- 1535 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
YAVRUMDAN AYRILAMAM
Meryem çevresine güzelliği ve ahlakıyla nam salmış, on sekizine yeni girmiş genç bir kızdı. Atalarının Kafkas kökenli olması ona ayrı bir zarafet ve güzellik vermişti. Çevre köylerde güzelliği ve ahlakının üstünlüğünü bilmeyen yoktu. Adeta dillere destan olmuştu.
İlyas’ta karşı köyde yaşayan dayısıgilin uzaktan akrabası idi. İlyas gençliği, çalışkanlığı ve cesareti ile aynen Meryem gibi namı çevre köylere yayılmış idi. Oda Meryem’le aynı yaştaydı.
İlyas’ın annesi Zeynep Hanım tek evladı olan İlyas’ın biran önce mürüvvetini görmek istemekteydi. Ekonomik durumları iyiydi. Köyün en varlıklı ailelerindendiler. Sulu ve kuru tarım yapılan arazileri vardı. Ayrıca küçük ve büyükbaş bir sürü hayvanları vardı. Çevre köylerde varlıklı ve asil bir aile olarak bilinmekteydiler. Bu sürüye sahip çıkacak ve evin işlerine yardımcı olacak adama ihtiyaçları vardı. Bu yüzden biran önce İlyas’ın baş göz edilmesi lazımdı.
Zeynep Hanım oğlu İlyas’ı evlendirme fikrini eşi Sait Efendiye ifade etti. Sait Efendi de;
—Haklısın Hanım! Biricik oğlumuzun mürüvvetini görmek istemen gayet güzel bir düşünce ama oğlumuza da bir fikrini soralım. Şayet oğlumuzda onay verirse; Ailelimize uygun birisini bulalım.
Sait Efendinin bu konuşmasından cesaret alan Zeynep Hanım;
—Karşı köydeki Zeynep çok hanım kız. Hemi de uzaktan akrabamız. Ailemize uygun. Sen ne dersin bey?
Sait Efendi de bu fikre uygun baktığını, oğulları İlyas’a bu durumu açmanın uygun olacağını ifade etti. Zeynep Hanım evin kapısının önünde duran İlyas’a seslenip onu çağırdı. İlyas açık olan evin kapısından içeri girdi. Zeynep Hanım İlyas’a can alıcı bir gözle bakarak;
—Bak yavrum! Belli yaşa geldin. Sen bizim tek evladımızsın. Bizden sonra neslimizi devam ettirecek, ocağımızı tüttürecek yegâne kişisin. Bunun içinde yuva kurma zamanın geldi. Seni baş göz etmeyi babanla konuştuk, karar verdik. Huyu huyuna, suyu suyuna, soyu soyuna,boyu boyuna, ailemize uygun ve örf-âdetimize göre karşı köydeki Meryem’i uygun gördük ne dersin?
İlyas anne babasıyla böyle bir durumda konuşamadığı için utandı. Kulağına kadar kızardı, bozardı. Hiçbir şey söyleyemedi. Meryem’i geçen ay komşuları Halil’in düğününde görmüş beğenmişti. Zaten Meryem’i bilmeyen yoktu. Bir çok huyunu adaşı Hz. Meryem’e benzetiyordular.İlyas, içinden nasıl seviniyordu ama nasıl ifade edebilirdi? Kendi kendine "şu annem evliya gibi bir kadın, yoksa niyetimi mi sezdi?" diye geçiriyordu. Ama bu durumu kelimelere dökmesi imkânsızdı. Bu aldığı terbiye ve örfe de uygun düşmezdi. En iyisi susmak. “Sukut ikrardan gelir” kabilinden.En güzeli işi zamana bırakmaktı."Görelim Mevlam neyler,neylerse güzel eyler" diye düşündü.
Anne babası İlyas’ın tavrından, itiraz etmemesinden, onun susarak onay verdiğini anladılar. Bu duruma aşırı sevindiler ama belli etmediler. Yine de bu işten kesin emin olmak için İlyas’ın samimi arkadaşı Yusuf’a İlyas’ın niyetini sordurmak en uygun davranış olacağı kanaatindeydiler. Bunu da yaptılar. İlyas’ın gönlünün razı olduğunu anladılar. Sıra eyleme geçmeye gelmişti.
Sait Efendi ve Zeynep Hanım komşularıyla bir iki defa Meryem’i ailesinden istediler. Ailesinin de uygun bulması sonucunda;Nişan, düğün dernek derken İlyas ile Meryem dillere destan bir törenle dünya evine girdiler.
Meryem hakikaten Hazreti Meryem gibi iffetli, çalışkan ve dürüst bir kişiliğe sahipti. İlyas ile güzel bir yuva kurdular. Hızlı ve mutlu bir biçimde yıllar su misali akıp gitti.
