- 1290 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ACAYİP TECELLİ(2)
Ne zaman o günler yadıma düştüğünde, içimde kekremsi ,buruk bir hüznün kıpırdadığını hissederim. Otuzundan önceki yaşlarda olanlar,bu yaştan itibaren duyularımızın köreldiği gibi,duygularımızın da bayatlayıp,nasırlaşıp, artık eskisi gibi keskin olamadığını bilemezler.
Kırkından sonra da artık gözlerimizin,damağımızın velhasıl her duyumuzun artık eski
keskinliğini yitirdiğini hissederiz.Benzer körelmeler,duygularımıza da sirayet eder,
artık acıyı da,hüznü de ,sevinci de ...eski kıvamı ve şiddetinde duyamayız.
O yüzden Kars’ta geçirdiğim o günlerdeki duygularımın o zamanlardaki şiddeti artık
çok düşmüş,sonbaharına yaklaşan gönlümdeki bu duyular,geçen zamanlarda gönlümün
bir yerlerine aka aka baharda gür,yazın kurumaya yüz tutan çaylar gibi gide gide azalmıştır.
Artık hiç bir şey eskisi gibi olmamaya başlar.Artık basit sevinçlere saatlerce gülebilmek,
küçük darbelerle toz duman olmak hayaldir.Hayat kırkından sonra ölmeye başlar.
Onunla yeni evlenmiştik.İki odalı,küçük evimiz gözümüzde,kırk odalı kocaman bir konak
gibiydi.Kazancımız mütevazi ihtiyaçlarımızı temin edecek kadar çoktu.Hayatımızı idame
ettirmeye yeten her şeye sahip olmaktan mutlu, ulaşamayacağımız hiç bir şeyi arzu etme
diğimiz için de huzurluyduk.Evin,arabanın,yıldızlı otellerde tatilin özleminde veya peşinde
değildik .Halimize göre salınır,gönlümüze göre düş kurmaktan sakınırdık.
Evimizin pencereleri bir yandan şehrin önü sıra uzanan düzlüğe bakar, bir yandan da
heybetli kalesinin bedenlerini süzerdi.Karlar yağıp yağıp pencerelerimizin önüne kadar tırmandığında, camlarımızın önüne kadar kuşlar gelir; pervazların önüne bıraktığımız yemleri alelacele kapıp kapıP kaçarlardı.Bizim karlı kışlı tatil günlerimizdeki eğlence
parkımız işte böyle idi.
İşte bu kuşlardan biri bizim dostumuz olmuştu.Minnoş, hepsinden fazla kalır,cam kenarında oyalanır,sıcak yuvamızın içindeki,fakirane saadetimizi,seyre dalar,beşikte
canımızdan çok sevip,karasinek kanadından esirgediğimiz yavrumuzun yerinde olmanın
düşlerine dalar, dalardı...
İçeri girsin diye camı açtığımızda, atalarından insanoğlunun caniliği hakkında yeteri kadar bilgi almış olacak ki " ne olur ne olmaz diye "korkup kaçardı.
İşte Minnoş o günün başlangıcında ölüverdi.
Kış aylarının sabahlarında ,evimizin camları sabaha kadar soğuğun ve ayazın kanevice
lerini çizer,ayazdan aldığı ilhamla ayazın şekline dair milyarlarca desen oluşturur,artık
bu motiflerden dışarısı görünmez hale gelirdi.Yorganın içine sarına sarına cama yaklaşır,annemin,ninemin kanaviçelerinden binlerce kere fazla ince motifler çizilmiş
bu buz kaneviçelerini seyre dalardık.Nefesimiz camlardaki işlemeleri erittikçe camda avuç avuç delikler açılır,işlemeler,oyalar yavaş yavaş eriyip kaybolurdu.Ne zaman
yuvamızın sobası yanıp da camlarımız açılırsa, Minnoş bize yaklaşır; yemini yedikten
sonra mutlluğumuzu gıpta ile seyre dalar,kendi sahipsizliği ,kimsesizliğine hayıflanarak odamızda bizimle bir olmak hülyaları yüreğini kaldıramaz hale gelince uçup giderdi.
