- 804 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜM BİZİ AYIRANA DEK...
Bugün yokluğunun üçüncü ayı doldu. Sensiz bir güne daha uyandığım doksanıncı sabah… Yani hasrete biçtiğin ömrün cenaze günü bugün…
Bugün vuslat günüydü. Öyle ya sen söz verdinmi tutardın ve söz vermiştin bugün bitecekti karabasan geceler ve sensiz günler…
Bu sabah erkenden uyandım. Kahvaltıdan önce senin çok sevdiğin kış bahçesini düzenledim. (malum sen yokken hiç gitmedim oraya çünkü orası seninle doluydu ve seninle güzeldi) Sonra kahvaltıyı hazırladım ama içimden gelmediği için yapmadım. Tam sofrayı topluyordum ki; kapı çaldı. Kapıda ki postacıydı…
Mektup sendendi. İçimde korku-heyecan karışımı bir duygu belirdi. Sorular sıralanmıştı artarda. Acaba kötü bir haber mi? Acaba bir şey mi oldu? Acaba gelmeyecek mi? Tüm bu sorular beynimi kemirirken; titreyen ellerimle aceleyle açtım zarfı…
Ah nasıl da özlemişim el yazını. Ama gördüğüm şeyin etkisiyle, gözlerimden tüm bedenimi titreten artçı bir sarsıntı yayıldı birazdan kopacak fırtınanın başlangıcı misali.
Sonra gözlerimde bir fırtına koptu ki, ta yüreğime kadar uzanan bir sel oluverdi…
Nasıl olurdu bu? Sen nasıl olurda sözünü tutmazdın? (Şartlar ne olursa olsun sen sözünü tutardın.) Ama gelemiyorum diyordun. Yarın yanında olacağım diyordun. Sen benim ne halde olduğu hiç mi düşünmüyordun ki böyle bir kalemde öteleyebiliyordun geleceğin günü? Önce hırslandım, kızdım sana. Sonra mektubun bir köşesine sıkıştırıverdiğin iki kelimeyi okudum ve bir anda dağıldı başımda ki kara bulutlar…
Kalktım, yarın için hazırlık yapmaya başladım. Allah biliyor nasıl hazırlanmıştım geleceğin için. O çok sevdiğin pembe kazağımı da giyinmiştim. (Bilirim çok severdin pembe kazağımı. Aynı benim senin mavi gömleğini sevdiğim gibi. ) Saçlarımı da aynı gittiğin gün ki gibi taramıştım. Geri döndüğünde beni hiç değişmemiş bulacaktın. Değişen tek şey seni yanındayken olduğundan daha çok özlemiş olmam olacaktı…
Bir yandan tarifsiz bir hayal kırıklığıyla mücadele ederken, bir yandan da büyük bir heyecanla çabucak yarın olması için dua ediyordum. Saat 11.30 u bulmuştu. Ah eskiden böyle miydi? Bu saatlerde elim ayağım birbirine dolaşırdı. Öğle yemeğinde sana güzel bir şeyler yedirmek için elimden geleni yapardım. Ve hep son dakikada yetişirdi yemeğin. Sende hep gülerdin; yorma kendini bu kadar derdin. Ah keşke şimdi yine yemeğini hazırlamaya çalışıyor olsaydım. En azından birazdan kapının çalacağını ve senin geleceğini bilirdim…
Kalktım, bir fincan(tabi ki senin fincanınla) kahve alıp kış bahçesine geçtim. Tam fincanı ağzıma yaklaştırır olmuştum ki; kapı çaldı. Bana isimsiz kocaman bir paket gelmişti. İçeri girer girmez paketi açmaya başladım. O sırada acı bir fren sesi duyuldu…
Pencereye koşacak oldum ama hemen dışarı çıkmak geldi içimden. Ve dışarıdaydım, kalabalığın arasında sürükleniyordum. Orada esmer, uzun boylu; senin mavi gömleğinden giyinmiş bir adam yatıyordu kanlar içinde. Hemen ambulansı aradım. Adam yaşıyor mu diye kontrol etmek istedim ve iyice yaklaştım. Tam elimi boynuna götürüyordum ki; boynunda ki soğuk bişey çarptı elime. Sana aldığım, içinde resmim olan kolye…
