Düşlerde Solar
Düşlerde Solar
Bu şehirde herşey
Kendi içinde çürüyor
benimle beraber.
Güneşin kızıl ışıkları ağarmış saçlarını okşuyordu yanık yürekli Emine Ana’nın. Avludan, seksek oynayan çocukların bağırış çağırışları geliyordu. Bir köpek, sektirilen taşı kapıp kaçtığında bağırtılar daha bir tizleşti. Emine Ana iç geçirip tavukları yemlemeyi bitirdi. Mecalsizdi. Ardından, gözaltına alındı alınalı oğlu yerine koyup, yüreğini açtığı, dertleştiği, sevip kokladığı güle su vermek için seğirtti. Umut’un özlemini gülde gidermeye çalışıyordu Emine Ana.
Çiğ düşmüş gibi ıslandı yaprakları gülün. “Ah oğul ah... Sana mı kaldı işçinin, emekçinin hakkını korumak... Sana mı kaldı laikliği savunmak, koca koca adamlar dururken... Bak, komşular dinsiz belledi bizi. Kapımızı çalan kalmadı... Sen mi baş edeceksin yağmacılarla, talancılarla....” Gözyaşlarıyla suluyordu oğlunun alcağızıyla diktiği gülü. Sanki o kurusa, oğlu da yitip gidecekti.
Dağları leylak rengi bir sis bürümüştü. Yitip gitmekteydi güneşin kızıllığı.
Kondu sokaklarını kuşatan yanık ezgilerin çığlıklaştığı bir akşam üzeriydi. Mahalleli kendi derdinde, Emine Ana’nın derdiyse bambaşka... Ağlamaktan gözleri görmez olmuştu. Ama pencereden yaklaşmakta olan üç karaltıyı seçti. İki kişi birinin koluna girmişler, kapıya doğru sürüyorlardı yürümekte zorlananı. Gözlerinden çok yüreği görmüş, yüreği bilmişti oğlunu.
Bir çırpıda tuttu avlunun kapısını. Umut’un harap bedenini birlikte taşıdılar. Emine Ana’ya yıllar kadar uzun gelen süredir kapısını açmadığı oğlunun odasına birlikte taşıdılar kemik yığınına dönmüş acılı gövdeyi. Titreyen elleriyle boş yatağı açtı. Dokunmaya, kıyamadığı fidanının bedeni parça parçaydı şimdi. Yanıklar, morartılar, cop izleri, kelepçe izleri... Oğulcuğunun kanlı ellerine yapıştı, bastırdı göğsüne. Söz bitmişti; sımsıkı dişliyordu dudaklarını. Öfke kördüğüm olmuş, tıkamıştı boğazını. Damarlarının zonkladığını duyumsuyordu.
Kafasında yüzlerce yanıtsız soru, attı kendini sokağa Emine Ana. Doktorun kapısına nasıl varmış, onu nasıl yaka paça, sürüye sürü’ye getirmişti kondu sunun kapısına, hiç bilmedi. Doktor oğlunu muayene ederken Tanrı dinginliğinde, başı dik, yüreği öfkeli, arşınlıyordu evin içini. Sandığın üzerinde yığılı yatakları yıkıp çıkardı iki dal bileziğini. Ve de üç altın lirayı. Çeyiz sandığını yeniden kapattı.
Muayene bitmişti. Doktor reçetesini yazdı. Emine Ana’nın uzattığı altın liraya bakıp gözlerini kadının acılı-öfkeli yüzüne çevirdi. Elini hafifçe itti Emine Ana’nın. “Oğluna iyi bak,” dedi, çekti, gitti. Gözlerinin nemlendiğini göstermemek için, telaşla.
Emine Ana eczaneye koştu. İlaçları hazırlayan eczacıya titreyen elleriyle bileziklerden birini uzatıp telaş telaş evin yolunu tuttu yeniden. Oğulcuğunun, Umut’unun yaralarını bir an önce sarmalıydı. Ağrı kesicileri içirdi önce, solgun dudaklarını aralayarak. Ve okşarcasına yaralarını merhemle meye koyuldu. Sımsıkı sarılmak, canına sokmak istediği oğlunu incitmeye korkuyordu.
Uykusuz gecenin bitiminde, tam ağırlaşan gözkapakları günün ilk ışıklarına yenik düşecekti ki, bir iniltiyle sıçradı yerinden. “Su, su...” diye inliyordu Umut. Oğlunun başını göğsüne yasladı. Sanki emziriyordu. Damla damla, yudum yudum içirdi canına suyu. Gözleri oğlunun kuytulaşmış gözlerine dikiliydi, dipsiz bir uçurumun kıyısında duruyormuş gibi duyumsadı kendini Emine Ana.
