- 879 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İKİNCİ MEVKİİ(*)
Kadıköy-Karaköy arasında işleyen gemilerin abonesiyim.Her gün belli bir saatte, turnikede aylık kartımı gösterir,geminin burun kısmına atarım kendimi.Burası geminin kıçından daha cana yakın,daha güzel gelir bana.Adı, “ikinci mevkii”dir.Ücreti “birinci mevkii”den elli kuruş azdır.Elli kuruş deyip geçmeğin.Elli kuruş,elli kuruştur!Haftada üç buçuk lira,ayda on dört lira fark ediverir.Eh,bu da,ayda altı ekmek parası eder hemen hemen.
İkinci mevkii yolcusu,ikinci sınıf adam demek midir?Aşağı yukarı öyle!İkinci sınıf(!) adamın eti kemiği ne ki? Onun işi muhasebedir.Yaşam terzisidir o.Ölçer biçer parasını. Ölçer biçer ki,ay sonunu kolay getire!Zorludur,zalimdir kent yaşamı.Gözünün yaşına bakmaz adamın.
Bu gün Şubat’ın yirmisi.Kar,aman maman dinlemiyor.İki gündür dökülüyor üstümüze. İstanbul kendini bileli,böyle acımasız dört-beş,bilemedin on kış geçirmiş ancak.Aylık kartımı gazete okuyan,siyah kalın mercekli gözlükleri olan “sayın” memura gösterdim. Zahmet edip ayağını kaldırınca,turnike döndü. Hareket eden geminin ardı sıra bir başkası yanaşıyor iskeleye.Yolcular,küçük salona birikmişti.Ben türkü çağıran yüreğimi kendi havasına bırakmış;yağan karın perdelediği denize,dalgakırana,Haydarpaşa Garı’nın tarihi yapısına bakıyorum.Üzülecek,dertlenecek değilim a!
“Oğlum,bu turnike bozuk!”
Herkes gibi,sesin geldiği yöne baktım.Telaş içinde yaşlıca bir kadın. Zor soluklanıyor; tombul denmez,eni konu şişman!
“Hanım anne,siz kapıya gidin.Ben arkadaşa işaret ederim,geçersiniz.”diye yol gösterdi genç memur.Ama kadın inat mı inat.Adamın “anne” demesine mi bozuldu bilinmez. Gurur yaptı:
“Doğru evladım,şişmanlamışım herhalde.”deyiverse,mesele bitecek.
Ardında kuyruk oluştu,millet turnikeden geçip işine gücüne gidecek ya,kadının izin verdiği yok. İstanbul fethine katılan koç boynuzu gibi,vurup vurup çekiliyor turnikeye! Her yüklenişinde de,söyleniyor:
“Her gün geçiyordum.Bu turnike bozuk...bozuk!..”
Homurdananlar arttı.Memur sinirlendi:
“Hanım geçemiyorsun işte! Günden güne zayıflamıyorsun;demek ki,şişmanlamışsın!”
Kadın,onunla birlikte olup da turnikeden geçen hanım arkadaşlarının ağzına laf veren
bu memuru bıraksalar orada boğar mıydı,bilmem ama,öfkeden gözleri yuvalarından fırladığı ayan beyan ortadaydı:
“Sen nerden biliyorsun benim şişmanladığımı?”der demez,sıradakiler arasında bir
gülüşmedir koptu.
Şişman kadın,gülüşen kara kalabalığa ters ters baktı ve söylenerek memurun biraz
önce işaret ettiği kapıya yöneldi.
* * *
Salondakiler,bekledik,gemi boşaldı.Görevli,demir kapının sürgüsünü açınca,gemiye ilk binenler arasındaydım.Onu gördüm.Radyatörün dibine büzülmüştü.On-on iki yaşlarında bir erkek çocuğu.Göz göze geldik,o kadar.Çımacı,parmağındaki yüzüğü cama vurup çocuğu uyarınca, “Peki,anladım!” der gibi,itiraz etmeden gemiyi terk etti.Arkasından bakakaldım,bu elleri cebinde,üstü başı dökülen çocuğa.
Bu türden çocukları İstanbul’un her semtinde göre göre kanıksamış olmalıyız.Onlar
bu toplumun atıkları,ihmal edilmişleri,olası suç makineleriydi ve biz,bu kentin insanları
olarak duyarsızlaşmış gibiydik.Yani,biraz önce çımacının gemi dışına çıkardığı bu çocukta bir olağanüstülük yoktu aslında.Bunlara tiner çekerken,büyük otellerin,lokantaların ızgaralı ısıtma sistemlerinin çevresine öbeklenmiş koyun koyuna uyurken,çöp bidonlarını karıştırırken,dilenir ve ayakkabı boyarken rastgelebilirdiniz. Onlar bizimle birlikte,bizim aramızda yaşarken bile gözümüzden ve gönlümüzden uzak tuttuğumuz,yoksul-cahil ana babaların kurban seçtiği, “bizim”(!) çocuklarımızdı. Hani bir çocuk şarkısındaki gibi:
“Orda bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür/Gitmesek de kalmasak da/O köy
bizim köyümüzdür.”