İşte o gün sömestri tatiline gitmek için dönüş günümüzdü ve her sabah odamız ve
camları ısındığında görmeye alıştığımız Minnoş’u görememiştik.Kahvaltıya bir şeyler
almaya çıktığımda gördüm onu .Tüyleri kabarmış,gagaları kapıya doğru çevrili eşiğin hemen yanında duruyordu.Demek ki amansız soğuktan bize sığınmaya çalışmış,gaga larıyla kapıyı açarız umuduyla çala çala donmuştu.Diğer,yersiz ,yurtsuz,kimsesizler
gibi umutsuz,caresiz ve kaderlerine razı olmuş bir tevekkülle... Onlar gibi evsizliğin
kimsesiziğin ,çaresizliğin kendilerine reva olduğu fikrini kabulden gelen ve razı olmak mecburiyetine alışmış bir dinginlikle yatıyordu.Hayatın acımasızlığına isyan eden tek emaresi kabarmış tüyleriydi.
Yola çıkıp,Erzurum’dan Bingöl dağlarına tırmanmaya başlayana kadar eşime de,henüz
altı aylık bile olmamış yavruma da söylemedim Minnoş’un öldüğünü.Aslında karların üzer
ine düşmüş kargaları görmeseydim zaten çoktan unutmuştum bile.Otosün çatlak olan
ön camından,tırmandığımız dik rampaların kıvrımlarından görülen ütülü bayırlara karmakarışık duygular içinde dalıp dalıp gidiyordum.Her yolculukta elimde olmadan yaptığım gibi gurbet türküleri mırıldanıyordum.Zemherili,karlı dağlı,gurbet türküleri...
Otobüs,dağlara doru tırmanırken,dışarda sinirli poyrazın ufalttığı kar taneleri kümeler
halinde beyaz kırlangıç sürüleri gibi grup grup uçuşuyor ,ütülü beyaz kefenler giymiş
bayırlar arasında tozutup duruyorlardı.
Korku ve ayaz bu dağlarda kol kola girmiş iki şaki grubuydu.Korku ve ayaz Bingölün dağlarında bize işmar ediyordu.Yolcuların ağzını bıçak açmıyordu artık.Gün be gün
vurulan askerlerin,durdurulup içinden yolcuların indirilerek vurulduğu haberleri alınan şaki dolu dağlardan geçiyorduk.Arasıra yanımızdan geçen ,karşımızdan gelen jandarma araçları tehlikeli yerlerde seyir halinde olduğumuzun kanıtı değil miydi.
Hepimiz herhangi bir virajda bizi durduracak teröristleri bekliyor gibiydik.Ben bu endişeleri kafamdan atmak ister gibi bebeğimle oynuyordum.Bebeğimiz bana dünyanın
en güzel çoçuğu gibi geliyordu.Onu diğer yolcuların göreceği kadar yüksekte seviyor ,
sanki "Bakın daha sevimli bir bebek gördünüz mü ?" der gibi havalarda dolaştırıyordum.
Bebeğim yanındakilere sevimli nanikler yapıyor,gülüşler savuruyordu.Çok geçmeden benden alarak onu sevmeye başladılar.Kimisi onu ısırıp ağlatıyor,kimisi nazar değmesin diye dualar okuyup,üfürüyordu.Daha Karlıova’ya yaklaşmadan kâbusumuzdan
işaretler gelmeye başlamıştı.Otobüsümüzde garip şeyler oluyordu.
Araç zınk diye ismini şimdi hatırlayamadığım o meşhur zirvede duruverdi."Kardan
yollar mı kapandı,teröristler mi durdurdu ?"endişesi, uğultusu yolcular arasında panik yaratacakken ,araba yeniden çalışıp yola devam etti. Ama bu sadece kâbusun ilk başlangıcıydı.
Otobüs, Karlıova’ya girene kadar aynı aksiliği defalarca tekrar etti.Durup,durup,
çalışa çalışa oraya ulaşmayı başarmıştık.Mola esnasında arızanın giderildiğini söyledi
er.Yeni gibi gözüken otobüsün arızaları anlamsız geliyordu.