Meryem’le İlyas’ın iki oğlu ve iki kızı oldu. Bunlardan büyük oğlu Eşref adeta Meryem ile İlyas’ın güzel huylarının bir araya gelmiş biçimiydi.
Eşref köyde çalışkanlığı, insanlığı, yardım severliği ve efendiliğiyle köyün gözdesi konumuna gelmişti. Yaşlı insanlara işlerinde yardım ediyordu. Kimsesizlerin yakını oluyordu. Yoksul ve gariplere adeta kol kanat geriyordu. Eşref on sekiz yaşına geldiğinde köyde onunla güreş tutacak kimse yoktu. Çevre köylerde de onunla boy ölçüşecek babayiğit yoktu. Köyde herkes Eşref’e imreniyordu. Yeni yetişen gençlerin adeta idolü idi. kişiliğiyle köyde “Gönüllerin Sevgilisi” konumuna gelmişti.
Meryem Hanım Eşref’i aşırı seviyordu. Bu konuda eşi İlyas Efendi ile zaman zaman fikir ayrılığına düşüyorlardı. Her defasında İlyas Efendi ona;
—Hanım Allah’u Teala bir kalpte yalnız bir sevgi yaratır. Kendi sevgisinin üstünde aşırı sevgiyi kabul etmez. Hiç bir sevgi onun sevgisinin önüne geçemez. Bu çocuğu Allah bize verdi. Onun için sevmeliyiz. Her şeyin aşırısı zararlıdır. Allah korusun aşırı sevgi ayrılık getirir. Allah bu konuda bizi imtihan yaparsa halimiz ne olur? Veren de O alan da O . Deyince Meryem Hanım dayanamadı;
—Adam sen ne ima ediyorsun, evladımı sevemez miyim? Bütün köylü böyle bir evladı olsun diye Allah’a dua ediyor. Sen de gelmiş beni mi kınıyorsun? Ben onu verene kurban olurum. Onsuz ben ne yaparım? Deyince İlyas Efendi;
—Hanım ben de bunu demek istiyorum. Onsuz da ne yapacağını bilmelisin. Bak Hanımım! Hazreti Âdem Havva anamızı çok seviyordu. Allah onları üç yüz yıl ayrı koydu. Hazreti Yakup’un Hazreti Yusuf’a düşkünlüğünü doymuşsundur. Sonunu biliyorsun, ayrılık, hasret çekmek oldu.Bildiğin gibi Hz.İbrahim Hz.İsmail’i çok seviyordu.Allah-u Teaala onu ne büyük bir imtihana tabii tuttu. Yine peygamberimiz Mekke’yi çok seviyordu. Bu aşırı sevginin sonu hicret oldu. Yıllarca Mekke’den uzak kalmak oldu. Yani Allah kendi sevgisinin üstünde olan bir sevgiyi asla kabul etmez.Hiç bir sevgi O’nun sevgsinin üstünde yer alamaz. Allah korusun bu sevgi ayrılık getirmeğe bize.
Meryem Hanım, İlyas Efendi ne derse desin dinlemiyordu. Adeta eşinin onu Eşref’i daha çok sevmesini kıskanıyor sanıyordu. Bu yüzden eşi ona kıskandığı için bu tür nasihatleri yaptığını sanıyordu. Aklından bunları geçiyordu.
Bir gün Eşref köyün yakınında ki mezrada hayvan otlatırken birden karnına amansız bir ağrı girdi. Ağrı gittikçe artıyor ve şiddetleniyordu. Avazı çıktığınca bağırdı. Sesini duyan çevredeki çobanlar koşup geldiler. Ne yaptılarsa nafile Eşref’in ağrısı gitmeyip gittikçe artıyordu. Ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar. Bir tanesi koşarak köye gitti haber verdi. Köyden bir sürü insan geldi. Ama nafile Eşref sanki annesi Meryem Hanımın gelmesini bekliyormuş gibiydi. Meryem Hanım kan ter içinde yavrusunun yanına geldi. Eşrefi köye getirdiler. Meryem Hanım Eşrefine son bir kez sarıldı. Eşref’te son bir kez annesinin yüzüne doya doya bakarak;
—Anne sana doyamadım. Hakkını helal et. Diyerek kelime-i şahadet getirerek Meryem hanımın kucağında,gözlerinin içine baka baka ruhunu hakka teslim etti.
Bütün köy aylarca yaş tuttu. Destanlar yazıldı. Çevre köylerde yılın olayı oldu. Hatta Eşref’in çok sevdiği tosunlarının Eşref’in kokusunu araya araya mezarını bulup, hayvanlar mezarı ayaklarıyla eşmeğe çalışması günlerce köylülerin ağlamasına sebep oldu.
