- 1560 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Kızıl Gül : II. Bölüm.
Büyük kar yerden kalkmadan, bir öğle üzeri Karaçam köyünden Süvari Halil’in Narlıköy’e gelişi, Vedat Ağa’nın evine misafir oluşu duyuldu. Süvari Halil zengin, her yere beyaz atıyla giden ve köyünün en hatırı sayılır kişilerindendi. Etraf köylerden adını duymayan yoktu. Aralarında iki köy bulunan Karaçam’dan, Süvari Halil’in köyde hiçbir yere uğramadan doğrudan Vedat Ağa’nın evine gelişi merak konusu oldu. O sırada evde olan Vedat Ağa, Süvari Halil’i kendisi karşıladı. Selamlaşmadan sonra Süvari Halil’in ilk sözleri:
-Atım çok yoruldu, terledi. Üstünü örteyim, teri, üzerinde kurumasın, demek oldu.
Eyerini çözüp, atın terkisindeki battaniye ile, boydan boya atın sırtını örttükten sonra uzun, siyah sahtiyan çizmelerini çıkararak içeri girdi. Vedat Ağa ne kadar sert bir insansa o kadar da misafirperverdi. Misafirinin altına kalın bir yün döşek, sırtına da iki adet yün yastık koyarak rahat ettirdi. Vedat Ağa ilk iş olarak hemen gaz ocağını yakıp küçük kahve tavasına, çiğ kahve tanelerini atarak kavurmaya başladı. Kavrulmuş kahve tanelerinin hoş kokusu evin içini sardı. Boru şeklindeki pirinç kahve değirmeninde, sabırla kahve tanelerini öğütürken Feriko gelerek, gözlerini yerden kaldırmadan Halil Ağa’nın elini öptü.
Halil Ağa:
-Berhudar ol kızım derken gözlerine inanamadı. Feriko, duyduklarından çok daha güzeldi. Gözlerini yerden kaldırmadan Feriko geri çekilirken ağa içinden ’’Bana az bile anlatmışlar! ’’ diye geçirdi.
İşlemeli küçük porselen fincanlar içinde kahveleri getiren Feriko kahveleri ikram ettikten sonra, geri çekilerek elinde tepsiyle, kapının yanında kahveler içilinceye kadar, adetleri ve saygı gereği ayakta beklerken, Halil ağa şaşkındı. ’’Az bile anlatmışlar! ’’ diye düşünüyordu. Feriko fincanları aldıktan sonra bir daha ağanın gözüne görünmedi. Vedat Ağanın ısrarına rağmen Süvari Halil yemeğe kalmadı. Tek ricası atını sulamak için bir kova su ve suya karıştırmak için, sobanın üzerindeki ibrikteki sıcak sudan biraz istemek oldu.
-Çok soğuk su içirmiyorum atıma, alışkın değil diyerek dışarı çıktılar. Süvari Halil çizmelerini giyip bahçede beklerken Vedat Ağa atını getirdi. Gelen suya Süvari Halil önce parmağını daldırdı. Sonra üzerine sıcak sudan biraz ilave ederek tekrar kontrol etti, atın önüne koydu. Dudakları suya değmişken atın suyu içmediğini gören Vedat Ağa:
-Sıcak mı geldi yoksa, içmiyor? demesi üzerine Süvari Halil:
-Ben ıslığını çalmadan içmez, cevabını verdi. Sonra ıslıkla hüzünlü bir türkünün havası ile atına suyu içirdi. Atın sırtındaki battaniyesini alıp atını eyerledi. Hatır isteyip bahçeden dışına çıkarken son sözleri:
- İnşallah hayırlı günlerde görüşmek üzere ağa, hoşça kal! demek oldu.
Atına atlayıp giderken, pencereden Süvari Halil’in gidişini izleyen annesine Feriha’nın:
-Anne, Süvari Halil niye gelmiş? sorusuna, annesinin cevabı.
-Ben de bilmiyorum kızım, şimdi babandan öğrenirim, demek oldu. Kadın, Feriha’nın sorusunu kocasına yöneltince. Vedat Ağa fazla konuşmak istemeyen bir ses tonu ile:
-Bir kahve içmeye gelmiş! dedi. Kadın da başka bir şey soramadı.
Süvari Halil’in esas geliş sebebini öğrenemeyen, anne ve kızının içine aynı şüphe düştü: Süvari Halil kış günü, üç köy öteden at sırtında sadece bir kahve içmek için evlerine gelmiş olamazdı!
Süvari Halil’in, köye geliş sebebini kimse cesaret edip Vedat Ağa’ya soramazken; Feriko ile ilgili olduğuna da kimsenin bir şüphesi yoktu.
’’Bekleyip, görelim bakalım. Elbette zamanla işin aslını anlarız, demekten başka çareleri kalmamıştı.
Kardan kapanan yollar açıldıktan sonra kasaba pazarına inen Balcı’yı elinde bir file dolusu portakal ve asık suratla dönmüş olarak gören hanımı Gülfatma kocasının kasabadan iyi haberlerle dönmediği anladı. Balcı içeri girdikten sonra üşüyen ellerini sobanın üstünde tutup, ovuşturarak ısıtmaya çalışırken:
-Gülfatma dedi, duyduklarıma göre bizim oğlanın işi daha da sarpa saracak!
Kadın endişeyle:
-Ne duydun ki, Ne söylediler ki? diye kocasına sordu. Balcı:
-Bir arkadaşım bugün pazarda söyledi. Kahvede konuşurlarken duymuş: İdris’i kızın babasına kötülemişler. Üstelik Feriko’yu başkalarının istemeye geleceği söylentileri varmış.
-Gelin ata binmiş:’ ’Ya kısmet demiş! ’’
-Ben derim ki gelinin ata binmesini beklemeden bir şeyler yapalım.
-Ne yapalım, şimdi mi?
-Ne yapacaksak hemen yapalım derim. Keşke iş bu noktaya varmadan Necip Ağa varabilseydi. Ama kısmetten öteye yol olmuyor işte. Bu iş başa düştü. Ne yapacaksak kendimiz yapalım, gelin daha ata binmeden yapalım, ’’Ya kısmet! ’’ demeden yapalım.
-Gidip kızı isteyelim mi, şimdi mi?
-Gidip Allah’ın emri ile istemek kolay, lakin ben sonrasını düşünürüm. İçimdeki bir ses kızın babasının bu işe razı gelmeyeceğini söylüyor ama içimden başka bir ses de gecikmenin bizim aleyhimize olacağını söylüyor, Bence gidip de bir an önce isteyelim
-İdris bunu duyunca çok sevinecek!
-Sevinecek sevinmesine de, ya sonrası? Ya vermezlerse...
-O kız için İdris’im ölümlerden döndü. İdris’imden daha iyisini mi bulacaklar?
-Bulmasına bulamazlar da, verirler mi?
-Biz isteyelim niye vermesinler ki, İdris’imden daha iyisini mi bulacaklar?
-Kazın ayağı öyle değil Gülfatma, İdris’i kızın babasına çok kötü anlatmışlar!
-Çok mu kötü anlatmışlar?
-Çok kötü anlatmışlar! Ya İdris’i kötü sanıp kızı vermek istemezlerse.
-Kızı istemeye giderken İdris’i de beraber götürelim. Biz onların kızını görürken onlar da bizim oğlumuzu görsünler, bakalım ömründe böyle bir genç görmüşler mi?
