Barış Rüzgârları
<i mg src=’www.hizliresim.com/2007/10/29/694.gif’ border=’0’>
Trenler Trenler, ahh trenler, her gün gelip geçersiniz. Kiminiz kara kiminiz ak. Trenleri gördükçe, arkadaşım Hacer Hanımın hikâyesini hatırlarım. l7 Ağustos depreminden önce tanımıştım Hacer Hanım’ı Karasu’da. Sanki yıllardan beri tanıyormuşçasına, sarıldık birbirimize, 17 Ağustos gecesi kumlarda yatışımız, evlerinde kalan aşımızı suyumuzu paylaşmamızı hiç unutamam. Ada pazarındaki evlerine giderken, çocukların bayram sevinciyle dolan yürekleri gibi olurdum. Sanki 5–6 yaşlarında çok sevdiğim anneanneme gidiyorum, elini öpüp bayram harçlığı alacağım, elbisesinin iç cebinden çıkaracağı akide şekeri veya cevizle ne kadar mutlu olursanız o kadar mutlu olurdum, Hacer Hanımların Adapazarı’ndaki tek katlı, bahçeli, etrafı şimşir ağaççıklarıyla çevrili şirin evlerinde. Bahçe kapısından içeri girdiğimde şimşirlerin ilâhi kokusuyla mest olurdum. Radyodan devamlı’ kara tren ’türküsünü istek yapmasını merak eder dururdum. Yüreğindeki küllenmiş yarasının kor olarak kalmasıydı, trenler.
Babası Hasan Efendi Yunanistan’ın hatırı sayılı zenginlerindendi, komşuları da Rum idi ama ayrı gayri yoktu aralarında. Kardeş bilmişlerdi yıllar yılı birbirlerini, hatta kendi yaşıtı okul arkadaşı Eleni ile kan kardeşi olmuşlardı. Okulda da iyi bir öğrenciydi. Okullarında Osmanlıca, Rumca ve Kuran dersi mecburi idi. Oradaki evleri de güllerle bezeli idi, şimşirlerle bezeli bahçesinde, kirazlar merhaba derdi yaza ilk önce, sırayla armut, incir takip eder, hazanda da ayvayla kapatırlardı sezonu. Bütün mahalle meyveye doyardı. Cevizin dalında salıncak kurulmuştu, en küçük kardeşi Şükriye’yi sallamaktan büyük haz alırdı. Hacer evin büyüğü idi ağabeyi Ahmet olsa da annesinin yardımcısı küçük Hacer’di. Yıl 1958 birdenbire iki ülke arası gerginlik yaşanmaya başlandı. Türkiye’deki Rumlar 6–7 Eylül olayları nedeniyle Yunanistan’a göç etmeye başlayınca Yunanistan’daki Türk mahallelerinde de duvarlarda yazılar yazılmaya başlandı. Sabah kalktıklarında Türkleri keseceklerini, çuvallara dolduracaklarını belirten yazıları okuyan küçük Hacer’in babası iliklerine kadar ürperdi. Ellerinde paraları vardı ama aniden Hükümet tarafından paralar tedavülden kaldırılmış, çuvalla paralar ellerinde kalmıştı. Allah’tan biraz birikmiş altınları vardı, kara gün için sakladıkları. Hasan Efendiyi bir düşüncedir aldı, her gece korkuyla yatıp korkuyla kalkar olmuştu. Daha fazla dayanamadı, çocukları evlilik çağına gelmeden, Hasan efendinin tabiriyle (yorgan altından çıkmadan) aileyi Türkiye’ye atmalıydı. Bir sabah kalktığında, aileyi toplayıp kararını bildirdi. Çocuklar ağlamaya başladı, arkadaşlarından ayrılmak, doğup büyüdükleri evlerinden ayrılmak, çok zor gelmişti. Nereden esmişti bu ayrılık rüzgârları. Belki de bu yüzdendi, Hacer Hanımın sonbaharları sevmeyişi. Her hazanda, yüreğine bir hüzün çöker Yunanistan’daki evini hayal ederdi. Ayrılık vakti gelmişti, tüm mahalle evlerini öylece bırakıp göç etmeye başlamışlardı, Belediye uğurlamaya gelmişti onlarca vatandaşı.
Tüm komşuları ellerinde, tepsiler, börekler, çörekler, çikolatalarla gelmişti Herkes göz yaşlan içinde çok sevdikleri beraber gülüp, beraber ağladıkları, içtikleri suyun ayrı gitmediği, komşuları için karınca kararınca hediyeleriyle uğurlamışlardı, Trene bindiler kömürle çalışan kara trenler herkesin gözünde güneş gözlükleri, mecburen, zira trenden dışarı çıkarken kömürün çıkardığı isler rahatsız ediyordu, ilk defa anavatanlarına geliyorlardı onun için etrafı doyasıya seyretmek isterken küçük Hacerin gözündeki gözlük düşüvermişti. Elindeki kurabiye de düşmüştü. Ne kadar ağlamıştı onları düşürdüğüne. Zira onları çok sevdiği Marika ablaları vermişti onlara.
