)
Verdiği cevapları okurken, kendisine duyduğum saygım ve sevgim biraz daha büyüyüp güçlendi. Her cevap, kendi içinde saygıyı ve sevgiyi getiriyordu çünkü... :)
İnanıyorum ki; bu ropörtajı okuyan herkes, benim duyduğum saygıyı ve sevgiyi duyacak ve beni anlayacaktır... :)
ROPÖRTAJ
Turan ORAK: Her ne kadar sizi şiirlerinizden tanıyor olsak bile, üyelerimize kendinizi detaylı bir şekilde tanıtır mısınız?
Türkan DİNÇER: Hani derler ya “anlatsam hayatım roman olur” diye. Evet kişi yaşamını anlatmaya başladığında kocaman bir roman olur. Bende kendimi çok kısa cümlelerle anlatmaya çalışacağım.
Ben 1966 yılının Nisan ayında, (kaderi önceden çizilmiş) küçük bir köy evinin, gaz lambasının aydınlattığı karanlık bir odada, eşinin evinden çıkartılıp baba evine gönderilen gözü yaşlı bir annenin feryatları içinde dünya ya gelmişim.
Gelişime sevinen iki kişi var, biri annem, diğeri anneannem. Kız çocuğu olmam nedeniyle biraz buruklarmış ama yinede hiç düşünmeden beni bağırlarına basmışlar. Zamanla serpilip çok güzel bir bebek olmuşum.
Annemi “tarlaya geç geldin “ diye evden atan dedem, beni gördükten sonra tekrar, annemi ve beni alıp gitmiş ve esas çileli yaşamı başlamış annemin.
Ben kendimi bilmeye başladığımda, koyunların peşinde koşuyordum ve henüz 4 yaşımdaydım. O yaşta bir çocuğu koyunlara çobanlık yapmaya gönderiyorlardı ve hiç acımaları bile yoktu. Köyümüz dağlıktı. Kurtlar aç kaldıklarında tarlalara inerler, buldukları koyunu alıp giderlerdi. Ve ben her koyun kaybolduğunda bir ton dayak yerdim dedemden. “Neden koyunlara iyi bakmadın da kurda kaptırdın. Sen aptalmısın be çocuk” derdi. Altı yaşımda okula başladım, okumak için değil, koyun çobanlığından kurtulmam için almıştı öğretmenimiz beni okula. Ama o bile kurtuluş olmamıştı benim için. Amcam, halam, dedem hemen gelir okuldan alırlar ve yine koyunların peşine gönderirlerdi beni.6 yaşımda tanıdım babamı ve hiçbir zaman babam olarak görmedim. Her zaman asi bir kız oldum babamın yanında. Babam bana bir defa bile kızım kelimesini kullanmadı. Seslenirken “hey baksana” derdi. Onun ağzından kızım kelimesini duymak benim için dünyanın en güzel şeyi idi ama duymuyordum işte.
Babam, önce annem ile kardeşimi, bir yıl sonra da beni aldı şehre. İlkokul üçüncü sınıfa Sinop’ta başladım. Köyden kurtulmanın mutluluğunu yaşarken, esas fırtınalara yakalanacağımı düşünmeden.
Babam beni alıp okula götürdü kaydımı yaptırdı ve bir sınıfa bıraktı. Bir bayan öğretmen vardı. O öğretmenimi gördüğümde çok mutlu olmuştum. Ama mutluluğum o kadar kısa sürdü ki, evden kaçmayı bile düşündüğüm günler gelecekti ardından. Köyde okula çok az gittiğim için okuma yazmayı çok net öğrenememiştim. Heceleyerek okuyordum ve öğretmenim buna çok kızıyordu.
Çalışkanlar ve tembeller kümesi oluşturmuştu. Bende tembeller sırasına düşmüştüm. Oysa çalışkanlar sırasında heceleyerek okuyan çok öğrenci vardı. Bizlerden tek farkı zengin ailenin çocukları olması idi. O yıl öğretmenimin aşağılayıcı, alaycı davranış ve tutumları beni çok fazla üzüyor ama kimseye derdimi anlatamıyordum. Zamanla vücudumda çok fazla değişiklikler olmaya başladı. Gün geçtikçe şişiyordum. Hiçbir şey yiyemememe rağmen neden bu kadar çok şiştiğimi kimse anlayamıyordu. İki ay içinde yürüyemez duruma gelmiştim. Doktorlar babama kaplıca öneriyorlar, “ çok yeni başlangıç, bunun önlemi alınması gerek” diyorlardı. Babam, “nedir bu rahatsızlık doktor “ diye sorduğunda. Doktor “ kızınız çok kötü bir dönem geçiriyor sanırım ama nedenlerini siz bulacaksınız” diyordu. Evet, nedenlerini babamın bulması gerekti ama o bana bir defa bile soru sormamış, bir kez bile okula gelip “ ne durumda kızım” diye bakmamıştı. Şimdide anlayabilecek durumda değildi.