Öyle mi? Bu çocuklar “bizim çocuklarımız” mıydı, gerçekten?
Canımı sıktı,kendimle/kendimizle yüzleşmek!Çocuğun duruşu,bakışı bende kaldı,bu kesin! Ona uyacak bir yaşam öyküsü tasarlıyorum,dışarıya bakarken.Kısacık! Evet, kısacık; yoksulluğun,cehaletin elbirliği ile silikleştirdiği bir hayat hikâyesi...
Salon ışıkları sönüyor ve film makinesinin sesi duyuluyor birden.Siyah-beyaz bir fotoğraf karesi canlanıyor,perdede!Hayat ete kemiğe bürünüyor!
* * *
Harem’e homurdanarak inen uzun yol otobüsünün çevresinde bir anafor oluştu, bagaj kapakları açılınca.Uykusundan ayılamamış muavin,gösterilenleri bir tür bıkkınlık ve öfke ile bagajın dışına çekip atıyordu.Neler yoktu ki,yükler arasında? Denk edilmiş kirli yataklar,yorganlar;naylon iplerle sıkıca bağlanmış ağzı burnu çarpılık bavullar;salça, tarhana,bulgur kapları,torbaları,bidonları...
Ağzından hiç düşürmediği belli sigarası dudağının ıslağına gelip sönmüş;kasketi,terli, kırmızı alnından geriye atılmış adam da aldı,yere atılmış yükünü,kenara çekti yedi-sekiz yaşlarında var yok oğluyla beraber.Oğlan,son kalan bir torbayı çekerken bir yandan babasına laf yetiştiriyordu:
“Buba,İstanbul burası,he mi?”
Adam,ikisi sağlı sollu eteğine yapışmış taraz taraz kara saçlı kızları ve kucağındaki
uyuklayan bebesiyle kaldırımda bekleyen,başörtüsünün içinde yüzü süzülüp akmış kadına:
“Radife,eksik kaldı mı,bak hele?”dedi.
Kadın,bir araya getirilen yüke baktı,düşündü:
“Yok,herhal!Hepiciği tamam görüküyor İsmayil!”
İsmail,cebinden çıkardığı,oraya kaç kere sokulup çıkarıldıysa artık,buruşmuş adres yazılı kağıda baktı,sonra “Siz az bekleyin burda!”deyip geldiği firmanın yazıhanesine girdi.Dönüşün de suratı asılmış halde,Radife’ye:
“Karşıya servis olmazmış.Burdan sonrası vapurla,dediler.Hamal çocuklar varmış,üç beş verirsek,arabalıya kadar atarlarmış yükü.”dedi.
İsmail,daha önce İstanbul’a geldiğinden biliyor.Gece bekçiliği yapacağı Yeşildirek’teki iş hanına yakın olsun diye de Laleli’de, izbe sokakların birinde,bir apartmanın kapıcılığını devraldı köylüsü Yusuf Emmi’den,hava parasına.Aparmandan bir göz oda verdiler,bir tarafı bahçeye çıkan,zemin katta.Kira,elektrik,su parası ödemeyecek.Üstüne maaşı olacak.Sigorta yapmadılar, “İlerde,memnun kalırsak belki!”dedi yönetici. İsmail biliyor, işte oraya,karşıya; Sirkeci’ye geçerlerse işleri kolaylaşacak.
Bir çocuk,önünde iterek götürdüğü kalın demirden yapılmış üç tekerlekli arabaya yükü istifledi,(İsmail’in oğlu Takdir,o zaman dikkatle baktı tekerlere,nasıl işliyor diye. Arkadaki tekerin el arabasını sağa sola döndürdüğünü çözünce pek bir gururlandı kendiyle.)yükün ardı sıra arabalı vapura doğru yürüdüler. Kendinden olsa olsa birkaç yaş büyük bu hamal çocuğun “şuncacık işe karşılık” kazandığı para,Takdir’in kafasın da şimşekler çaktırmaya yetmişti.Vapurda babasına:
“Vay be!”dedi durdu. “Ben de böyle bir iş dutarım arabam olursa he mi buba?”
* * *
İsmail ve ailesinin bu siyah-beyaz film karelerine bundan sonra hangi görüntüler girdi, dersiniz? Vapur iskeleye yanaşmasaydı,yolcular ayaklanıp beni daldığım hayal dünya sından ayırmasaydı, film makinesinden hangi görüntüler akardı bilemiyorum.Fakat, çımacının uyarısıyla gemiyi terk eden çocuğun giderken bende bıraktığı fotoğrafa
bakıyorum da,filmin bundan sonrasında da buruk hüzün,keskin acı,bol gözyaşı var mutlaka, diyorum.
...............................................................
(*)Yazarın notu.Bu öykü,benim yirmili yaşlarımda yazdığım ilk çalışmalarımdan biri olması bakımından önemlidir.