Tren Sirkeci’de durduğunda yorgunluktan bitap düşmüşlerdi, birkaç gün otelde ağırlandılar, zira yolları hayli uzaktı küçük Hacer’in çok sevdiği anneannesine gidiyorlardı. Meliha hanım kızını damadını, torunlannı hayli özlemişti, günlerdir gözleri yolda bekliyorlardı. Sirkeciden Mudanya vapuruna bindiler, iki gün süren yolculuktan sonra yeşillikler içindeki Bursa’daki Meliha hanımın Bahçeli evlerine geldiler Anneannesinin baklavasını ömür boyu unutmamıştı Hacer hanım. Anneannesi mutfakta yemek yaparken devamlı ayakaltında dolaşıp nasıl yemek pişirdiğine bakar dururdu. Zaman zaman annesi Bedriye Hanım bağırsa da, yine bir yolunu bulup mutfağa girerdi. O yüzdendir, güzel yemek yapması.
Günler böylece geçip giderken, Hasan efendinin canı sıkılır. Bursa dar gelmeye başlamıştır çalışmak için. Zira çocuklara istikbal lâzımdır. Oğlu Ahmet’e işyeri gerekti. Ayakkabı imalatı yap maktalardı. Yunanistan’da onun imal ettiği Ayakkabılar, ünlülerin ayaklarında idi. Oğlu Ahmet de çalışma çağına gelmiş, kızları da yavaş yavaş gelinlik çağına geliyorlardı. Kendi kendilerine ev ve iş kurmadan gerekliydi. Sakarya Ovasının çok verimli bir yer Olduğunu duymuşlardı şimdide ikinci göç gerekliydi. Buralara fazla alışmadan gitmeliydiler. Çocuklarının tekrardan üzülmesini istemiyorlardı Biriktirdikleri altınlar şimdi gerekliydi. Zamanı gelmişti. Sakarya ’da büyük bir arsa alıp hem işyeri hem de ev yaptılar. Hasan efendi yapı itibariyle çok çalışkan biriydi. Çocukları da ona benzemişti. Elbirliği ile kısa zamanda evlerini, işlerini kurmaları, Başarlarına başarı katmıştı. Oğlu Ahmet’e demircilik mobilyacılık üzerine atölye açmıştı.
Açtığı yer için başına kendi yetiştirdiği, güvendiği çıraklarını koyuyordu. Kızlar da bayağı büyümüştü. Yanında yetiştirdiği kalfası da askerden gelmiş yine işin başına geçmişti. Mustafa’da gayet efendi birisiydi neden olmasındı. Hasan efendi Mustafa’yı kendi Oğlu Ahmet gibi seviyordu zira çok çalışkandı ve de dürüsttü. Başka ne isteyebilirdi, varsın meteliksiz olsundu, en büyük sermayesi akıllı dürüst ve çalışkan olması değil miydi? Kızı Hacerle, kalfası Mustafa’yı baş göz etmişti kendi elceğiziyle. Hasan efendi akıllı bir adamdı ilerisini görürdü, bu yüzden evlendirmişti. Çok geçmeden yanılmadığını anlayacaktı. Zira Mustafa gece gündüz çalışıp kayınpederine borcunu ödeyip kendi işini de kurmuş oldu. Hacer Hanım eşini hep rahmetle anardı, çünkü yaşadıkları sürece çok mutlu etmişti ailesini. Bir kızı bir Oğlu olmuştu ama eşinin ardından yiğitler yiğidi Oğlu da babasının yanına gitmişti. Gencecik daha askere gidemeden 19 yaşında. Kara trenler ona kara toprağı anımsatıyor olsa gerekti. Yıllar yılı mezarına bile gidememişti, yüreği dayanıp. Kolunda incecik bir bilezik vardı, tek mücevheri oydu, ona baktıkça Oğlunu görür gibi oluyordu. Zira bilezik oğlunun hayat sigortasından ödenen parayla alınmıştı. Eşi ve çocuklarıyla zaman zaman Yunanistan’a giderler, komşularıyla, akrabalarıyla hasret giderirlerdi. Ama bu gidiş gelişler bin bir sıkıntı ile olurdu. İki ülkenin birbirlerine düşman olmasından kaynaklanan bürokratik engellerdi bunlar. Her gidip gelmede dua ederlerdi ailece; hey Allah’ım! İki milletin yüreklerindeki Kin ve nefreti söndür, yerine dostluk ve barış rüzgârları essin diye.
Her acı bir tatlıyı getirir derler ya. 17 Ağustos depremi de barış rüzgârlarını estirip yüreklerdeki kin ve nefreti yok etti, yerine eski dostlukları bıraktı.
Eşi ve oğlu görebilselerdi, yaşayabilselerdi. Tanrıdan tek bir dileği vardı, Hacer Hanımın ve hepimizin. Denizin iki yakasında esen barış rüzgârları daimi olup, dostluk yelpazesi hiç bozulmasın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.