Söylenenlerin aksine,arabanın arızası devam ediyordu.Bingö’le zar zor ulaşana kadar
dokuz doğurmuştuk.Arabanın her stop edişinde,Minnoş aklıma geliyor,dağ başlarında
donup ölmekle ilgili endişeler içimi burkuyordu.Bebeğimin, ayazdan kızarmış
yüzüyle,cansız teninin, kucağımda kalakalmış olma ihtimali aklıma geldikçe sinirlerim
büsbütün bozuluyordu.Kendi canımı hiç düşünmediğime hayretler içinde kalıyordum.
Bebeğimin canını kendiminkinden kıymetli görüyormuşum demek! Aceba gerçek sevgi
bu muydu?
Bingöl’de saatler süren tamirden sonra soförler:
"Bu sefer tamam dediler,arabayı seviste yaptırdık." Yolcular devam etmeyi riskli buluıyorlardı.Hava kararmıştı ve yollarda eşkiyalar da vardı.Karanlıkta tehlikeli olabaileceğini söylüyorlardı. Şoförler yolcularıikna ederek yola koyuldular.
Bir müddet sonra aynı arıza tekrar etmeye başladı bir duruyor,yeniden çalışıyor,
beş on kilometre sonra yine çalışmaz oluyor ,bir müddet sonra yine çalışıp gitmeye
başlıyordu.
Artık saat iki sularına yaklaşmıştı.Her an her yerde kalabilirdik.En sonunda araba,
Gölbaşı yakınlarında bir odalı,köhne bir benzinliğin önünde mola verirmiş gibi durdu.
Az sonra herkes bir gerçekle karşı karşıya kalmıştı.Şoförler ve muavin ortalıkta görülmüyordu ve bizi burada bırakıp kaçmışlardı.Benzinlik bomboş,yandaki küçük
odanın kapısı da kapalıydı.Dışarda ayaz kol geziyor,önce kimi donduracağını soran
vahşi homurtularla etrafımızda geziniyordu.Artık çalışmayan arabanın ,çalışmayan kaloriferinden ümidimizi kesmiştik.Telaşla o yana bu yana dolanıyor,ne bulursam be
beğime sarıp sarmalıyor,ısınma çareleri arıyorduk.Kimden, neyden yardım isteye
ceğimizi bilemiyorduk.Telefonlar çekmiyordu.Camını kırıp içine girdiğimiz benzinliğin telefonu da çalışmıyordu.En büyük şansımız,hiç olmazsa kulube döküntülerinin
yanında olmamızdı.Ama anlayamadığımız şey şoförler nasıl ve nereye gitmişlerdi.
Kulubenin içine sırayla sıkışıp,etrafta ne bulursak yakıp ısınmaya başladık.Benzilikte yakmadığımız,masa,sıra,kitap türü bir şey kalmamıştı.Sonu sonu otobüsün yakılmaya değer mefruşatını da yakıp,ısınmaya kararlıydık.Yolculardan telefon numaralarını
alarak firmayı ve otobüsü mahkemeye verme planları kuruyordum,bebeğim hasta olursa
onlardan intikamımı alacaktım.
Şafağın sökme anını bütün yolcularla gözümüzü kırpmadan seyrettik.Kimse,kimsenin uyumasına müsade etmemiş; herkes yanındakini ikaz ederek sabaha ulaşmıştık.Yeni
bir gün bize yeni bir umut vermiş,şafak sökerken Maraş’tan gelen midibüsler bizi
almak için buraya ulaşmışlardı.Yolculuğumuzu faciasız atlatmanın sevinciyle pek
rahat olamayan ,ama huzurlu bir sonla tamamladık.
On beş gün sonra Osmaniye terminalinde yeniden Kars’a dönmek için arabaya
binerken tek tek kardeşlerimle ,annemle,sevgili babamla kuçaklaşırken artık o kötü yolculuğa dair aklımda hiç bir şey kalmamıştı.Dünyalar güzeli bebegimi herkes kucaklıyor,nazenin yanaklarını ısırıp,kızartıyorlardı.Bebeğim ısırmalara alışmış, ağlamıyordu artık.Artık hangi kucağa düşse,hangi kola alınsa ısırılacağını biliyor
daha havadayken yanaklarını buruşturyordu.Belki yanaklarına yapışan dişlerin
kimin dişi olduğunu bile tanır hale gelmiş olmalıydı.