-Benim de aklıma öyle geldi ama böyle damdan düşer gibi de oğlanla beraber kız istemeye gitmek, nasıl olur bilmem ki, bana kalırsa kızın babasının pek hoşuna gitmez. Onlar nişan yapılmadan önce oğlanı evlerinde görmek istemezler, ağrına gider sonra.
-Oğlan bizimle gidip bizimle beraber geri dönecek, Tanrı misafirini evlerinden kovacak değiller ya.
-İdris gelince söyle, haberi olsun. Ben şimdi Veli’nin yanına gideyim. Onları da alarak Narlıköy’e yarın beraber gidelim. Pomak Gelin’in babası Süleyman o köyde sözü dinlenecek birisi, onu da alır beraber gideriz kızın babasıgile. Allah yardımcımız olsun!
-Amin! diyen kadın İdris’e vereceği müjde ile mutlu olurken, Balcı kese kağıdına doldurduğu portakallarla komşuları Veli’nin evine gitti.
Annesi durumu İdris’e söylediğinde İdris sevincinden havalara uçtu:
-Anne, bu bir rüya mı, şaka mı yoksa?
-İdris’im böyle bir işin şakası olur mu?
-Hem de yarın gidiyoruz, öyle mi?
-Hayırlısı ile yavrum, yarın gidiyoruz!
-Yarın Feriko’yu göreceğiz, yarın Feriko’yu isteyeceğiz öyle mi?
-İnşallah oğlum, yarın görüp isteyeceğiz!
İdris umutsuzluk, hasret ve endişe yüklenmiş kalbinin bu ani sevinci taşıyamayacağından korktu. Elini kalbinin üstüne koydu, deli gibi çarpan kalbinin yarın Feriha’yı göremeden duracağından korktu. İnanamıyordu. Feriko’sunu görebilecekti, hem de yarın! İçinden defalarca dualar okudu: ’’-Allahım, Ferikomu bir kez daha görmeden benim canımı alma, dünya gözü ile Feriko’mu yarın göreyim, ondan sonra ölmeye bile razıyım! Onu bir kez daha görmeden canımı alma.’’ diyor, elini göğsünün üstünde tutuyordu. Oğlunun bu halini beğenmeyen kadın:
-Oğlum sakin ol hele... Böyle gidersen sen sabahı göremeyeceksin. Telaş yapma hele, sabah ola hayrola, diyerek İdris’i sakinleştirmeye çalışsa da; kendisi de hem heyecanlı, hem de endişeliydi. O da İdris gibi içinden dua ediyordu.
İdris o gece sevincinden doğru dürüst uyuyamadı. Eğer uyuyacak olursa uyandığında duyduklarının rüya olmasından korktu adeta. Uzun müddet çarpan kalbin heyecanına direnemeyen bedeni gece yarısından sonra yorgunluğa esir düştü. Yorgana sarılı halde yatağında oturmuş, yarının hayallerine dalmışken; sabaha karşı başının yastığa düştüğünün farkında olamadı.
Ertesi gün öğle üzeri Narlıköy’e vardılar. Balcı en önden içeri girerek Pomak Gelin’in babasını selamladı:
-Selâmünaleyküm Süleyman Ağa.
-Aleykümselâm. Hoş geldiniz, safalar getirdiniz, buyurun.
Biraz oturduktan sonra Balcı:
-Ağam gelişimizin esas sebebi odur ki: Hayırlı bir iş içindir. Vedat Ağanın kızı Feriko’yu babasından Allah’ın emriyle istemek için geldik. Önceden ağaya bir haber iletsek de, durumdan haberdar olsa.
-Vedat Ağa sizin geleceğinizden haberdar mı?
-Değil! Geleceğimizden haberi yok.
-Ya...Hayırlısı olsun ne diyelim, ben kendim gideyim. Akşama misafir olacağımızı söyleyelim.
-Akşama kalmayalım ağa, Bir an önce görüşelim durumdan haberdar olsunlar. Hanımlar bir tanışıp görüşsünler eğer uygun görürlerse inşallah birkaç gün sonra geri gelir kızı resmen isteriz. Önce bir niyetlerini anlayalım.
-Siz istirahatinize bakın, ben gidip haber vereyim.
-İnşallah hayırlı bir haberle dönersin ağa!
Süleyman Ağa, Vedat Ağa ile selamlaştıktan sonra hemen konuya girdi:
-Evine Tanrı misafiri geliyor ağa. Benden bir cevap beklemekteler. Tanrı misafirine ne cevap görüreyim? ’’ sözleri üzerine:
Vedat Ağa:
-Kimmiş bu misafir? diye sordu.
-Balcı’yı tanırsın. Balcı ve ailesi. cevabını alınca şaşırdı!
-Balcı mı? ...
-Tanrı misafirini geri çevirmek olmaz ağa, ne cevap götüreyim?
- Başımın üstünde yeri var, Tanrı misafiri geri çevrilmez, söyle buyursunlar gelsinler.
Süleyman Ağa hanımını da alarak misafirleriyle birlikte Vedat Ağa’nın evine doğru yola çıkarken, İdris evin yolunu ve evi ilk o gün gördü. Hâlâ kendisini bir rüyada hissediyordu. İnanılır gibi değildi. Asla mümkün olamayacak sandığı şeyler babasının işe el atması ile bir anda yoluna giriyordu.
Vedat Ağa misafirlerini bahçe kapısında güler yüzle karşıladı, içeri buyur etti. İdris kendini bir anda cennet köşklerinin birisinde bulduğunu sandı. ’’Allah’ım bu gördüklerim rüya olmasın!’’ diyerek içinden dua etti. İçeriye daha girdikleri anda kavrulmuş kahvenin hoş kokusu ile karşılaştılar. Anlaşılan Vedat Ağa daha misafirleri gelmeden kahveyi kavurmuş, öğütmüştü.
Halı yastık ve halı minderli divana misafirlerini buyur etti. Karşılıklı hal hatır sordular. Feriko’yu dünya gözüyle bir kez görebilmek için gözünü kırpmadan canını vereceğini bilen İdris, bir anda salona içerden açılan kapıdan Feriha’nın gelişini inanamayan gözlerle izledi. Feriha gözlerini yerden kaldırmadan Önce kendi babasının elini öptü. Böyle bir günde bunun: ’’Sen ne dersen o olur! ’’ anlamına geldiğini herkes biliyordu. Sonra yine gözlerini yerden kaldırmadan Hatice’nin babası ve annesinin elini öptü. Balcı ve hanımının ellerini öperken yukarıya kaldırdığı başı ve bakışlarını, tekrar yere indirerek sanki hiç İdris yokmuş gibi geri geri çekilerek dönüp geldiği kapıdan içeri süzüldü.
Feriko’nun yüzünü ve bakışını gören anne baba şaşkındı. İkisinin de içini aynı anda aynı duygu kapladı, ve aynı duayı içinden geçirdi: ’’Allah’ım sen bize yardım et!’’ İdris, içinden Feriha’nın kendisini görmemezlikten geldiğine şükretti. O anda ne yapması gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini bilemeyecek haldeydi.
Süleyman Ağa, tedirgin ortamı yumuşatmak ve konuyu açmak için Balcı’ya döndü:
-Oğlana güzel bir isim vermişsin. dedi. İdris, Hazreti İdris Aleyhisselamın ismi. Peygamber ismi. Hazreti İdris Aleyhisselam hâlâ cennette! Kimsenin bir şey anlamadığını görünce, Hazreti İdris’in kıssası özetleyip, sözlerini? Ya işte, Cennet öyle bir yer... diyerek tamamladı.
