Bez Bebek
Sizin çocuklar semiz
kadınlarınız yasemin gülüşlü
efendiniz mahir
…Dudağında puro, bardağında viski
Kızıla çalar göğünüzün rengi
Dolanır elleriniz haritada
… yeni yerlere işaret eder
Kahrolası
Kan içiciler…
Bahçeye düşen roket sahip olduğu her şeyi alıp götürmüştü. Evlerinin sokak kapısının bulunduğu yerde durup büyük bir şaşkınlıkla etrafa bakındı. Duvarın dibinde kocaman bir çukur oluşmuştu. Sarmaşıklar yok olmuş, bitkilerin yaprakları etrafa saçılmıştı. Çok zaman olmamıştı sokağa çıkalı. Kulakları sağır eden patlamadan sonra bütün çocuklar oyunu bırakıp her biri bir yana dağıldılar.
Bahçe duvarından içeri doğru birkaç adım attı. Evin çoğu duvarları halen ayaktaydı. Çatı tamamen çökmüştü. Yıkıntının çevresini dolaşıp odasının yerini bulmaya çalıştı. Taşların arasında sıkışmış duran bez bebeğini fark etti. Bir süre bebeğine baktı. Gözlerinde ki çaresizliği gördü.
Sesler geliyordu. Sokağın karşı köşesinde askerler vardı. Anlayamadığı bir dilde konuşuyor, durmaksızın sağa sola koşup bağrışıyorlardı. Korkmuştu, duvarın dibine çömelip sessizce bekledi. Nefes alırken kıpırdayan küçük bedeni, onu sıradan nesnelerden ayıran tek detaydı. Yolun iki yanında duran askeri aracın motor sesleri susmak bilmiyordu. Kimsenin görmediğine bir sırada eğilip incitmeden bebeğini aldı. Üstünü başını düzeltti. Yaralıydı, bacağı yanmıştı. Onun canının yandığını düşünüyor olmalıydı. Koluna yatırıp sallayıp pışpışladı.
Askerlerin arasında gözleri bağlı üç adam itiş kakış yürüyordu. Yanlarında kucağında çocuğuyla yürüyen kadın ağlıyor, yalvar yakar bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Araçların bulunduğu yere kadar birlikte yürüdüler. Bu çaresiz kadının yakarmaları yetmiyor, adamların da kendilerini kurtarmak için ellerinden bir şey gelmiyordu. Öndeki aracın kasa kapağı açıldı. Askerler adamları kollarından çekiştirip apar topar bindirmeye çalışırken, kadının sesi de çığlığa dönüştü. Bir koluyla çocuğunu tutuyor, diğeriyle askerleri engellemeye çalışıyordu. Askerlerin sert müdahalesi onu bu işten vazgeçiremiyor, aksine daha da hırçınlaştırıyordu. Arkada duran iri kıyım çavuş, tüfeğin dipçiğini hınçla kadının omzuna indirdi. Feryadı yarım kalan annenin kucağındaki çocuk kolundan yere kaydı. Bir süre ayakta kalmaya çalıştı. Son bir çabayla kendi etrafında dönüp durdu. Sonra oracığa yığılıp kaldı.
Tanık olduğu manzara içini ürpertmiş, nefesi daralmıştı. Askeri araçlar uzaklaşırken evlerinden birer ikişer çıkan insanlar kadının etrafında toplandı. Gelen ambulans kadını ve bebeğini alıp götürdü. Etraf sakinleşince olduğu yerde doğruldu. Uzun süredir hareketsiz kalan küçük bedeni uyuşmuş, ayakları neredeyse onu taşıyamaz olmuştu. Yangının sönmesine karşın, nereden çıktığı belli olmayan, genzi acıtan bir duman ortalıkta dolanıp duruyordu. Bebeğine baktı. Ağlıyordu. Gömleğinden yırttığı kumaş parçasıyla bacağını sardı. Evlerinden geriye moloz ve kül yığını kalmıştı. Annesi ve kardeşi neredeydi? Onları nasıl bulacaktı? Ya babası? Ona ne olmuştu?
Bu sorulara verecek bir yanıtı yoktu. Annesi ile kardeşinin yanmış olabileceklerini aklına bile getirmemişti.
Havanın kararmaya başlamasıyla korkusu iyice arttı. İlk defa yalnız ve çaresizdi. Nereye gideceğini ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Aklına okulu düştü. Okulu hava saldırısı sırasına yanmıştı. Şimdi duruyor olsa okul bahçesine gider orada korkmadan sabahlayabilirdi.
Müttefikler, askeri bina zannıyla okulu vurduklarını duyurmuş ve savaş koşullarında böyle yanılsamaların normal karşılanması gerektiğini söylemişlerdi.
Bir bahane ile her şeyi yakıp yıkıyorlardı. Televizyonlardan İngiliz aksanı ile Arapça konuşan adam, ülkelerine demokrasi, barış ve özgürlüğü getireceklerini vaat ediyordu. Yaptıkları en iyi şey buydu. Başlangıçta niyetlerini hiç kimse anlayamamış ya da çok az insan anlayabilmişti. Ülkelerini yıllardır diktatörlükle idare eden adamların kaçışıp ortadan yok olmaları ve bir kısmının yakalanıp hapse atılması sanki hepsini teselli etmişti.
Demokrasi, barış ve özgürlük ne zor şeydi böyle!