O yıl ikinci dönem okula gidemedim, çok fazla şişip, yürüyemediğim için. Sonra yaz ayında köye gönderdiler beni ve köyde eski halime döndüm. İyileşiyordum hem de hızla. Sınıfımı geçirmişti öğretmenim. Bana ve benim gibi 12 arkadaşa “geri zekâlılar, aptallar, salaklar, baş belaları” diye bağıran öğretmenimiz. (bunun nedeni okuyamadığımızdan değildi. Fakir oluşumuzdandı, bunu çok iyi biliyorduk hepimizde ama hiç kimseye bir şey söyleyemiyorduk.)
Yaz bitip, tekrar okula başladığımızda yeniden cehennem ateşinin içine girmiştik ama bu çok kısa sürdü. Kasım ayında babamın tayini siyasi nedenlerden dolayı SAMSUN/HAVZA ya çıkmıştı. “İşte” diyordu babam. “Ben istesem vermezlerdi, kızımın tedavisini tam olarak yapabiliriz orada ” Havzaya taşındık. Ve ben orada tedaviye başladım. Yakalandığım hastalık eklem romatizmasıymış. İyileştim ve havzada “geri zekâlı “ bir çocuk olmadığımı anladım. Sevgili öğretmenim Necati hocam öğretti bana bunu. Çok sevilen ve çok başarılı bir çocukmuşum ama ben bunu orada anladım. (eğer sevgili öğretmenim yaşıyorsa onun o mübarek ellerinden öpüyorum. Bana hayatımı o geri verdi.) Sen çok akıllı bir kızsın, kurtuluşun kendi elinde ve buda okumaktan geçiyor, bunu sakın unutma kızım” demişti bana.
İlkokulu onun o güzel sınıfında başarılı bir öğrenci olarak bitirdim ve hep öğretmenimin “ERKEK FATMA’SI “ olarak kaldım. Bana bu ismi öğretmenim vermişti.
Sonra ortaokul ve yeniden kırık notlar karnede ve beni okuldan almak isteyen amcam çıkmıştı ortaya. Kırık notlarımın nedeni okumamamdan değildi ki, annem hastalanmış yatağa düşmüştü. İki kardeşime, babama ve amcama ben bakmak zorunda idim. Bazen okula gidemiyordum. Gittiğimde de hemen eve geliyor, yemek, temizlik, kardeşlerimin bakımı derken o küçücük bedenim bu kadar yorgunluğa dayanamıyor gece işim bittiğinde oturduğum yerde sızıveriyordum ve ders çalışmak için zaman bile bulamıyordum. Birinci yarı bunları yaşarken ikinci yarı annem iyileşti ayağa kalktı ve ben derslerime daha sıkı sarılıp sınıfımı geçtim. Ortaokul yılları, siyasetin en yoğun yaşandığı yıllardı, ağabeyler, ablalar her gün sınıfları basarlar, bizlere bir şeyler verirler, dağıtmamızı isterlerdi. Bizde alır dağıtırdık hiç okumadan. Sonra içindekileri okumaya başladım. Okudukça bende yeni, yeni düşünceler oluşmaya başladı. Broşürlerde hiçte kötü şeyler yazmıyordu. “hakkımızı isteriz, faşizme ölüm, denizler ölmez, İMF ye hayır” v.s gibi sloganlar vardı. Bunların ne demek olduklarını araştırmaya başladım ve araştırdıkça, babamın ve amcamın verdiği kitapları okudukça her şeyi anlıyordum.
