Berber CAHİT
İçim kabarmaya başlamıştı. Ne zaman içim kabarmaya başlasa mutlaka kötü bir şeyler olurdu. Bu duyguya öylesine alışmışım ki şayet kötü bir şeyler olmazsa fena halde bozulurum. Bir bardak su içerek gidermeye çalıştım ama olmadı. Kendi kendime bir türkü mırıldanmaya başladım. Yine olmadı. Olmadı ve olmayacak da. Hani farklı bir şeylerle uğraşırsam, zihnim farklı şeylerle meşgul olursa, hani düşüncede saplantıya yol açmazsam. Falan, falan, falan.
En iyisi çıkıp biraz dolaşmaktır diye kendimi sokağa atıyorum. Bakarsın açık hava iyi gelir. Açık hava diyorum çünkü temiz hava demeye dilim varmıyor.
Sokağı aşıp da ana yola çıkarken köşedeki evlerin altında karşı karşıya sıralanmış üç beş tane dükkân vardır. Bunlardan hala ilk yapıldığı zamandaki gibi tahta kepengiyle, önündeki söğüt ağacıyla duran berber Cahit’in o küçücük berber dükkânı var. Hiçbir kışta bir kova kömür, bir kıymık odun aldığı görülmemiş. Geveze çırağı yine doldurmuştur ne kadar naylon, lastik eskisi varsa sobaya. Vitrinin üstünden caddeye doğru yatık bir fabrika bacası gibi uzanan soba borusundan kalın ve insanın genzini yakan dumanlar savruluyor. Sobanın üzerinde mutlaka ıhlamur kaynatmışlardır. Çaya para vermemek için sabahtan akşama kadar aynı ıhlamuru sulandıra sulandıra gelen müşteriye ikram ederler de adına da milletin sağlığı için yapıyoruz derler.
Berber Cahit, kendimi bildiğimden beri aynı yerde, aynı kıvamda bir mahalle berberi. Sohbeti hoş olmasına hoş da arada bam teline basıldığında ayranı öyle kabarır ki önünde durana aşk olsun. Onun en kötü huyu altından kalkılamayacak şakalara imza atar olması. Evi dükkânına yakın. Geçenlerde sakal tıraşı olmaya gelen birinin sakalını güzelce bol bol köpürtmüş, yarı yerini tıraş ettikten sonra Cahit ortadan kaybolmuş. Hele şimdi gelir, bekle sonra gelir, beklemişlerse de Cahit ortalarda yok. Aradan bir saat kadar zaman geçtikten sonra Cahit çıkıp gelmiş. Meğer o arada evin altında beslediği ineği yemlemeye, sağmaya gitmiş. Tabi o müşteri bir daha Cahit’in dükkânına uğramaz. Bu yüzden de kolay kolay berberde tıraş olmamaya çalışırım.
Dükkâna girdiğimde dayanılmaz bir koku vardı. Saç soba dirseğine kadar kızarmış, rengi kömür karasına dönmüş çaydanlıkta kaynayan ıhlamurun kokusu bile fark edilmez olmuştu. Sobanın kenarına serilmiş havlulardan yayılan nemli koku da tuz biber oluyordu. Cahit yoktu. Nerede olduğunu sorduğumda geveze çırak ilk defa sırıtmadan Anasının öldüğünü ve evet gittiğini söyledi.
Cahit’in anası beraber oturmuyordu. Komşu kasabada kardeşiyle birlikte oturuyordu. Hasta olduğunu, aklının bir parçasının da kaybolduğunu duymuştum. Cahit “şu havalar bir düzelsin ki anamı yanıma alacağım.” Der dururdu. Allah rahmet eylesin. Demek ki nasip değilmiş kadının kendi memleketinde ölmesi.
İçimin kabarması bundanmış diye kendi kendimi teselli ederek Cahit’in evine doğru yöneldim. Arkadaş arkadaşa bu günlerde gerek olur. Kim bilir şimdi ne kadar üzgün, ne kadar şakındır. İnsanın eli ayağına dolanır, neyi nasıl yapacağını kestiremez. Cenaze mutlaka buraya getirilecektir. Hemen bir hoca bulmak, camilerden salâ verdirmek gerek. Bizde adettendir, üç gün her yemek vaktinde taziye evine sofralı gidilir. Konu komşuyu organize etmek gerekir. Kim hangi vakitte gelecek, baş sağılığına gelenler nerede oturtulacak bunların hep düşünülmesi gerekir. Cahit bütün bunları bir başına düşünecek değil ya. Elbette yakın komşular olarak Cahit yerine bizler düşünmeliyiz.