Süleyman Ağa’nın anlattıklarından sonra, uzun süren bir sessizlik oldu. Elinde kahve tepsisi ile içeri süzülen Feriha’dan gözlerini ayıramayan İdris içinden ’’Allah’ım sana şükürler olsun. Ben daha Dünya’dayken şu anda, Cennet’teyim sanki.’’ dedi.
Feriha kahveleri dağıttıktan sonra geri çekilerek geldiği kapının yanında elinde kahve tepsisi ile misafirler kahvelerini içinceye kadar ayakta bekledi. Balcı ve hanımı arada bir Feriha’ya göz atarak kahvelerini içerken, İdris’in büyülenmiş gibi gözlerini Feriha’dan ayıramadığını gören annesi, oğlunu dirseği ile dürterek, gözleriyle elindeki kahve fincanını ve kahvesini içmesini işaret etti. İdris kuruyan dili damağı ile kahvesini zar zor içmeye çalıştı. Feriha kahve fincanlarını toplayıp geri çekildikten sonra bir daha görünmedi.
İdris içinden ’’Yemin ederim Feriko’m, canım pahasına da olsa seni kimseye vermem! ’’ diyordu.
Kahvelerin içilmesinden sonra Süleyman Ağa, Vedat Ağa’ya döndü:
-Ağa geliş sebebimizi sormayacak mısın? Bizim bir maruzatımız vardır!
-Hayır olsun Ağalar buyurun derdinizi söyleyin.
Süleyman Ağa, Balcı’ya dönerek:
-Buyur ağa, kendi derdini kendin daha iyi anlatırsın. diyerek sözü Balcı’ya verdi. Balcı, Vedat ağaya dönerek sakın bir ses tonu ile geliş sebeplerini anlatmaya başladı.
-Vedat Ağa seni eskiden beri tanırım. Ne yiğit olduğunu bilirim. Biz şu an Tanrı misafiri olarak evindeyiz. Hanımlar bir birleriyle tanısınlar kaynaşsınlar diye sana misafiriz. Ricamız odur ki düşünüp taşınıp sonra bize bir haber iletesiniz. Biz Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kızın Feriha’yı oğlum İdris için istemeye geleceğiz. Benim oğlumu yanımda getirmemi belki de hoş karşılamadınız. Ancak oğlumun bir kusuru olmadığını kendi gözlerinizle göresiniz diye yanımda getirdim. Tabi ki hayır işinin acele gelmeyeceği gibi uzatmaya da gelmeyeceğini bilirim. Ailece düşünüp müsait bir zamanda bize bir haber gönderirseniz, Sizin dilediğiniz bir gün inşallah tekrar gelerek Feriha’yı Allah’ın emri ile isteriz. Bize o zaman bir cevap verirsiniz, Allah ne yazdıysa öyle olur. Bize müsait bir zamanda bir haber gönderin derim.
Balcı’nın konuştuklarını sakin bir şekilde dinleyen Vedat Ağa söze başlarken her kes nefesini tutarak dinledi:
-Ağa evime Tanrı misafiri olarak geldiniz. Başımın üzerinde yeriniz var hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Haneme şeref verdiniz. Bir kızı bin kişi ister istemesine de; bir kişi alır. Nasip kime gülerse, kimin kısmeti ise o alır. Dediğin gibi Allah nasıl yazdıysa öyle olur... Ancak ben, Feriha’nın sözünü Süvari Halil’e verdim! ...
Vedat Ağa’nın son cümlesiyle, Feriha’yı istemeye gelenlerle birlikte; babasının cevabını kapının gerisinde heyecanla ve nefesini tutarak dinleyen Feriha ve annesi de donup kaldılar! ...
Uzun süren sessizliği Vedat Ağa kendisi bozdu:
-Kızım Feriko’nun sözü Süvari Halil’in oğluna verilmiştir. Kızım sözlüdür, Bu herkes tarafından böyle biline! ...
Vedat Ağa’nın sözleriyle donup kalanlardan kendisini ilk toparlayan Balcı oldu. Süvari Halil adını duyunca hiçbir şansının kalmadığını anlayarak, Hanımı Gülfatma’yı kolundan tutarak ayağa kaldırdı. İdris’in de dünyası bir anda başına yıkılmıştı. Annesi de oğlunun koluna girerek kaldırdı. Balcı:
-Allahaısmarladık ağa durumun bu mertebede olduğunu bilmiyorduk, diyerek kapıya göneldiler. Hatice’nin babası ve annesi de onları takip etti. Vedat ağa onları uğurlarken:
-Selametle kardeşim, güle güle... dedi.
Kapının arkasında donup kalan Feriha ile annesi, misafirlerini uğurlayamadılar bile!
Eve dönünceye kadar yolda kimsenin ağzını bıçak açmadı. Balcı ve Süleyman Ağa bu işin daha başlamadan bittiğini düşünürken, annesi ve İdris onlarla aynı düşüncede değildi. Feriha elini öptüğü andan itibaren kıza kanı kaynayan anne, Vedat Ağa konuşmaya başladığı ana kadar içinden hep dua etmişti. Feriha’nın babasının söyledikleri ile sadece bedeni değil bir anda aklı da donmuştu. Döndüklerinde Pomak Gelin kendisine bir bardak su içirdikten sonra yavaş yavaş kafasını toparlamaya çalıştı. Süvari Halil’in adı bile, Balcı ve Süleyman Ağa’nın, bu işin bir adım bile bundan daha öteye gidemeyeceğini anlamalarına yetmişti. İkisi de bundan sonra İdris’in başına bir bela gelmemesi için ne yapılabilir? bunu düşünüyordu. Vedat Ağa ve Süvari Halil’in hışmını göze almak, aklı başında olan hiç kimsenin cesaret edebileceği iş değildi!
Köylerine dönünceye kadar, Feriha işinin bittiğini gören Balcı, oğlu bu üzüntüyü nasıl atlatabilir onu düşünüyordu. Gülfatma ise bir anda umutları yok edilen İdris’in aklını bozmasından korkuyordu. Annelik duygusu ve Vedat Ağa’nın hayal ettikleri dünyayı bir anda başlarına yıkan sözlerine isyanla söylediği:
-Bu iş daha bitmedi! ... Gelin ata binmişte ’’Ya kısmet! ’’ demişler. Görelim bakalım kimin kısmeti imiş? Allah’tan daha mı iyi bilecekler. O kız benim elimi öptü bir kere... Görelim bakalım kimin kısmeti imiş? İdris’imden daha iyisini mi bulacaklar? O kız bir kere benim elimi öptü... Allah’tan umut kesilir mi? şeklindeki sözlerini; Balcı, İdris’in bir delilik etmesi yönünde cesaretlendirici bularak endişelenirken, İdris, annesine karşı içinden tarifsiz bir minnet duydu. Kadının o anda isyanla söylediği bu sözler, İdris’e suda boğulmak üzere olan kaza zadeye uzatılan, hayat kurtarıcı bir dal gibi gelmişti.
Feriha annesinden Balcı ve ailesinin misafir geleceklerini haberini aldığında, merakla pencereden yolu gözetlemeye başlamıştı. Gelenler bahçe kapısından içeri girinceye kadar İdris’i izlerken: ’’İyi ki hediyesini kabul etmişim! ’’ diye düşünmüştü. O güne kadar el öperken gözlerini yerden kaldırmayan Feriha, Balcı ve hanımın ellerini öperken gözlerini yerden kaldırmış kendini tutamamıştı. İdris’i de kapı aralığından gizlice süzerken keni kendine ’’Ben aşık olmuşum benim kendimden haberim yokmuş! ’’ demişti. Babasının son sözlerine kadar her şey o kadar güzel gitmişken, Süvari Halil’in oğluna babasının söz verdiğini duyduğu anda yüzü kireç gibi bembeyaz olmuş, o da annesi gibi kapı arkasında put kesilmişti.