Ortaokulu bitirdik bu çalkantılar içinde ve lise yıllarımız başlıyordu. Ticaret lisesine sınav ile giriliyordu. Babam, Ticaret lisesine değil, genel liseye gitmemi istiyordu., bende genel liseye değil, Ticaret Lisesine gitmek istiyordum. Ondan gizli sınava girdim, sınavı kazandım. Babama söylediğimde benim kaydımı yaptırmadı. Babam ile hep ters düşmüştük ve yine ayrı kutuplarda çatışıyorduk. Kaydımı yaptırmaya gelmedi. Annem ev sahibimizden yardım istedi. Ev sahibimiz benim velim oldu kaydımı yaptırdı. Hiçbir şeyim alınmamıştı ne kalem, ne kitap, ne formam ve ben elimi kolumu sallaya, sallaya okula gidiyordum ama yinede mutluydum, istediğim okulda okuyacaktım. Eksiklerimi nasıl olursa olsun tamamlardım bundan emindim. “Gerekirse çalışırım diyordum”. Bir hafta olmuştu okullar açılalı, 12 Eylül sabahı, demokrasinin kesintiye uğradığı haberleri ve TV de Kenan EVREN ihtilal olduğunu haykırıyordu.. O an babamın yüzünü unutamam.
“ olamaz, lanet olsun, yinemi” diyordu. Büyük bir çabukluk ile salona geçtiğini hatırlıyorum babamın. Anneme “ çabuk bodrumdan çuvalları getir “ diyordu. Annem elinde üç tane çuval ile geldi. Babamın tahtalardan yaptığı raflardan, kitapları büyük bir hızla çuvallara dolduruyor, bizlere de “ çabuk çocuklar, kitapları çuvala doldurun” diye bağırıyordu. Üç çuval kitap ama nereye bırakılacak, bodruma indik bütün odunları devirdik ve çuvalları odunların arkasına saklayıp önüne yeniden odunları dizdik tek, tek.. Babam haklı çıkmıştı, evimiz aranmış ama hiçbir şey bulamamışlardı. Sonra kitapları oradan çıkartıp köye götürdük ama köyde araştırma yapılacak diye duyum alan babaannem ve dedem korkudan kitapların hepsini ocağa atıp yakıyorlar. Anlayacağınız yine kitapları kurtaramamıştık..
Liseyi böyle bir dönemde bitirdik. Üniversiteye hazırlanırken başka bir darbe daha. Hiç yiyeceğim darbeler bitmeyecekti anlaşılan. Üniversiteye giriş formlarımı kendi harçlığımdan biriktirmiş olduğum para ile almış, doldurmuş ve yatırmak için babamdan para istediğimde hayatın gerçek tokadını yiyecektim. Babam “ bak kızım (ilk defa kızım diyordu) seni üniversiteye gönderirsem kardeşini okutamam, seçimi sen yapacaksın.) bu söz hayatım boyunca kulaklarımda çınlar durur. Kardeşim henüz ortaokul daydı ve çok başarılı bir çocuktu. Ben liseyi bitirmiştim ve sıra şimdi onundu. Onun hakkını gasp edemezdim.. Gözlerimden akan yaşları, babama göstermek istemiyordum ama akmasına da mani olamıyordum. Hiç düşünmeden “ tamam baba, ben okumayacağım, kardeşim okusun “ dedim ve ayrıldım yanından.(İyi ki de demişim, kardeşim okudu ve şu anda çok güzel bir yerde) Üniversite hayallerim bitmişti. Şimdi yapmam gereken iş bulup çalışmaktı. Bende öyle yaptım. 16 yaşımda bitirdim okulu, sonra bir cam dekor atölyesinde asgari ücret ile işe başladım. İki yıl çalıştım orada. Ardından şimdi çalıştığım iş yerinin sınavlarına katıldım. 683 kişi sınava girdik ve ben kazanan şanslıların içindeydim. 18 yaşımda memuriyet hayatına atıldım.
Eşim ile orada tanıştık ve bir yıllık bir arkadaşlıktan sonra evlendik. Bir yıl sonra hayatımı değiştirecek olan oğlum dünyaya geldi. Onunla birlikte bende büyüdüm. Daha doğrusu ben onu büyütürken, oda beni büyütüyordu. 31 yaşımda ikiz bebeklerimi kaybettim ve ondan iki yıl sonra kızımı dünyaya getirdim. Ekonomik yoksulluklar yine peşimizi bırakmadı, hayatımızın her kademesinde, acımasızca çıktı karşımıza ama biz hiç yılmadık, hep mücadele verdik ve şimdi buradayım. Hayatımdan memnunum. Mutlu bir yaşantım var. Gelmek istediğim yerdeyim aslında. Üniversiteye gidemedim ama kitap okumaktan ve yazmaktan asla vazgeçmedim.