İşgalin tamamlanmasından sonra askeriyede sivil memur olarak çalışan babasını alıp götürdüler. Daha sonra ondan hiç haber alamadılar. Birkaç gün içinde komşu amca ve karısını da alıp götürdü askerler. Birlikte okula gidip beraber oynadıkları arkadaşı Almira’ların sokağına girmesi de yasaklanmıştı. Bunu hiç mi hiç anlayamıyordu. El Sadr diye bir amca Almira’ların sokağına girmesini yasaklamıştı. O sokaktan her gün silah sesleri geliyordu. Yollar dikenli tel ile kapatılmış, barikatlar kurulmuştu. Bir gün telin karşı tarafında tesadüfen gördü Almira’yı. Tel örgüye kadar koştu. Telleri aşıp karşıya geçebilmek için barikat boyunca ikisi de yürüyüp durdu. Dikenli teller yaklaşmalarına izin vermiyordu. Geçebilecekleri en ufak bir açıklık olmadığını anlayınca oldukları yere çakılıp kaldılar. Oysa Almira’ya sarılmak onunla koklaşmak istiyordu. Sarılmak ve uzun süre öyle kalmak. Bunu yapamamak acıttı minik yüreğini. Neden yapamadığını ise asla anlayamadı, kimse de bunu kendisine izah edemedi. O günden sonra her gün barikatların bulunduğu yere gitti. Ama Almira’yı bir daha hiç göremedi.
Demokrasi, barış ve özgürlük sözcükleri onlar için ölüm kadar ürkütücüydü. Daha başka bir anlama bürünmüştü bu coğrafyada üç sihirli sözcük. Bu sözcüklerin ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamamış olsa bile, iyi şeyler olmadığını düşünüyordu. Havanın kararmasıyla bu düşünceleri kovdu usundan. Korkuyordu. Uzakta, çok uzakta bir ışık kümesi görünüyordu. Halen duman sızan enkaza son defa baktı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeden bahçe kapısından çıkıp gözden kayboldu.
Epeyce yürüdükten sonra şehrin kocaman bir caddesine ulaştı. Bağdat’ın en büyük caddelerinden birisi olmalı, hatta en büyüğü diye geçirdi içinden. Cadde boyunca sıralı ağaçlar vardı, lambalar yanmıştı. Motor sesleri duydu. Gözünü alan far ışığının üzerine geldiğini sanıp hurma ağacının arkasına saklandı. Bebeğini göğsüne bastırdı. Üşümüştü. Üstünde bulunan hırkasını çıkarıp onu iyice sarıp sarmaladı. Uyandığında her yandan iniltiler geliyordu. Nerede bulunduğunu anlamakta gecikmedi.
Hemşire başucuna durmuş kendisine bakıyordu. Üzerine hafifçe eğilip sordu
— İyi misin?
Küçük kız başını sallamakla yetindi.
—Adın ne senin? dedi. Yanıt alamadı. Sonra kolunda yatan bebeği işaret etti.
—Peki, onun adı ne? dedi.
Duyulur duyulmaz bir ses tonuyla “Şükran “dedi. Bebeğine dönüp saçını okşadı.
— Nerede oturuyorsun? Annen baban neredeler? Diye sordu. Yanıt gelmediğini görünce “seni ve şükran’ı bir süre hastanemizde misafir edeceğiz” dedi. Söylenenleri sessizce dinliyor ama konuşmuyordu.
Yorgun olduğu her halinden anlaşılan genç doktor yanlarına geldi. Uzamış sakalları ve hiçte temiz görünmeyen önlüğüyle doktordan çok hastabakıcıya benziyordu. Üstü başı kan lekeleri içindeydi.
—İyi görünüyor! dedi.
—Hemşire “her şey normal, gerekli müdahaleyi yaptık efendim, sargısını değiştireceğim birazdan “dedi.
Doktor bir süre küçük kızı ve bez bebeğini inceledi. Yüzündeki ifade birden ciddileşti. Bez bebeğin sağ ayağındaki yanığı ve üzerindeki sargıyı fark etmişti. Bebeğin küçük kız için taşıdığı anlamı kavramakta gecikmedi.
—Evet, sargılarını değiştirelim. Ama önce bebeğin sargılarını değiştirin, ihmal edilmesin dedi.
Hemşire “bebeğin adı Şükran’mış efendim “dedi. Doktor küçük kızın ellerini avuçlarına alıp yavaşça sıktı. Göz göze geldiklerinde ona göz kırptı. Küçük kız hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Hemşire boşalan serum şişesinin kelebeğini kapatıp yenisi ile değiştirdi.
Kadife gibi bir ses tonuyla, “senin durumun daha iyi. Bebeğin kötü yaralanmış önce ona bakmalıyız” dedi. Bebeğin ayağındaki kumaş parçasını çıkardı. Yarayı ciddi bir eda ile temizledi.
_”belki de protez gerekecek” diye mırıldandı. Kutusundan çıkardığı gazlı bez ile Şükran bebeğin ayağını sardı. Sonra küçük kızın yanına dikkatli bir şekilde yatırdı.
“Merak etme yakında iyileşir” dedi. Kız mihnet dolu bakışlarla seyretti hemşireyi.
Ne güzel insan diye düşündü. Bebeğinin yanında olması ona inanılmaz bir güç veriyordu. Sarıldı bebeğine yeniden…
Barış özgürlük ve demokrasi diye söylenerek kapandı gözleri.
Ölümle yaşam, umutla umutsuzluk arasında sadece bir bez bebek duruyordu… Birde nefes…
Rıfat GÜRSOY Temmu2008