Annesi kendisini toparlayıp da:
-Dur bakalım kızım, belki de baban seni vermemek için öyle demiştir! dediğinde:
-Anne keşke bugün olanlar bir rüya olsa! Anne şimdi babam benim sözümü vermiş mi olmuş? İdris artık beni bir daha istetemez mi?
-Dur bakalım Feriko’m, daha her şey olmuş bitmiş değil!
-Anne İdris’in annesi babası bize bir daha gelemezler mi?
-Üzülme nur damlası! üzülme, babanla bir konuşayım hele niye onlara öyle söyledi, anlarız. Belki de İdris’i yanlarında getirdiler diye baban kızmıştır!
-Babam İdris’i yanlarında getirdiler diye mi kızmıştır?
-Başka neye kızacak ona kızmıştır. Hem Süvari Halil daha seni istemeye gelmedi bile. O gün gelsin hele, gün doğmadan neler doğar!
Ertesi gün öğleden sonra lapa lapa yağmaya başlayan kar tanelerini Feriha akşama kadar pencereden seyretti. Ne kadar yumuşak düşüyorlardı yere... Başka bir zaman olsa Feriha’yı bu havada içerde tutmaya kimin gücü yeterdi? Ne yere tüy gibi yumuşak inen iri kar tanelerin çekiciliği ne de üzerinde yürürken ayak altında kütürdeyen yumuşak karın daveti Feriha’yı dışarı çıkaramadı. Sabaha kadar aralıksız yağan karın bahçe duvarına kadar yükseldiğini gören Feriha içinde gizli bir sevinç duydu. Bu havada Süvari Halil kendisini istemeye gelemezdi. Yağan ilk büyük kar henüz yerden kalmadan üzerine düşen, karakışın bu ikinci büyük karından sonra yaşlıların ’’Biz bu güne kadar böyle bir kara kış görmedik! ’’ dedikleri dondurucu soğuklar başladı.
Kimsenin mecbur kalmadıkça dışarıya çıkmaya cesaret edemediği günleri Feriha hep pencerenin önünde düşünerek geçirdi. İdris ne haldeydi acaba? O da kendisi kadar üzülmüş müydü? Bundan sonrası ne olacaktı? Süvari Halil’in adı kendisine ne kadar ürkütücü geliyordu. İdris’in anne ve babasını düşündü. Henüz doğru dürüst tanıyamadan, ne kadar da çok sevmişti onları. Kendisini tutamayarak bakışlarını yerden kaldırdığında; Balcı ve hanımının, sevgi dolu, huzur verici bakışları zihninde yer edinse de, babasının beklenmedik sözleriyle her şey değişmişti. Umutsuzluğun uğursuz eli, bütün evde dolaşıp duruyordu. Gözlerini odanın içinde gezdirdi. Karamsarlığın tütsüsü evde her yere ve her şeye sinmişti. Annesi her ne kadar teselli vermeye çalışsa, Babasının verdiği sözden asla dönmeyeceğini çok iyi biliyordu.
Gözleri, duvara gömülü olan dolaba takılınca, İdris’in kendisine gönderdiği, kitap arasında sakladığı kızıl gül geldi aklına. Dolabı açarak içinde gül sakladığı kitabı çıkardı. Açtığında:
-Sen de mi benim gibi ağladın gül, sen de mi benim gibi ağladın? diye sordu:
Sakladığı gülden, Arzu ile Kamber kitabının sayfalarından, Kamber’in Arzu’ya sevdasını dile getirirken türküyle söylediği:
’’Arzumun gözleri karadır kara,
Açar her bakışta kalbimde yara...’’
Mısralarına doğru gülden bir sızıntı sayfada uçuk bir leke oluşturmuştu. Daha önce baktığında bu sızıntıyı görmediğini düşünerek gözleri dolu dolu:
-Babam: ’’Ben, Feriha’nın sözünü Süvari Halil’e verdim! ’’ dediği anda mı ağladın gül? Başka zaman olamaz, sen o zaman ağladın. Baktın ki ben donup kaldım ağlayamadım diye, benim yerime sen ağladın değil mi gül? diye kuruyan gül ile konuşurken annesi koluna yapıştı:
-O kitapları okuya okuya sen de onlar gibi olursun! Koy kitabını yerine de gel bir şeyler ye, böyle giderse açlıktan öleceksin!
-Yiyemeyeceğim mayko, boğazımdan geçmez!
-Ben buraya bırakıyorum, biraz sonra yersin! diyerek yemek tepsisini yere bırakarak dışarı çıktı. ’’Birkaç gün üzerine fazla gitmemekte fayda var’’ diye düşünüyordu.
Birkaç saat sonra annesi Feriha’nın odasından gelen içli bir sesle kapıya kulağını dayadı, duyduklarına inanamadı: Feriha türkü yakıyordu. Ağıt gibi insanı içten ürperten bir türkü:
Günler geceler uykusuz
Yâr beklerim aç ve susuz
Gönlümdeki harlı ateş
Su ile sönmez kuşkusuz
Kara kışa teslim sene
Rüzgârı esen esene
Yarim dilin niye suskun
’’Vermem kimseye!’’ desene
...
Feriha içli bir sesle kendi üzerine türkü yakıyordu. Ne yapacağını bilmez halde kulağını kapıya dayayıp kendisini dinleyen annesinden habersiz, arada bir olup bitenleri düşünüyor; babasının annesinden bile habersiz Süvari Halil’e sözünü vermiş olmasına akıl erdiremiyordu. Yaşlıların ’’Bu seneki gibi karakış görmedik! ’’ dedikleri zemheri ayının rüzgârından daha soğuk bir rüzgar; Süvari Halil rüzgârı esmişti bahtına. Üstelik bu rüzgârdan kendisinin, İdris’e kavuşmasının şansını elinden aldıktan sonra haberi oluyordu. Kapı aralığından gizlice seyrederken babasının son sözleri üzerine bir anda değişen İdris’in yüzündeki şaşkınlık ifadesi gözlerinin önünden bir türlü gitmiyordu. İdris o an bir şeyler söylemek ister gibi ağzını açmış ancak hiçbir şey diyemeden ağzı açık kalmıştı. O anda ’’Feriko’yu kimseye Vermem! ’’ diyemez miydi?
Kendisinin de sesi çıkamamıştı. Kimsenin sesi çıkamamıştı. Kendisine ’’Nur damlası’’ diyen annesinin bile sesi çıkmamıştı. Bu nasıl kaderdi? Kendisini mi sınıyordu. Bu nasıl bir kaderdi ki, sevdiğini farkında olmadan sevmişti. Nasıl bir kaderdi ki İdris’ten başkasını sevemeyeceğini anladığı anda İdris’ini kaybediyordu. İdris, kendisini onu sevdiği kadar sevmiş miydi acaba? Bu nasıl bir kara bahttı böyle?