Önce boğazımı kesip geçen ama bir türlü duyulmayan bir çığlık yükseldi yüreğimden arşa doğru. Sonra gözlerime yokluğunun kırıntıları doldu ve seller boşanmaya başladı… Pembe kazağım, kanınla kırmızıya boyanmıştı. Bir sana, bir kazağıma, birde kolyene baktım…
Sonra iki kişinin seni sedyeye yatırdığını gördüm. Sen, sevdiğim adam, her ayağım kaydığında düşmekten beni kurtaran adam, benim çocuksu hayallerimde ki biricik kahramanım; sen kanlar içinde çaresiz bir şekilde yatıyordun. Bense ayağı kalkıp, yanına bile gelemiyordum. Sonra seni alıp gittiler ve ben gerisini hatırlamıyorum…
Gözlerimi açtığımda keskin bir ilaç kokusu vardı odamda. Daha ne olduğunu anlayamadan, odama üşüşen insanların meraklı bakışlarıyla karşı karşıya kaldım. İçlerinden biri, gözleri ağlamaktan şişmiş, uzun boylu, narin bir bayandı. Kim olduğunu kestirmek için doğrulup gözlerine dikkatle baktığımda bana sımsıkı sarıldı ve “iyileşecek” dedi kulağıma. Onun annen olduğunu o sırada anladım. Ben derin bir uykudan uyanmış gibi; dinç mi yorgun mu belli olmayan bir haldeydim. Gözlerimi yumdum ve upuzun bir uykuya daha adım atmış oldum. Uyandığımda beni apar topar eve getirdiler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Seni sorduğumda annen odadan çıkıyor, kalanlarsa hala hastanede olduğunu söylüyorlardı…
Birkaç gün daha böyle muammalarla geçti. Uyanıp uyumalar, avuntular… Ta ki hastaneye seni görmeye gideceğimi söyleyene kadar… İstediği şeyi unutsun diye başka bir şeyle avuttukları çocuk olmuştum bir anda… Herkes başka bir şey söylüyordu. Annen de; kapının yanında ki dolabın üzerinde ki kocaman kutuyu getirdi bir anda. Bana avuntu arıyordu belli… Tamam, açacaktım ama sonra yanına gelecektim. Kutuyu açtım…
Bembeyaz, tüm günahlardan, yanlışlardan arınmış güzellikte; saflığın, sadakatin simgesiydi bu. Gözyaşlarım yüzümü yakıp geçen bir nehir gibi boşalıyordu. Üstünde küçük kırmızı bir kutu… Kutunun içinde bir kâğıt… Kâğıdı kaldırınca altında bir çift halka gördük. Kâğıtta ise şunlar yazıyordu: BİR ÖMÜR, YOLUMU BUGÜN BEKLEDİĞİN GİBİ SABIRSIZLIKLA VE HASRETLE BEKLER MİSİN? BENİMLE EVLENİR MİSİN???
İşte şimdi kimse avuntu bulmuyordu bana. Herkes birbirinden perişan haldeydi. Kalktım kapıya doğru yürüdüm ve daha ikinci adımımı atıyordum ki yine gözlerim karardı…
Öyle bir uykuydu ki; uyanmak istemiyordum. Bir ara uyandım. Evde bir koşuşturmaca var ki; öldüm de hep beraber helvamı kavuruyorlar sandım. Yeğenine sorduğumda bir haftadır uyuduğumu söyledi. Yine gözlerimi yumdum. Uyanmak istemiyordum. Göreceklerimden ve duyacaklarımdan çok korkuyordum.
Sağ elimin yüzük parmağında bir soğukluk, elimde ise bir sıcaklık, saçlarımın arasında dolanıp duran bir el hissettim. İsteksizce yorgun göz kapaklarımı araladım…
Sen, sevdiğim adam. Yine mavi gömleğinle, yine o sıcacık gülüşünle karşımdaydın. Alnıma bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma eğilip beni yeniden hayata döndüren soruyu sordun: KALBİMİN EBEDİ VE TEK SAHİBİ OLUR MUSUN???