Şu anda yalnız yazmıyorum. Demokratik kitle örgütlerinde mücadeleme devam ediyorum. 15 yıldır okul aile birliği yönetim kurulu başkanlığı, yine 1992 yılından bu yana Türk Spastik Çocuklar derneği yönetim kurulu genel sekreterliği, KESK’E bağlı, ESM sendikasının etkin üyeliği, Sosyal hizmetler çocuk esirgeme kurumu koruma derneği üyeliği, SİNOP Nükleersiz Kent ve Yaşam Derneği yönetim kurulu üyeliklerim devam etmekte ve her türlü mücadelemi buralarda vermekteyim arkadaşlarım ile birlikte..
Kısa cümlelerle kendimi tanıtmaya çalıştım ama sanırım yine uzun bir tanıtma oldu.
Hayatı ve yaşamayı seviyorum ve hiç kimsenin yaşamdan vazgeçmemesini diliyorum.
Turan ORAK: Klasik bir soruyla söyleşimize devam etmek istiyorum izninizle...
Sizce şiir nedir?
Türkan DİNÇER: Daha önce günün sorusu içinde de bu soru sorulmuş ve orada da açıklamıştım aynı açıklamayı yine yapıyorum
“Şiir, neredeyse dilin doğuşuyla beraber ortaya çıkan bir yazın türüdür. Şiiri tanımlamak için binlerce ifade kullanılmışsa da doğru ve değişmeyecek bir tanıma ulaşmak olanaksız gibi görünmektedir.
Ancak, kendine ait bir dil ya da söylem kullanması, müzik ve sesle yakın ilişki içinde bulunması ve estetik bir etkileme gücünün olması herkes tarafından kabul edilebilecek özelliklerdir.
Şiirin ortaya çıkışı, insanın sesini bulması ve özellikle konuşarak iletişim kurmasını sağlayan bir dil geliştirmesi ile yaşıttır. İnsan günlük konuşma dilinin yanı sıra özellikle değiştirebileceği ya da yansıtabileceğini düşündüğü doğayı etkilemek için bir büyü dili oluşturmuştu. Bu dilin ritmik özellikleri şiir dilinin öncülü olarak algılanabilir. Platon da şiiri tanımlarken ’büyülü söz’ ifadesini kullanmıştır.
Çağlar boyunca türküler şiirsel metinler olarak sözlü yazın örnekleri olarak yaşamışlardır. Her kültürün günlük dil kadar sık kullandığı türkülerin sosyolojik boyutu yazınsal boyutundan daha önde görülmüştür. İşlerini yaparken türkü söyleyen insanlar bireysel ya da grupsal gereksinimlerinden dolayı farklı türlerde şiir geliştirmişlerdir. Bu gereksinim sonucu ortaya çıkan türler Yunan kültürü etkisi altında gelişmiştir. Bu bağlamda ilk gelişen türler lirik, epik ve dramatik şiirdir. Bunların dışında pastoral, didaktik ve satirik diye adlandırılan türler de şiirde iç farklılaşmanın diğer örnekleridir.
Topluma ortak bir duyarlık ve bazen vicdan oluşturmak, insan-doğa ilişkisini düzene koymak, sıradan insanın gözlemleyebildiği halde ifade edemediği olayları ve olguları güzel ve farklı bir dil kullanarak gündeme getirmek ve böylece toplumun sözü olmak gibi işlevleri vardır şiirin. Şiirin işlevi yazıldığı ya da söylendiği döneme bağlı olarak farklılık göstermiştir. Topluma kazandırılmak istenen değerlerin sözcülüğünü yapmış, yenilikleri tanıtmaya çalışmış, demokrasi ve özgürlük kavramlarının kalıcı olmasında önemli pay sahibi olmuştur.
Bilimsel tanımlardan bir tanesi de bu tanımdır.
Ama bana göre şiir, duygu birikimi, kişinin iç dünyasının dışa vurumu, gözyaşlarını, acılarını, sevinçlerini, sevgilerini, aşklarını imgelere dayanarak, en akıcı ve anlaşılır şekilde anlatabilme sanatıdır..