-N’olursun duy sesimi İdris, n’olursun duy sesimi! dedi. Ben senin sesini şimdiye kadar bir defa duyamadım ama sen bu sesimi duy. Rüyana gireyim, rüyanda işit. Yer işitsin, gök işitsin, Mevlâm işitsin, Söylüyorum işte: Senden başka kimse ama hiç kimse bana sahip olamaz. Hiç kimse... Kurban olayım sana çatık kaşlım, n’olur benden başkasını sevme! Kimseye bırakma beni ellere bırakma. Bırakırsan adım dudaklarına haram olsun, adımı hiç anma o zaman.
Bu kadar mı zordu sevda... Seven herkes kendisinin hissettiklerini, hissediyor muydu acaba? Sevda herkesle aynı dili mi konuşurdu, bilemiyordu. Her şey kızıl gül hediyesini alması ile başlamıştı. Sonunda ayrılık olacağına, kızıl gül kendi dalında solsaydı daha iyi olmaz mıydı? diye düşündü.
Annesinin de elinden hiç bir şey gelmiyordu. o da kendisi gibi çaresizdi. Sevdiği dururken hiç tanımadığı birisine gelin gitmek düşüncesiyle dehşete düşüyordu. Sevdiğine verilmediği günleri görmektense, hiç doğmamış olmayı isterdi.
Feriko’sunun içli sesiyle kalbi sızlayan annenin, gözyaşları arasında kendi kendine kısık sesle söylediği: ’’Allah’a güç gitmesin söylediklerim Feriko’m, böyle olacağını bilseydim. Senin böyle üzüleceğini bilseydim; Sen daha karnımdayken seninle beraber asardım kendimi! seninle birlikte... ’’ sözlerini, kendi türküsüne kendisi ağlayan Feriha duyamadı. Feriko türküsünü kestikten sonra annesi yanına vardı:
-Feriko’m dedi. Hâlâ yemeğini yememişsin! Kendine acımıyorsan seni seven annene acı! Bir kaç lokma bir şeyler yesen?
-Dedim ya anne boğazımdan geçmez. Belki İdris de şu ana kadar hiç yememiş, içmemiştir.
-İdris’i bu kadar seveceğin aklıma gelmemişti kızım. Bu kadarını da düşünememiştim.
-Düşünsen ne olur anne? Babam benim sözümü vermiş bir kere... Sanki ben bundan sonra babamın sözünden dönmeyeceğini bilmiyor muyum? Sen de biliyorsun bunu.
Annesi dışarıdaki lekesiz kar örtüsüne bakarak: Sen böyle bir kar görsen içeride duramazdın baksana şu karlara nasıl da bembeyaz. Gelinlik gibi...
-Kefen de bembeyaz oluyor anne!
Annesi bir anda çığlık attı:
-Feriko’m! ... O nasıl söz öyle?
-Başka yolu var mı anne? kızının son sözlerinden aklı bir anda başından giden kadın farkında olmayarak:
-Kim bilir belki de kefene de gelinliğe de gerek kalmaz; bakarsın İdris seni tekrar kaçırmaya gelir! deyiverdi.
-Anne sen ne dedin, ne dedin? ...
-Söylediğimi duyarsa baban beni öldürür kızım ben bir şey demedim. Sen de bir şey duymadın!
-Anne İdris beni kaçırmaya mı geldi? Ne zaman... Ne oldu...Ölmemi istemiyorsan anlat! Anlat diyorum! İdris beni kaçırmaya mı geldi? Bir anda farkında olmadan ağzından kaçırdığı sırrı Feriha’ya anlatmaktan başka çare yoktu. Söz ver kızım: Sana söylediğimi baban hiçbir zaman bilmeyecek!
-Anne söz veriyorum bilmeyecek!
-Sen bilirsin kızım, benim ağzımdan kaçırdığım gibi sen de ağzından kaçırırsan, annesiz kalırsın... İdris Seni kaçırmak için köye gelmiş.
-İdris beni kaçırmak için köye mi gelmiş?
-Sana bir mektup yazmış, seninle gizli konuşmak için belki de daha o gün seni kaçıracakmış...
-Bana mektup mu yazmış, beni kaçıracak mıymış?
-Mektup sana gelmeden Belalı’nın eline geçmiş...
-Belalının eline mi geçmiş?
-Kes sesini de sadece anlattıklarımı dinle sözlerimi tekrarlayıp durma.
-Tamam anne sonra...
-Sonra Belalı kendisi sen yazmışsın gibi, senin ağzından bir cevap yazmış. İdrisi Tepenin ardındaki kulübeye çağırmış. İdris senin geleceğini sanarak seni kulübede beklerken Belalı uğursuz arkadaşlarıyla beraber baskın vermiş. Balıktan dönen gümeciler bulmuş İdris’i...
-Çok dövmüşler mi, kimse kurtaramamış mı İdris’imi?
-Sonra muhtar almış kasabadaki doktora götürmüş, ondan sonra da götürüp babasına teslim etmiş. Bunu senden başka köyde herkes biliyordu. Baban yasak koymasaydı benden öğrenmesen bile arkadaşlarından duyardın.
-İdris ne zaman gelmiş peki?
-Süvari Halil gelmeden birkaç hafta daha önce...
-Sen bunu benden niye sakladın peki?
-Senin İdris’i sevdiğini bilmiyordum, baban da yasak koymuştu. Feriha’nın duydukları ile yüzü bir anda aydınlanmıştı. O günden beri ilk kez gülerek
-Anne İdris beni tekrar kaçırmaya gelecek, ben de kaçıp giderim o zaman!
-Gün doğmadan neler doğar kızım. Daha seni verdiğimiz yok. Nişanlı bile değilsin.
Annesinin son sözleri ile Feriha üzerine çöken umutsuzluk dağlarının yükünden kurtulduğunu hissetti. Kadın:
-Aç değil misin sen, bir şey yemeyecek misin? sözlerine Feriha’nın cevabı:
-Hem açım hem susuzum, hem de uykusuz... Yemekten sonra yatacağım anne, rüyamda İdris’imi göreceğime eminim. Ben uyuduktan sonra kendim kalkmadan beni uyandırma anne, rüyam yarım kalmasın, olur mu! demek oldu.
Bir sabah Gülfatma oğlu İdris’in yüzünde bambaşka bir mutluluk ile uyandığını gördü.
-Hayra ola İdris’im, Feriko’yu mu gördün rüyanda? diye sordu.
İdris:
-Gördüm ana Feriko’mu rüyamda gördüm. Hem uyumadan önce de çok düşündüm.
-Ne düşündün?
-Bu işin iyilikle olur tarafı yok. Feriko’yu başkası ile evlendirdiklerinde ben öldüm demektir. Ben de ölmeden ne yapacağımı düşündüm.
-Feriko’yu mu kaçıracaksın?
-Feriko kabul ederse kaçırdım bil. Hem bu sefer öyle tuzağa düşecek kadar aptalca davranmayacağım.
-Nasıl yani?
-Bize askerde öğrettiler bir savaşta en emin sığınak bir top mermisinin açtığı çukurdur diye. Aynı yere ikinci bir merminin isabet edildiği görülmemiştir. Ben o tuzağa bir defa düştüm aklım başıma geldi. Beni ikinci kez kimse tuzağa düşüremez. Sabırsızlığımın kurbanı oldum. Aşk gözümü kör etmişti akılsız davrandım. Ama bu sefer başka...
-Benim oğlum neler de bilirmiş böyle, ağzına kurban olayım senin.
-Sen üzülme anne. Değil mi ki o kızı gelin istiyorsun sana gelini getireceğim. Bundan sonrası bana ve Feriko’ya kalmış. Gelmek isterse bu iş olur. İyice düşündüm. Beni kimse bundan sonra tuzağa düşüremez şimdi korkma sırası onların. Onlar eşkıya ise ben de eşkıya celladı olurum.