Eve yaklaştığımda mahalle camiinin hocası boğuk sesiyle salâya başlamıştı bile. Durumu öğrenen eş dost evin önüne toplanmış soğuktan titreşmeye başlamışlardı. Benim büyük oğlana odayı hazırlamalarını söyleyip Cahit’in yanına girdim. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Evin içinde esen buz gibi hava hemen belli oluyordu. Beni görünce sevindi. “Ağabey, duydun mu başıma geleni.”diye boynuma sarıldı.
Oldukça gözü sulu biri sayılırım. Haberleri izlerken trafik kazalarında kaybolan ailelere, vatan uğruna şehit düşen canlara, hatta magazin programlarında yıllar sonra bir birine kavuşan analara, evlatlara bakar ağlarım. Çok zaman onların yerine kendimi kor, onların adına gözyaşı dökerim. Okulda öğretmenimiz tarih dersi anlatırken de ağlardım. Cahit boynuma sarılınca yine ağladım.
Bizim buralarda cenazeden sonra üç gün taziyeye gelinir, her gelen Kur’an okutur. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde baş sağlığı dilerler. Havalar güzel olursa kapı önüne sandalyeler konulur, gelenler orada baş sağlığı dileyerek acıyı paylaşmaya çalışırlar. Ama karakışın tam kara yerinde bu daracık evlerde herkesi bir arada tutmak mümkün değil. Ben de gelen erkekleri benim eve buyur edip oğlana da tembih ettim. Gelenleri karşılayıp buyur etsinler diye.
Cahit, yanıma gelerek “Ağabey, şu sizin arabayla komşu kasabaya gidip cenazeyi alalım mı?” dedi. Gidip gelmek mesele değildi de önce bir telefon edip sorsa mıydık? Hani tam biz yola çıkmışken onlar da yola çıkarlar. Yanlış bir iş yapmış olmayalım bari. Cahit’ten kardeşinin telefon numarasını alıp eve geldim.
Böylesi bir günde telefonda ne söylenir hiç beceremem. Salon ağzına kadar dolu. Başköşede oturan hoca uzunca bir sureye başlamış, yanık sesiyle salonu inletiyor. Telefon hemen hocanın yanındaki sehpanın üzerinde. Oturan bir iki kişinin omuzlarına yüklenerek telefonun yanına vardım. Aslında oldukça tereddütlüyüm ama bu iş bana düştüğüne göre telefonu etmem gerekiyor.
Telefonun karşı taraftan çalan dıt dıtları duyulmaya başladığında kalbim çarpmaya başladı. Telefonunu açan bir kadındı. Önce ne söylemem gerektiğini düşündüm. Aklıma hiçbir söz gelmiyordu. Karşı taraftaki kadın durmadan “alo alo “ diyor, “kimi aradınız söylesenize” diye de kızmaya başlamıştı. Kendimi zorlayarak “Ben Cahit’in komşusuyum” diyebildim. Sonra da dudaklarımdan “başınız sağ olsun” sözleri döküldü.
İşte ne olduysa o anda oldu. Karşı taraftaki kadın “Amanın yetişin Cahit ölmüş” diye feryadı bastı. Birden elim ayağım çözüldü, bütün bedenim buz gibi oldu. Cahit ne zaman ölmüştü ki?
Telefondaki ses değişmişti ama bendeki vaziyet değişmemişti. Telefondaki kadın sesi yerine bir erkek sesi “ Alo, ne oldu kardeşim, söylesenize ne oldu Cahit’e” diye feryat ediyordu.
Ne söylemem gerekiyordu. Ne biliyordum ki ne söyleyeydim. Cahit’in anası ölmüş demişlerdi bana. Cahit de aman öldü diye hazırlık yapıyordu. Peki, kim ne söylemişti de karşıdakiler Cahit ölmüş diye feryat ediyorlardı.