Şiir, yüksek ses ile seslendiremediğimiz duyguların, kelime, kelime kâğıtlara dökülüp, oradan binlerce insanin yüreğine seslenebilme biçimidir.
Şiir, türküdür, nağmedir, sazın telindeki notalardır, sevgiliye yakarış, sevdaya uzanış, kara düşünceleri beyinden kovma ve hayata güzel gözlerle bakabilme şeklidir. Şiir sevdadır, aşktır, ah çekmektir, umuttur, ışıktır ve her şeyden önemlisi yaşama biçimidir..
Turan ORAK: Şiire ne zaman ve ne şekilde başladınız?
Türkan DİNÇER Bu soruya nasıl cevap verilir bilmiyorum inanın. Aslında şiire küçük yaşlarda başlıyoruz ama o yaşlarda bu yazdıklarımızın şiir olup olmadığını bilemiyoruz. Yalnızca o an içimizdeki duyguları bir takım anlamsız kelimelerle anlattığımızı düşünüp (o anlamsız kelimelerin zamanla imgeler olduğunu anlıyoruz) kimseyle paylaşamıyoruz. “ya bize gülerlerse, aman be sende, bu ne, insan kuş olup uçar mı, kızım, in oradan aşağı yoksa düşeceksin, şair mi olacaksın, bu ne demek, teninde ıslanmak, dudakta gül olmak, insan pınar olup akar mı v.s derlerse” diye düşünüp hiç kimseye yazdıklarımızı gösteremiyoruz. Alay edilmek, küçük düşmek ve gülecekler korkusunu yerleşiveriyoruz içimize.
Ben, lise birinci sınıfa giderken başladım yazmaya, bir çocuğa âşık oldum, öylesine âşıksınız ki, onunla yaşıyor, onunla nefes alıyorsunuz, deli divanesiniz onun için, ama onun haberi bile yok. Elinizdeki ders kitaplarının boş köşeleri, defterinizin sayfaları kalplerle ve kalplerin içine yazılmış kısa, kısa yazılarla dolmuş. O kalpleri ve içindeki yazıları ailem ya da arkadaşlarım görürde bana kızarlar ya da alay ederler korkusu yaşamaya başladığımda, o anlamsız gibi gelen bütün yazıları bir deftere yazmaya başladım. Birde baktım elimdeki defter bitmiş ama tabi hepsi gizli, defter köşe bucak saklanıyor. Gençlik aşkları nisan yağmurları gibi gelip geçiyor. Zamanla aşkın ateşi bitiyor ve Unutuyorsun, başka denizlere yelken açıyorsun, bu defa o denizden su içmeye başlıyorsun, birde bakıyorsun yine aynı dizeler, aynı duygular.
Edebiyat öğretmenim, sevgili hocam Fatma Hanım, benim edebiyata olan ilgimi anlamış olacak ki, bizlere öyküler, şiirler yazdırıyor ve onlardan notlar veriyordu. Bazen yazdıklarımızı geri vermiyordu. Nedenlerini de hiç sormazdık, bilirdik ki, her zaman iyi bir şeyler için saklardı o yazdıklarımızı. İlimizde açılan öykü ve şiir yarışmalarına, yazdıklarımızı bizden gizli gönderirmiş. Yazılan yazılardan ödüller almaya başladığımda çok güzel bir iş yaptığımı anlıyordum ve daha sıkı sarılıyordum şiir ve öyküler yazmaya.
Okul bittikten sonra hayata atılmam, benim şiirlerden ve yazılardan uzaklaşmama neden oldu. Lise birden beri yazdığım iki tane defterim vardı Yazdıklarımı artık birilerine göstermek istiyordum ama kimsede yoktu etrafımda. Evlilik, iş yaşamı, hayatın zorlu şartları tamamen yazıdan uzaklaşmama neden oldu. Ama şiir defterlerimi, çok değerli bir hazine gibi saklıyordum. Fakat bu hazinemi ev taşıma sırasında kaybettim. Nasıl kaybettim yoksa bilerek mi yok edildi onu hiç bilmiyorum. Onları kaybettiğime o kadar çok üzüldüm ki sanki geçmişimi kaybetmiş gibi hissediyordum, bu üzüntü ile bir daha yazmayacağım dedim.