Ellerimiz terminalden ayrılana kadar baybaylarda kaldı.Artık Osmaniye’nin içinden çıkıp
Kanlıgeçit’e doğru gidiyorduk.Ama yine garip garip şeyler oluyordu.Biletlerimizi kontrol eden bu adamı nereden tanıyordum.Koltuk numaramız geliş yolculuğumuzdaki numaranın aynısıydı. Bu otobüse sanki daha önce binmişim gibi emareler vardı.Sanki otobüs aynı renk,aynı marka,koltuk kumaşları da aynısıydı.Ön camdaki çatlak sanki daha önce bir yerlerde gördüğüm bir çatlaktı .
Eşime dönerek:
_ Tesadüfe bak geldiğimiz otobüsle gidiyoruz dedim.Yüzüme " pışşık" atarak baktı .
_ Nerden denk gelecek beni kandırıyorsun diyerek bana sokuldu .Bebeğim huzur ve sukunet içinde sevildiğinden,korunduğundan,esirgendiğinden emin bir iç huzuruyla kucağımızda uyuyor,Görkemli dağların,yeşil abalarının arasından çam dallarının bize
el sallayıp hayırllı yoculuklar dilediği virajlardan huzurla geçiyorduk.Hava ne güzel,
doğa ne güzel,ve biz ne kadar mutluyduk .Karım başı omuzlarımda,bebeğim
kuçağımda mışıl mışıl uyuyordu.Eşim ,yanağıma mesafesiz duran dudaklarıyla fırsat
buldukça beni öpüyor,sıcacık nefesini boynuma yakın yakın soluyordu.Parmaklarıma dolanan parmakları ne kadar gerçek,ne kadar somut bir saadetin sıcaklığıydı.
Ama garip olan bir şeyler vardı.Şu anda arkaya doğru geçen diğer şoförü aceba ben nerede görmüş olabilirdim.Yoksa gerçekten de aynı otobüse mi düşmüştük.Bunca
düşük olasılığa rağmen bu mümkün olabilir miydi.Birden yolda kaldığımız esnada
aldığım plaka ve telefon nolarını yazdığım kağıt aklıma gelmişti evet o kağıt ve plaka duruyordu.
Maraş’ a girerken kış yüzünü göstermeye başladı.Sütçü İmam’ı ve Maraşlı Gazileri
Fransızlar’dan koruyup, esirgeyen kahraman Ahır Dağ’ı gün görmüş onurlu başına mazisinden gelen onurunu gururunu gelene geçene göstermek istermiş beyaz bir
kalpaktakmıştı.Her baharda yeniden yeşereceğine işaret olan yeşil hırkasının
üstüne beyaz bir başlık takmış; ihtişamı ve azametiyle "ben burdayım" diyordu.
Bu düşlerden arabadan iner inmez arınmak zorunda kaldım.Bu araba ,o arabaydı.
Bu otobüs bizi Gölbaşı’nda yolda bırakan otobüstü.Bu şoförler ve muavin ,o şoförler
ve muavindi.Geldiğimiz arabayla geri gidiyorduk.Artık şüphe kalmamıştı.
Bu şaşkınlığım bir hayli sürdü.Artık cenup sıcaklarının nefesinin kesildiği yerlere
doğru yaklaşıyorduk,yeşiller azalıyor,gidgide beyazlar çoğalmaya başlıyordu.
Gölbaşı’na ne kadar kalmıştı ki.Artık durumdan haberdar olan eşimde de bir huzur
suzluk başlamış,dönüşünden beri sevgi selinden ağlamaya fırsat bulamayan
bebeğimiz de bizdeki tedirginliği hissetmiş gibi ağlamaya huzursuzlanmaya başlamıştı.
Diğer yolcularla da ilgilenmiyor,onlardan da ,eskisi gibi tanımadığı kucaklarda
gezinmekten de zevk almıyordu.