Meryem Hanımı teselli etmek çok zordu. Köyün imamı Hakkı Hoca zaman zaman evlerine gelip;
—Bak kızım! Senin bu dünyada imtihanın ağır imiş. Sabrederden mükâfatın Allah indinde çok büyük olacaktır. Senin evladın Allah’ın indinde şehit mertebesindedir. Aşırı ağlayıp da yerini yaş etme. Senin evladın nazar ve gözden gitti. Buna inan. Sen inanan insansın. Veren de Allah, alan da Allah’tır. Hatta çok daralırsan Kur’an oku, bu şifadır, sıkıntını alır. Deyip teselli etmeye çalışıyordu ama nafile Meryem’i teselli etmek imkansızdı.
Meryem Hanım adeta iki büklüm olmuştu. Bu acı onu yaman yakıp kavurmuştu. Ciğeri sanki kopup ayrılmıştı. Şeytan aklına kötü düşünceler getirince İmam Hakkı Hoca’nın dediği gibi çareyi Kur’an’da bulmuştu.
Aradan iki yıl geçmesine rağmen her geçen gün acısı azalmıyor. Bunun üstüne bir de hasretlik eklenerek adeta çoğalıyordu. Zaman zaman Meryem Hanım Eşref’i rüyasında görüyor. Oğlu ona;
—Anne sakın ağlayıp da beni üzme. Ben çok iyiyiyim. Sen endişe etme.
Bu rüyalarla Meryem Hanım teselli buluyordu. Oğlu için hayır hasenat yapıyordu. Bol bol dua okuyordu. Ayrıca gün aşırı hemen köyün yakınında bulunan mezarlığa oğlunu ziyarete gidiyordu. Mezarlığın yeri köyün beş yüz metre uzağında Çoruh vadisine bakan tatlı eğimli ve şahane manzarası olan bir yamaçtaydı. Meryem Hanım, mezarlığı ziyaret ederek bir nebzecik teselli buluyordu.
Aradan yıllar geçti. Küçük oğlu Veysel köylülerinin yanına Çorum’a gurbete gitti. Buraları sevdi. İş buldu. Hoşuna gitti. Çalıştı, iş yerinde sevildi. Kışın köyüne yazın Çorum’a gidip geldi. Böylece birkaç yıl geçirdi. çoluğu çocuğu oldu, bu şekilde gidip gelmek hem zor hem de şehrin birçok avantajlarını gördü. Diğer yandan da Çorum’da bulunan köylülerinin teşvik etmesi ve ona cesaret vermesiyle köyden Çorum’a göç etmeyi kafasına koydu. Bu işin sosyo-ekonomik birçok yararının olacağına kendisini ikna etti.
Köye dönünce bu fikrini babası İlyas Efendi’ye açtı. İlyas Efendi dünden razıydı. Çünkü şehir yerin çok avantajlarının olacağını eğitim, sağlık, güvenlik vs. açısından saya saya bitiremiyordu. Veysel’in hanımına da göstermelik bir fikrini sordular o da kayınpederi gibi dünden razıydı. Çocuklarınsa zaten söz hakkı yoktu. Hemi de zaten kafaları bu mevzuyu almayacak kadar yaşları küçüktü.
Ne yazık ki, evin en büyük direğini hesaba katmayı ihmal ettiler. Bu da Meryem Hanımdı. Ona olayı anlatınca Meryem Hanım’ın "Kafkas İnadı"nın tutmasından korkuyorlardı. Nihayet korktukları da başlarına geldi. Meryem Hanım;
—Hayır, ben gitmem. Eşref’imin mezarın bırakıp da asla gitmem. Baba toprağımı terk etmem. Diyordu da Nuh demiyordu.
Zavallı İlyas Efendi aylarca dil döktü yalvardı, ne yaptıysa nafile ikna edemedi. Meryem hanımın “Kafkas İnadı” tutmuştu.
—Eşref’imin mezarı, diyordu da başka bir şey demiyordu.
İlyas Efendi ve oğlu Veysel ne yapacaklarını şaşırmalarına rağmen onlarda hedeflerinden vazgeçmiyorlardı.
Nihayet, Çorum’da arsa alındı. Ev yaptırıldı. Çorum’un yakınlarında köylülerinin yardımıyla tarla alındı. Çünkü toprağa bağlı idiler. Mutlaka tarla alınmalıydı. Bir iki yıl bu şekilde geçti. Çok uğraşmalarına rağmen bu zaman süresinde Meryem Hanım asla ikna edilemedi.
Sonunda bir nisan ayında bütün çevre köylülerinin ve gökyüzünün gözyaşları arasında İlyas Efendi ve oğlu Veysel, Meryem Hanımı tek başına oğlu Eşref’in mezarının başında bırakarak hüzünlü bir vedayla ayrılmak zorunda kaldılar.