Telefonun ahizesini yavaşça yerine koyup dışarıya çıktım. Ne söyleyeceğimi yine şaşırmıştım. Cahit ortalarda görünmüyordu. Olayı duyanlar akın akın eve toplanmaya başlamışlar, her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı. Kimi mezar kazmaya görevlendiriliyor, kimi de uzak yerlerde oturan akrabalara haber vermeye çalışıyordu. “Cenaze çok bekletilmemeli. Merhume hemen getirilir getirilmez defin işlemi tamamlanmalı.” Diyordu biri, bir başkası “Hiç olmazsa yarın ikindi vakti beklensin. Uzak yerde olanlar ancak yetişir.” Diye fikrini kabul ettirmeye çalışıyordu.
Cahit’i bir kenara çekerek nasıl haber aldığını öğrenmem gerekiyordu. Ortada bir yanlışlık vardı ama herkes ne olduğunu bilmeden akıntıya kürek çeker olmuştu.
“Ananın öldüğünü nasıl öğrendin” diye sordum. Cahit, “ sabah dükkâna geleceğim vakit kardeşim telefon etti. Anamı kaybettik dedi.” Eh, bu sözden de başka mana çıkartılmazdı ki.
Biz, gelenlerle ilgilenelim, Cahit’in kardeşinden haber alalım diye beklerken aradan bir saat geçmişti. Birden sokağın başında bir araba göründü. Cahit heyecanla “işte geldiler” dedi.
Araba yanımıza yaklaştığında arabadan önce Cahit’in kardeşi, sonra yengesi ve en sonra da Cahit’in anası çıktı. Ortalık birden karıştı. Kardeşler bir birine sarılıp ağlaşırlarken anaları manadan uzak bakışlarla onları seyrediyordu. Cahit’in evine de, benim eve de taziye için gelenler sokağa fırlamış olup biteni anlamaya çalışıyorduk.
Toplanan kalabalık bir türlü dağılmıyor. İki kardeş yıllar sonra yeniden bir araya gelmiş gibi sarmaş dolaş, zavallı anaları olup biteni anlamaya çalışır gibi öylece kalakaldılar. Üşümeye başladım. Baktım kimsenin aklında bile değil eve buyurun demek. Ben kollarından çeke çeke zorlan eve girdirdim.
Cahit biraz öfkeli, biraz da küskün bir şekilde “ Yaptığına bir baksana. Bize neler çektirdin.” Diye kardeşine serzenişte bulundu. Ortada ölüm kalım olmadığını anlayıp da derin bir nefes alan Cevat; “ Ama ben anamı kaybettik dedim. Anam öldü demedim ki.” Diye suçlu olmadığını anlatmaya çalıştı.
Meğer Sabiha Teyze evdekilerin haberi olmadan sokağa çıkmış. Kadıncağız, aklının yarısı kaybolduğundan da gittiği yerleri şaşırdığından eve dönememiş. Geç saatlere kadar aramışlar, bulamayınca da belki bir arabaya binip gitmiştir diye Cahit’e meseleyi çaktırmadan haber vermek istemişler. Cevat’ın eşinin “Anamı kaybettik.” Diye suçluluk hissiyle söylediği söz zihinlerde elenip tartılmadan anam öldü şeklinde algılanmış.
Cahit’in evinde hüzün ve sevinç bir anda yaşandı. Baş sağlığı için toplanan kalabalığa yemek verilip ardından çay ikram edildi. Mahallede cimriliğiyle ün yapan Cahit hiç itiraz etmeden onca masrafa katlandı.
Ölüm ve yaşam bir kıl sınırla ayrılıyordu bir birinden. Hıçkırıklarla ağlarken ani bir duygu anaforunda kahkahalarla gülünebiliyordu. Tıpkı bir günde birkaç mevsimi birden yaşadığımız gibi. Berber Cahit bir günde birkaç mevsimi birden yaşamıştı. Aslında yaşadığı mevsimlerden karakış onun olayları tam olarak anlayıp dinlemeyişinin, belki de tez canlı oluşunun bir sonucuydu.
Allah Sabiha Teyzeye uzun ömür versin.
Mehmet TAŞ/Elbistan