-İdris’im bu ne demek?
-Şu demek: Akıllı ve sabırlı olmak demek. Ben artık eski zavallı İdris değilim. Hepiniz elinizden geleni yaptınız. Bu işin böyle olamayacağını hepimiz gördük. Bu büyük kar yerden kalkmaya başlasın, baharı bile beklemeden ben Feriko’yu kaçırmaya giderim. Yeter ki Feriko gönlü ile gelmek istesin.
-Gelir oğlum, o kız elimi öptü bir kere! ... Ben daha o an kızın seni sevdiğini anladım. Kendi gönlü ile gelir.
-İnşallah anne kendi gönlü ile gelir, ben Feriko’yu sürükleyerek kaçırmaya kıyamam!
-Peki Feriko’nun senden nasıl haberi olacak, onlar bundan sonra oralarda kuş uçurtmazlar. Kiminle mektup gönderirsin? İlk mektubun gibi olmasın sonra.
-Mektup olmaz. Bu, mektubu götüreni de tehlikeye atar. Sözle haber gidecek, hemen cevabını o anda alıp gelecek, Feriko kabul ederse almaya gideceğim. Haberi götürecek kişiyi buldum. Yapamazsa kendisinin buradaki işi olmaz. Kendi işinin olmasını istiyorsa o da bana yardım edecek, benim için sadece Feriko’ya bir haber iletecek...
-Oğlum güzel düşünmüşsün de giden haberin senden olduğuna Feriko nasıl inanacak?
-Feriko’la konuşacak kişi Feriko’ya şöyle diyecek: ’’Sen kime, iki yaprağı yeşil, dalı kahverengi, kırmızı gül işleyip mendil gönderdiysen, beni sana o kişi gönderdi. Sen de razı gelirsen seni kaçırmak istiyor. Gününü saatini ve yerini sen belirle, atlı olarak seni almaya gelecek.
-Peki oğlum ya yakalanırsan? Bunu da düşündün mü, o zaman ne olacak.
-Yakalanmamak için tabancayla gideceğim. Benim kimseyi vurmak gibi bir niyetim olmadığı için sadece kuru sıkı mermilerim olacak. Ben bir iki el havaya ateş ettikten sonra tabancayı onlara dorultup’’Yaklaşanı vururum! ’’ dedim mi kimse cesaret edemez.
-Oğlum yine de çok tehlikeli
-Tek yolu bu anne. Senin aklına daha güzel bir şey geliyorsa söyle!
-Oğlum benim aklıma bu kadarı da gelmezdi. Bir de babanla konuşalım o daha iyi bilir.
-Babamla hiç konuşmayalım! O böyle bir şey olursa sonu hiç güzel olmaz diye daha baştan karşı çıkıyor. Ona kalırsa bu iş bitmiş! Biz başka işe bakmalıymışız.
Gülfatma, başka bir çarenin kalmadığını bilmesi ve İdris’in her şeyi kendince düşünmüş olmasına rağmen yine de korkuyordu. Bu işin hayırlı neticelenmesi, ’’Gelinim! ’’ dediği Feriko’ya kavuşması için dua etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu.
Vedat Ağa, İdris işini son sözleri ile bitirmiş olduğundan eminken; her iki anne de İdris’in Feriha’yı kaçırmak isteyeceğinden emindi. Sadece zamanını ve sonrasında neler yaşanacağını bilmiyor, bir taraftan da endişeleniyorlardı.
İçlerinde en endişeli olanı Balcı’ydı, Feriha’nın İdris’e uyarak beraber kaçmaları durumunda, Vedat Ağa ve Süvari Halil’in; kaçanları, dünyanın öbür ucuna da gitseler, yılanın deliğine de girseler eninde sonunda onları bulup öldüreceklerini biliyordu. Emin olduğu şey ise: Hangisi diğerinden daha önce bulursa ikisinin işini ötekine bırakmadan anında kendisi bitirirdi! ... Üstelik Vedat Ağa ve Süvari Halil korkusundan, kaçtıklarında Feriha ve İdris civar köylerde hiç kimseden herhangi bir yardım da göremezlerdi!
Ne İdris’in Feriha’yı kaçırma hayali, ne de Balcının endişesi gerçekleşmedi. Süvari Halil’in elini tez tutarak işini şansa bırakmadı.
Ayak basılmamış bembeyaz karların üzerini parlak bir güneşin aydınlattığı gün öğleden sonra, evde hayallere dalmış olan Feriha bir duyduğu at kişnemesi ile irkildi. Süvari Halil, hanımı ve çiftlik kahyası ile beraber gelmişti. Pencereye koştuğunda; Kuyruğu bağlanmış burnundan buhar fışkıran siyah bir atın üzerinden hanımını indirmeye çalışan Süvari Halil çarptı gözüne. Kadının elindeki iri bir bohçayı gören Feriha kendisini istemeye geldiklerini anladı. Son yağan büyük karın üzerinden henüz bir kaç gün henüz geçmişti. Her tarafı dize kadar kaplayan, Feriha’nın geçit vermez diye düşündüğü bu beyaz örtüyü; etraf köylerdeki her vadi ve her tepeyi adı gibi bilen Süvari Halil en önde, gerisinde hanımı ve kahyası ile at sırtında yarım günde aşarak gelmişlerdi.
Feriha’nın annesi böyle bir günde gelenlere hiç şaşırmayan kocasının, durumdan daha önceden haberdar olduğuna hiç kuşku duymadı. Her şeyin Vedat Ağa ile Süvari Halil arasında daha önceden kararlaştırılmış olduğuna şüphe yoktu. Sadece ne zaman ve nerede konuşup karara bağlamışlardı, işte bunu bilemiyordu..
Süvari Halil ve hanımı içeriye girerken kahya atlarla ilgilendi. Gelenlerin, durmadan gözlerini kırpıştırmalarına ve gözlerinden yaş süzülmesine Feriha’nın annesi bir anlam veremezken; durumu anlayan Vedat Ağa, Süvari Halil’e dönerek sordu:
-Çok batma yapıyor mu? diye sordu.
-Bilirsin kar yanığı zordur, birkaç günde zor geçer. Göz yaşarması olmasa batmasına katlanacağız.
Karlara vuran parlak güneş ışığı yansıması her üçünün de gözlerinde kar yanığına sebep olmuştu. Gözlerindeki batmayı içlerinden en çok hisseden de kadın olmuştu.
Süvari Halil yanında oturan hanıma sordu:
-Sen ne haldesin Atike hatun?
-Yüzlerce iğne ucu gözlerime batıyor gibi oluyor, Gözlerimin yaşarması dinmiyor.
-Bu gece çok zahmet çekeriz, birkaç gün sonra hafiflemeye başlar, diyerek hanımının gözlerinin akına baktı. Kadının göz akları çoktan kızarmaya başlamıştı.
Öbür odada annesi Feriha’ya yalvarıyordu:
-Nur damlası, yapma! Bizi rezil etme Ferikom. Misafirlerin elini öp. Daha bir şey konuşulmadı ki! Dur hele, bakalım ne konuşacaklar. Babam senden değil benden bilir. Gelen misafirlerin elini öp. Haydi Ferikom...
-Tamam. Senin dediğin gibi olsun. Öpeceğim!