Ama yazma isteği içimde o kadar büyük diki, yeniden kâğıt ve kalemi aldım elime, yani 30 yaşımdan sonra tekrar yazmaya başladım ve gördüğünüz gibi hala yazıyorum.
Bu arada teşekkür etmem gereken iki kişi var. Eşim ve sevgili kardeşim Mehmet Ali. (Kardeşim diyorum, kardeşim kadar yakın ve en az onlar kadar çok sevdiğim biri Mehmet Ali. Yazdıklarımı herkesle paylaşmam gerektiğini söyleyip, bana en büyük cesareti verdi.) Onlara çok şey borçluyum. Yeniden yazmamı sağladıkları için.
Yalnız size ve sevgili sevil hanıma teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Hece Veznine göre şiir yazmamı sağlayan, şiir perisinde her hafta devam ettiğiniz “BİR DÖRTLÜKTE SEN YAZ” etkinliği hece şiirini yazmamı sağladı. Hiç yazamam dediğim anda sizin ve sevil hanımın göstermiş olduğu anlayış ve sevgi sayesinde hece şiirini de yazmaya başladım. Bunun için sizlere çok teşekkür ediyorum.
Turan ORAK: Şiirlerinizle yaşamınız uyuşuyor mu Türkan hanım?
Türkan DİNÇER: Şiirlerimi yazarken gerçekten yaşayarak yazıyorum. Yani hissettiklerimi, o an içinde bulunduğum durumu göz önüne alarak yazıyorum. Genelde yaşamımla örtüşüyor yazdıklarım. Hayal ürünü şiirlerim hemen, hemen hiç yok gibidir. Çevremde olup bitenleri çok iyi gözlemlerim. Özellikle kadınların ezilmişlikleri bana çok fazla örnek olmuştur. Çok uzaklara gitmeme gerek yok biliyor musunuz? Annem benim önümde en güzel örnek. Onun yaşadıklarını Türkiye de çoğu kadın yaşıyor. Töre cinayetleri, kadına verilen değer, erkeklerin namuslarını kadınların üstünde aramaya kalkışmaları, kadını yalnız ve yalnız cinselliği ile değerlendirmeleri beni bir kadın ve her şeyden önemlisi bir anne olarak çok fazla üzüyor. Şiirlerimin temelini onlar oluşturuyor aslında
Sevmek ve sevilmek çok güzel duygular, bu iki duygu yaşama sıkı sıkıya bağlanmasına neden oluyor insanın. O nedenle farkındaysanız şiirlerimin hemen, hemen hepsi sevgi, kardeşlik, barış ve mutluluk üstüne yazılmıştır. Genelde uyarmaya çalışırım. (Tıpkı gerçek yaşantımda olduğu gibi.) Dayak yiyeceğimi de bilsem, yanlış ise bir şey çekinmeden anında söyleyiveriyorum. Bu sivri dilim yüzünden de genelde çekinir insanlar benden ama doğru yaptığımı bildikleri içinde, beni her an yanlarında görmek isterler.
Şiir yaşanmadan yazılmaz gibi geliyor bana. Kendimiz yaşamamış olsak ta, mutlaka yaşayan dost ve arkadaşlarımız vardır ve bizler onları görür ama elimizden bir şey gelmemenin verdiği acı ile kaleme ve kâğıda sarılıveririz. İç döküşlerimizi onlarla paylaşırız, İnsanın hayal gücü ne kadardır? Yani, bir ömür yetecek kadar hayal gücüne sahip olmak imkânsız diye düşünüyorum. Hayaller ile yazılan şiirlerin de çok fazla yer edinebileceğini sanmıyorum aslında.
Bu gün, en çok okunan ve girdiğimiz her toplulukta en küçük sözü bile örnek alınarak, yaşamımıza uygulamaya çalıştığımız, ünlü şairlerden Nazım HİKMET, Ahmet ARİF, Atilla İLHAN, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Mevlana v.s gibi şairlere ve baktığınızda, genelde yaşamış olduklarını şiirleştirip, gelecek nesillere dersler vermek amacı ile kaleme alınan eserleri, ölümsüz eserler arasında yer almaktadır. Yaşadıkları hayal ürünü değildir. Hiç birisi hayal ürünü değildir çünkü
Turan ORAK: Öğrenmek istediğim bir başka konu da şu. Kendinize bir hedef koydunuz mu? Yani, şiirde varmak istediğiniz yer neresi, o yeri tanımlayabilir misiniz?