Yakın çevrede bulunan köylüler İlyas Efendiyi yolcu etmek için adeta birbirleriyle yarıştılar. Çok üzüldüler, iyi bir insanı kaybetmekle birlikte, köklü bir aileyi de kaybetmenin hüznünü yaşadılar. Bu göçün başkalarına örnek teşkil edeceğinden aşırı korkmaya başladılar.
Meryem Hanımın köyde evli bir kızı, kardeşinin çocukları ve bazı akrabaları bulunuyordu. O buna rağmen tek başına yuvasını terk etmeyip evinde kalıyordu. Yıllarca köyde tek başına evinde kaldı. Her gün Eşref’in mezarını ziyaret ederek onunla teselli buldu. Çok zorlamalarına rağmen bir gün olsun köyünden ayrılmadı. Sanki köyden ayrılırsa Eşrefi tamamen mezarıyla birlikte kaybolup gidecekmiş hissine kapıldı. Psikolojik olarak buna şartlandı.
Asla Eşref’inin mezarını terk etmedi. Çevresindeki komşu ve yakınlarına sürekli olarak şunu söylüyordu;
—Ben ölürsem Eşref’imin mezarının yanına beni defnedin. Sakın onun yanından ayırmayın. Bu size vasiyetimdir, sakın unutmayın, yoksa hakkımı helal etmem.
İlyas Efendi iki arada bir derede kaldı. Kırk yıllık hanımını köyde koyup gitmek çok zor oluyordu. Çorum’la köyü arasında yıllarca mekik dokudu. Hanımını ne yazık ki yıllar geçmesine rağmen bir türlü ikna edemedi. Hatta cümle âlem ikna edemedi. Sadece bir ikna yolu vardı. Oda Eşref’i diriltip getirmek idi. Oda imkânsızdı.
En nihayetinde emri hak vaki oldu. Meryem Hanım rahatsızlandı. Öleceğini anlayınca komşularını toplayıp;
—Artık yavrum beni rüyalarımda bile yanına çağırıyor. Ben yavrumun yanına gidiyorum. Sakın ola ki vasiyetimi unutmayın. Yavrumun mezarının yanına beni de koyun. Bu dünyada beraberliğimiz kısa sürdü. O dünyada inşallah ebedi sürer. Allah’tan tek dileğim budur. Ben yavrumdan ayrılamam. Beni yavrumdan ayırmayın.
Gerçekten de öyle oldu. Meryem Hanım yavrusundan ayrılmadı. Onu ne göç ne hasretlik ne de ölüm ayırdı. Bu gün Çoruh vadisine bakan tatlı meyilli yamacın eteğinde Meryem Hanımla, yavrusu Eşref koyun koyuna yatmaktadırlar. Bu iki sevdalı aşığın şanına yakışır biçimde her ilkbahar mevsiminde adeta Çoruh vadisi al yeşil süslenir. Yamaçları taçlanıp duvaklanan gelin edasıyla papatyalarla bezenir. Onların sevgilerini ebedileştirmek istercesine bu arazi süslenmekle kalmaz, vadi boyunca güzel kokular etrafa yayılır. Bu sevdanın nişanesi olarak adeta tabiat insanlara kendi diliyle izzeti ikramda bulunur. Hem gözlere hem gönüllere huzur vererek Çoruh Nehri de asırlardan beri başını taştan taşa vurarak çıkardığı sesle günün yirmi dört saatinde fasılasız bu ana ve oğlunun sevgisini âleme duyurmak için coşup taşar. Zaman zaman yatağından çıkar, haykırır.Adeta Çoruh Nehri bu aşkla coşup, vadisi boyunca bu ana-oğulun aşkını sularıyla etrafa yayarak,tabiatı yeşertir sanki.
Bir gün yolunuz bu vadiye düşerse bu görsel zenginliği görürsünüz. Çoruh’un feryadını kilometrelerce uzaklardan bile duyarsınız. Kim bilir? Belki de Meryem Hanımın sadakatinin izlerini Çoruh vadisi boyunca esen ılgıt ılgıt seher yelinde hissedersiniz. Kim bilir? Allah kerimdir. Hiçbir vefa ve sevgi karşılıksız kalmaz. Bu karşılıksız kalmayan sevginin işaretlerini geceleyin mezarlarının üzerine düşen hilalin şavkında görürsünüz. Kim bilir? Ana-oğulun sevdasının nişanesini, mezarları üzerinde biten, buram buram sevda kokan, çiçeklerden koklarsınız.Kim bilir?
24.12.2007
Tarık TORUN
HEPSİ HİKAYE
"Dedemden, Babamdan, Benden"