Her zaman gözlerini yerden kaldırmadan el öpen Feriha, dimdik başıyla, memnuniyetsizliğini gizleyemeyen donuk bakışlarıyla içeri girdi. Süvari Süvari Halil’in elini telaşsız bir şekilde öper gibi yaptı. Kısa bir süre adamın yüzünde bakışlarını gezdirdi. Adamın gözlerindeki ıslaklık hâlâ geçmemişti. Hiç de ürkütücü bir adam benzemiyordu, aksine sempatik bile görünüyordu. Sonra kadının elini de öper gibi önce çenesine değdirip alnına götürdü. Sısa bir an için kadını süzerken kendisini zor tuttu. Kadının gözlerinden yaş taşıyordu. kiprikleri birbirine yapışmış, gözlerin beyazı, burnunun ucu kıpkırmızı görünüyordu.
Babasının elini öpmeden, eliyle ağzını kapatarak odasına döndü. Kendini zor içeri atmıştı. Elini ağzına kapatıyor gülmemek için büyük çaba harcadıkça, kadının sık sık silmekten kızarmış burnu gözlerinin önünen gitmiyor, kendini tutamıyordu.
İçerdekiler bile Feriha’nn gülmekte olduğunu işittiler ancak bir anlam veremediler. Annesi de bir şey anlamamıştı. Feriha’ya sordu.
-Kız sussana, vay başımıza gelenler, ne oldu kız sana böyle?
-Anne kadının burnu... gülmekten anlatamıyordu.
-Ne olmuş kızım kadının burnuna?
-Pancar olmuş, Pancar...
Annesi:
-Tövbe, tövbe! ... Ben senin zaten zırdeli olduğunu hep söylerim.
Aslında, olağan şartlarda böyle bir duruma Feriha gülmez, üzülürdü. Ancak, kadının elindeki bohçayı gördüğü andan beri ruhuna çöken üzüntüyü; bedeninin, neşe ile dengeleme oyunuydu bu.
Atike hanım, tavırlarından ziyade, Feriha’nın güzelliğine şaşırmıştı. Gördüğü yüzün güzelliğine inanamadı. ’’Ne kadar güzel bir kız! ’’ anlamında kocasının gözlerine baktı. Süvari Halil, Atike hanımın bakışı ile neyi ima etmek istediğini anladı. ’’Ben sana dememiş miydim? ’’ der gibi başını salladı.
Ünzile Hanım, aceleyle büyük bir demlikle çay demleyerek misafirlerine sofra kurdu. Tulum peyniri, süzme yoğurt, zeytin, haşlanmış yumurta, tereyağı ve bal ile hazırladığı sofrada, Vedat Ağa da misafirleri ile birlikte kahvaltı yaptı. Son çaylarını yudumladıktan sonra, kahya atların bakımı için izin isteyip dışarı çıktıktan sonra, artık zamanın geldiğini düşünen Atike Hanım, Feriha’nın annesine dönerek:
-Ünzile kardeş, sizden habersiz hazırladık, kusurumuza bakmayın, bohçayı getirdik! dedi. Ferihanın annesi memnun kalmadığını belirten bir yüz ifadesi ile hiçbir şey söylemeden kocasının yüzüne baktı. Vedat Ağa:
-Kızımı Allah’ın emri ile verdim size. Bohça sizin bohçanız, ne yaparsanız kendi gelininize yapacaksınız. Şanınıza nasıl layık gördüyseniz bizim için öyle makbuldür. Hayırlısı olsun! deyince Feriha’nın annesi yerinden kalkarak aceyle kızının yanına vardı. Yüzü kül gibi olan Feriha acı bir sesle:
-Anne babam beni verdi ya! dedi.
-Verdi kızım, Vermiş! Şimdi değil evvelden vermiş seni. Baksana hiçbir şey konuşmadan verdi.
-Mayko...
-Ferikom, yavrum...
-Şimdi n’olacak mayko, şimdi n’olacak?
-Ben de bilmiyorum n’olacağını, şunların yanına varayım hele, bakalım ne bundan sonra ne yapmayı düşünüyorlar, sen gel şöyle otur ayakta kalma düşeceksin! diyerek Feriha’yı divana oturtmak isterken Feriha uzanıverdi. Ne bağırabildi, ne ağlayabildi. Annesi ayaklarını da kaldırıp divana uzattıktan sonra dünürcülerin yanına döndü.
Hanımının, kendisine ısrarla baktığını hisseden kocası Vedat Ağa, başını o tarafa hiç çevirmedi. Süvari Halil, Atike hanıma dönerek:
-Hatun kendi yapacağınız işleri de bize bıraktınız, siz aranızda konuşun kararlaştırın dedi. Feriha ve annesinin tavırlarından içerdeki soğuk havayı sezen kadın:
-Beylerimiz dururken, biz kadınlara söz düşmez, sizler elbette bizlerden daha iyi bilirsiniz. Sizler nasıl münasip görürseniz biz de öyle münasip görürüz! deyince; Feriha’nın annesi, kendi yerine de konuşan kadına karşı ilk nefretini hissetti, Hiçbir şey demeden tekrar Feriha’nın yanına döndü. Feriha bıraktığı gibi duruyordu. Gözleri açık konuşmadan hiç hareket etmeden tavandaki sabit bir noktaya doğru bakıyordu.
-Ferikom? ...Nur damlası! .. diyerek kolundan tutup kızını sarstı. Feriha’dan hiçbir ses seda çıkmadı. Feriha’nın odası ike salon arasında dokuduğu mekiğin sonuna gelmişti. Salona tekrar döndüğünde, Süvari Halil ile kocasının konuşmalarının sonuna yetişti, Süvari Halil:
-Allah, sonunu hayra getirsin Vedat Ağa, sözünün eri olduğunu gördüm. Zaten evvelden de biliyordum.
-Ben de senin sözünün eri olduğunu biliyorum Halil Ağa. Ne kadar iyi bir insan olduğunu bilmesem oğlunu görmeden Feriko’mu vermezdim Bunu sen de benim kadar iyi biliyorsun. Aslında bir şeyi daha biliyorsun: Ben Feriko’mu senin oğluna, asla incitmezsiniz diye verdim. dediği anda Süvari Halil Vedat Ağanın ne demek istediğini, üstü örtülü tehdidi anında anlamıştı:
-Sen de bizim, Feriko’yu asla incitmeyeceğimizi bil! Senin olmadığın yerde onun babası benim!
-Hayırlısı olsun!
-Hayırlısı olsun. Üç gün sonra cuma günü, kına gecenizi hayırlısı ile yaparsınız! Ertesi sabah Allah’ın izini ile gelinimizi almaya geliriz! Diyerek ayağa kalktı. İki Ağa birbirine sarılıp helalleştiler. Süvari Halil’in dışarıya seslendi:
-Kahya, atları hazırla! Kahyanın sesi duyuldu:
Ağam Senin atın suyunu içmedi, biliyorsun...
-Buraya getir, ben içiririm!
Kahya ağanın atını getirdiği anda Vedat Ağa da bir elinde su kovası bir elinde sıcak su dolu ibrikle birlikte geliyordu. Ağa önce su kovasını parmağı ile karıştırdı. Çok az bir sıcak su ilave etti. Süvari Halil’in ıslığı ile birlikte at suyu yudumlamaya başladı.
Islığın sesini duyan Feriha: ’’Gidiyorlar dedi. Feriko’nun başını bağladılar, gidiyorlar! Yetiş İdrisim, yetiş! diyerek acı bir sesle hıçkırdı.