Türkan DİNÇER: Şiirde kendime bir hedef belirlemem imkânsız galiba, Çünkü şiirde en son nokta diye bir şey olacağını düşünmüyorum. “Ben ustayım artık yazmayacağım” demek, kendi kendimize yaptığımız hakarettir diye düşünüyorum. Ustalaşmak ama kime göre ustalaşmak onu belirlemek gerek galiba.
Hepimizin bir hedefi vardır mutlaka ve o hedeflere ulaşmak için var gücü ile çalışır. Elbette benimde bir hedefim var. Örnek aldığım şairler var, onlar kadar güzel şiir yazabilmek ve kendimi ifade edebilmek tek amacım. Onların kalemlerinin gücüne ulaşabilmek ise son nokta demektir benim için. Ben, o güce ulaşamayacağıma göre, son nokta yok demektir galiba benim için.
Nedeni ise, İçinde bulunduğumuz 21.yy da, her sabah farklı bir dünya ya gözlerimizi açıyoruz adeta. O farklılıklar içinde, canımızı acıtan, kapanmış olan yarayı yeniden açan, yüreğimizi derinden yakan olaylar ile karşılaşıyor, o olaylara karşı nasıl duracağız diye düşünürken, yine kalem, kâğıt ve yürek ortaya çıkıveriyor. Son dediğiniz anda bir başka boyuta geçiyorsunuz ve sizin için hiçbir zaman son olmadığını anlıyorsunuz.
Yani ben, yaşadığım ve elim kalem tutuğu sürece, yaşananları ve yaşadıklarımı hep şiirlerle anlatmaya ve uyuyanları uyandırmak için feryat etmeye devam edeceğim.
Turan ORAK: Son olarak; sormayı unuttuğum veya söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Hepsini söylemeye kalkarsam inanın sayfalar yetmez. Ama insan hayatı için çok önemli saydığım Yaşamdan vazgeçmemek gerektiği.
Ben ölümü yaşadım, ölümün o soğuk nefesini iki defa yüreğimde hissettim. Ölüm anında bile hayallerime giren ve beni yaşama döndüren en büyük etken, sevgi ve yaşama sevinci idi. Ölüm anında “çok erken diyordum benim için. Benim çok sevdiğim ama bir defa bile “SENİ SEVİYORUM “ demediğim o kadar çok kişi var ki, onlara bu kelimeyi söylememe fırsat ver tanrım” diyordum.
Ölümden geri döndüğüm de yaptığım ilk iş, sevdiklerimi dolaşıp onlara “seni seviyorum” demek oldu. Şimdi, sevdiğim insanlar bu kelimeyi hiç bıkmadan söylüyorum. Sabah yatağımdan kalkıp, kapının önüne çıktığımda “ günaydın yeni gün, günaydın tüm canlılar, ne olursanız olun, bugünde yaşıyorum ve bu günde sizi sevmeye devam edebileceğim” diyorum.
Sizlerde, ne olursa olsun yaşama sevincini sakın kaybetmeyin. Maddi değerler yitip gitse de, zaman içinde yerine gelebiliyor ama kırdığınız bir kalp, söylenen kötü bir söz, yapılan kötü bir hareket inanın düzeltilmesi imkânsız yaralar açıyor sevdiklerimizin yüreğinde.
Sizleri seviyorum, hayatı seviyorum, yaşamayı seviyorum ve kötü olan her şey ile bire bir mücadele etmeyi de seviyorum, bunlar benim, o tarihten sonra en çok tutunduğum değerler ve hepimizin sahip olması gerekenler diye düşünüyorum.
Sevgiler dostlar yüreğimden yüreğinize. Sevmekten ve sevilmekten asla vazgeçmeyin.
Turan ORAK: Yaşamınızı; oldukça engebeli, oldukça zahmetli ve oldukça acıtan, ama nihayetinde; huzuru, mutluluğu bulduğunuz bir hedefe uzanan, uzunca bir yola benzettim... :)
Sizi biraz daha yakından tanıma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim Türkan dost... :)
Yaşamınızdan sevgi, mutluluk, huzur ve sağlık eksik olmasın. Şiir yolunuz her daim açık ve aydınlık olsun... :)
Sevgi ve saygı ile..
YER: Sinop Karakumda gün batımı
Fotoğraf: Türkan DİNÇER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.