Kararlıydım,arkada oturan diğer şoförün yanına gidip, durumu anlatmak ihtiyacını duyuyordum.Şunun şurasında Gölbaşı’na ne kalmıştı ki.
Bebeğimi kucağıma alarak yanına gittim.
-Merhaba sizinle konuşmak istiyorum dedim.
- Buyrun .
dedi şoför.
-Biliyor musunuz,onbeş gün önce Gölbaşı’nda bırakıp kaçtığınız yolculuktaki yolcu
lardanbiri de bendim ?dedim.Şoför gülümseyerek bebeğimi kollarımdan kucağına alarak
sevmeye başladı.Uzun uzun olanları analttı bana .Binde bir olacak olan bir arızayı gideremeyip,öyle yapmak zorında kaldıklarını,yolda oğlunu çagırıp orada buluşup
kaçmak zorunda kaldıklarını saydı bir bir.Bir daha öyle şeylerin olmayacağını kırk yıllık şoförlük hayatında ilk kez böyle bir şey yaşadığını vs anlattı.Şimdi güvende olduklarını ,arabanın yeni olduğunu,kolay kolay arıza yapmayacağını izah etti.
- Yolcuların bazılarına bunu anlatayım bari dedim şakacıktan.Gülümseyerek ,
- Kimseye bir şey söylemezsen molada misafirim olursunuz,diye bana rüşvet teklif ediyordu.Ben de :
- Bari iyi bir ziyafet çekin yoksa... diye tehdit ediyordum.
Mola da sesimi yükselterek şoförün duyabileceği şekilde bir kaç yolcuya,yolculuğun
bitemiyebileceğine dair imalarda bulununca; şoför bana " sus " diye işaret yaptı.
Yemeğimiz güzeldi ama,canım tatlı çekince şoför tatlı da ısmarlamak zorunda
kalmıştı.
Yola koyulduğumuzda eşim koltuğumuza gitmiş,ben ve bebeğim şoförün yanında kalmıştık.
-Yolda bıraktığınızyer buralarda bir yerlerde olmalıydı diye sordum.
-Az ilerde dedi şoför gelince gösteririm.
-Önemli değil dedim o kadar.Sadece merak etmiştim.Bu esnada eşim,yanına gitmem
için işaret ediyordu.Bebeğimi kuçağıma alıp doğrulurken anaiden garip şeyler olmaya başladı Otobüs, sağa sola kayıyor, zikzaklar çiziyordu.Tüm kornaları çalmaya başlamıştı.Karşıdan çatlak ön camın hizasından bir ışık gözbebeklerimin içine kadar dalıyordu.Zikzakların arasında şiddetli bir gürültü koptu.Bebeğimin sarsıntının
şiddetiyle ellerimin arasından fren sesleriyle birlikte uçtuğunu dehşetle farkediyordum.Otobüs bir sağa bir sola doğru yatıp kalkarken bebeğimin düştüğü
yere doğru fırlamayı akıl ediyordum.
Her yanım bembeyazdı .Her yanımdan ılık bir ağrı vücuduma doğru yayılıyordu.
Ellerimin üşüdüğünü, kirpiklerimin,gözümün içinin kar, dolduğunu hissediyordum.
Birisi ayak ucumda
- Ah kadın anam ah kadın anam !diye inliyordu.Kime ait olduğunu bilmediğim bir kan gölü
sıcağıyla köpürüyor,üzerine döküldüğü karları bir yandan kınalıyor bir yandan ığıl ığıl eritiyordu.Bebeğim,bebeğim bir pelte gibi duruyordu kucağımda.Yoldan nekadar uzaktaydık.Oradan araba farlarının şavkı bu tarafa vuruyor,insanlar bir o yana, bir
bu yana koşturuyordu.
- Öbür arabada üç kişi ölmüş ,üç kişi ölmüş diye bağırıyordu birisi.
Var gücümle " Otobüs burda,otobüs burda" diye bağırmak istiyordum.Ama sesimin
önünü bir şey tıkıyor, boğazımdaki bir düğüm açılmıyor,sesim kendi iç boşluğumda kayboluyor,sesim hiç çıkmıyordu. Karım,karım neredeydi ?