Üç atlı geldikleri izleri takip ederek geri dönerken, Vedat Ağa da köy kahvesisin yolunu tuttu. Üç atlının evden ayrılışını meraklı gözlerle süzen en yakın komşu kadın merakını yenemeyerek eve damladı. Feriha’nın ortalıkta olmadığını görünce gözlerini merakla yerde açılmamış bohçaya dikti:
-Ne oldu komşum, bu bohça da nesi? diye sordu.
-Babası Feriko’yu vedi!
-Verdi mi, kime?
-Karaçam köyüne, Süvari Halil’in oğlu Şahin’e verdi.
-Siz Feriko’yu Karaçam’a mı verdiniz?
-Babası verdi!
-Nişan ne zaman?
-Nişanı da düğünü de bir kararlaştırdılar! Bu cuma gecesi kınası olacak. hepsi bu!
Komşu kadın şaşkındı:
-Ünzile kardeş bu nasıl iş? Yangından mal mı kaçırıyorlar, Tövbe, tövbe... Üç gün sonra cuma ya!
Komşu kadın, hırsından ne yapacağını bilmez haldeki annenin yanından ayrıldıktan sonra, kendisine en yakın komşuya dize kadar karların içine bata çıka telaşla Feriha’nın verildiği haberini götürdü. Köy içindeki telaşlı koşuşturma akşama kadar sürdü. Günlerdir komşunun komşuya gidemediği, köy içinde karla dümdüz olmuş belirsiz patika yollar, Feriha’nın verildiği haberi ile, o gün daha akşam olmadan tamamen açıldı. Kadınlar kendi aralarında duyduklarına inanamayarak bütün gün ve gece Feriko’yu konuştular:
-Başımıza taş yağacak komşum böyle kız verildiğini de hiç duymadık. Evlatlık olsa insan böyle kız vermez be!
-Annesinin de Feriko’nun da haberi yokmuş.
-Feriko hasta yatıyor diyorlar şimdi.
-Karaçam’a, Süvari Halil’in oğluna vermişler.
-Köyümüzde yiğit mi kalmadı, kızı üç köy ötesine uğrattılar!
-Vah zavallı Feriko!
-Anam, ben hep söylerim: Güzelin şansı olmaz diye, Allah insana çirkin şansı versin!
-Vah zavallı Feriko vah.
-Vah ki ne vah, Vah ayın on dördü vah!
-Vah gökteki güneş vah!
-Ünzile bacı da ne yaptığını bilmiyormuş! , kadın yerde mi gökte mi belli değilmiş, bozmasın kafayı?
-Gidelim komşu görelim be ya. Oynatmasın kadın aklını!
Kafileler halinde kadınlar, genç kızlar Vedat Ağa’nın evinin yolunu tuttu. Duyduklarına kimse inanamıyor kendi gözleriyle görmek, kendi kulağı ile işitmek istiyorlardı. Daha o gün düğün yapılıyormuş gibi Vedat Ağa’nın evi gelenlerle dolup taşmaya başladı.
Gelen kadın ve genç kızlar, divanda iki arkadaşının desteği ile aralarına oturtulmuş, sesi soluğu çıkmayan Feriha ile, ne yapacağını ve kime ne diyeceğini bilemeyen annesinin şaşkın görüntüsü ile karşılaştılar. Sanki ölü evi gibi coşkusuz bir kalabalık basmıştı evi.
Feriha’yı, ne kadar zor olacağını bilseler de, oğlu için hayal eden anneler de şaşkındı. Kadınlardan birisi yerdeki bohçayı, Feriha ve annesinin olduğu odaya taşıdı. Bohçayı gören azanın hanımı, oğlunun hayallerini suya düşüren bohçaya nefretli bir bakış fırlattı. İri ipek bohça açılmamış, geldiği gibi duruyordu. Merakını yenemedi:
-Ünzile bacı siz daha bohçanızı açmadınız mı?
-Açmadık!
-Aman kardeş, uğursuzluk getirir. Hemen açın! diyerek içinde ne olduğunu merak ediyordu.
-Çok merak ediyorsan sen aç!
Kadın sanki bu cevabı bekliyormuş gibi, bohçanın en üstündeki dikişin bitimindeki düğümü anında dişleri ile koparıp, Pembe nakış ipliğini eliyle yandan çererek bohçayı açtı. Oğluna gelin olarak Feriha nasip olmazken Feriha’ya gelen bohçayı açmak ev halkına değil de kendisine kısmet olmuştu.
Gelenler bir anda meraklı bakışlarını açılan bohçaya çevirdiler. Bohçanın içinden çeşit çeşit, renk renk ipek kumaşların ortasında çıkan; kırmızı ipekten ağzı düğümlenmiş ikinci bir bohça açıldığında kimse gözlerine inanamadı. Azanın hanımı bileziklere baktı tam iki düzine burma bilezik... onar adet büyük altın dizilmiş iki adet gerdanlık. Uzun bir altın zincir, küçük bir kutuya yerleştirilmiş tek taşlı yüzükle birlikte, kadınların ilk bakışta ne olduğunu nereye takılacağını bilemedikleri altın bir kemer çıktı.
Genç kızların imrenerek inceledikleri takıların elden ele dolaştığını gören muhtarın hanımı atıldı:
-Sıranız gelince size de gelir, merak etmeyin! diyerek meraklı gözlerle süzdükleri altınları kızların elinden teker teker topladı, tekrar yerine koyarak ağzını iki düğüm attıktan sonra Feriha’nın kucağına bıraktı. Feriha’nın sağ elini kaldırarak kucağındaki altın yığınının üzerine indirdi.
Vedat Ağa, kahveden eve dönerken, evine sığamayıp dışarı taşan kadın, kız ve çocukların kalabalığını görünce ’’Bunlar cumayı beklemeden eğlenceye başlamışlar! ’’ diye içinden geçirdi.
Kadınlar evlerde, erkekler kahvehanede o gün gece yarısına kadar Feriha’nın verilişini konuştu. Kimse Feriha’nın böyle üvey evlat gibi aniden verilişine ve üç gün içinde gelin gideceğine inanamıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu:
-Yok, yok bu işin içinde bir iş var!
-Zavallı Feriko!
-Kendi bohçasını bile kendisi açmamış.
-Bu işte bir iş var.
-Ben bu güne kadar böyle zemheride gelin gittiğini görmedim. Vedat Ağa’nın sayesinde zemheri gelinini de görmüş olduk.
-Yangından mal kaçırır gibi...
-Feriko kendisi istememiş ki, babası vermiş.
-Annesinin de hiç sesi çıkmamış komşum. ’’Gık! ’’ bile diyememiş.
-Nasıl çıksın komşum? Kendisini nasıl aldığını unutmamıştır. Vedat Ağa bu...
-Arada iki köy var üç köy ötesi Karaçam.
-Oğlanı da hiç gören duyan yok ki nasıl birisi acaba?
-Babasına benziyorsa mesele yok!
-Ya babası gibi değilse?...
-Feriko’nun şansı, ne diyelim!
-Köyde herkes aynı şeyi söylüyor: Güzel olanın şansı gelmez, Allah insana çirkin şansı versin!
...
Bu çeşit konuşmalar arasında, kimse üç günün nasıl geçtiğini anlayamadı. Kına gecesine kadar her görenin hayranlığını gizleyemediği, eşsiz güzelliği ile zihinlerde yer edinen Feriha, kına gecesindeki sıra dışı olaylarla akıllardan hiç silinmedi.
(İkinci bölümün sonu)