Birden, kocası Murat... Beş yıl önce, işyerinde başına düşen demirle yitirdiği Murat. Ondan geriye kalan tek varlık, tek yaşam tutamağıydı Umut... Neler, neler düşlemişti oğulcuğu için. Babasına benziyordu Umut. O da dayanamıyordu haksızlığa.
Murat sendika örgütlemeye koyulmuştu işyerinde. Sevilen bir işçi önderiydi. Davullarla, zurnalarla çıkmışlardı greve.
“İş kazası,” dediler sonra. Umut inanmadı. “Cinayet,” diyordu. “Babamı öldürdüler...”
Patron bununla yetinmedi. İşyerini zarara uğratmaktan dava bile açtılar, ölmüş Murat’a. Çarnaçar, tazminat talebinden vazgeçmek zorunda kaldılar. Murat’ın ölüsü daha soğumadan patron sarı sendikayı getirdi fabrikaya. Ama babanın haksızlıklara isyanı, direnci, oğula geçmişti.
Murat yaşamı boyunca camiye gitmemişti. Cenazesine de kimse gelmedi. İmam “laiklerin cenaze namazı kılınmaz,” buyurmuştu bir kez. Oğlu ve üç-beş işçi arkadaşı kaldırdılar cenazeyi...
Bir süre sonra avludan yine çocuk sesleri şakımaya başladı. Emine Ana avluya çıktı. “Umut ağabeyiniz çok hasta... Biraz sessiz olun, çocuklar, gözünüzü seveyim...” Gözlerinden dökülen yaşlara hakim olamadı. Çocuklar ürkek, bakıştılar, hemen kestiler seslerini. Yardıma bile yeltendiler; kimi tavukları yemledi, kimi köpeği besledi. Sonra sessiz, çekip gittiler...
Konu komşu ise dinsiz belledikleri bu dirençli aileyi çoktan düşmüştü defterden. Gün boyu, günler boyu kapıyı çalan olmadı.
Kavurucu, uzun günler birbirini kovaladı. Emine Ana tam on üç gün bekledi oğlunun başını. Dile kolay, uykusuz, suskun, sancılı, umutlu on üç gün. Güneşin kavurucu ışıkları altında gün be gün boynunu büken gülü ise unutup gitmişti. Kızıl gül, dayanamayıp kendinden geçtiğinde düş olup düşüyordu aklına ancak. Oğluyla birlikte onu suluyorlar, sonra Umut koşup oynamaya koyuluyor, beraberce yuvarlanıyorlardı toprağın üzerinde. Oğlunu doyasıya öpüp kokluyordu Emine Ana. Sonra yine gülün başına gitti, dokundu. Gül yapraklarını döküverdi. Sıçrayarak uyandı Emine Ana.
Hemen oğlunun başına koştu. “Oğul, oğul, ses ver anana! Aç gözlerini canım oğul; darıldın mı azıcık kestirdim diye... Haydi Umut, aç gözünü, çıldırtma beni! ”
Umut için işkence çok gerilerde kalmıştı artık... Çocuklar Emine Ana’nın çığlığına koşturdular. Geldiler, gördüler. Umut ağabeyleri küsmüştü hayata.
O gece oğlunun başından ayrılmadı. Bir komşu çalmadı kapılarını. Parasızdı; adları dinsize çıkmıştı, Hoca da gelmedi cenazeyi yıkamaya.
Emine Ana kendi elleriyle yuğdu, yıkadı oğlunu. Kuşluğa dek uğraştı, didindi, avluda, kırmızı gülün yanı başına bir mezar kazdı. İşi bittikten sonra içeri, çeyiz sandığının başına geçti, gelinliğinden kalma iki çarşaf çıkardı sandıktan, dokunulmamış, bembeyaz. Oğlunun kefenini hazırladı. Sonra sırtladı Umut’u, boylu boyunca kazdığı çukura uzattı. Yeniden eve döndü, dolabı sökmeye koyuldu bu kez. Kabrin üstünü tahtalarla kapatıp elleriyle toprağı örttü üzerine. Bitkin düşmüştü. Kalkıp eve gitmek istedi; dizlerine söz geçiremedi; oldugu yerde çöktü, kalakaldı. Gözleri oğlunun diktiği güle ilişti birden. Kurumuştu.
Kocasının ölümünden sonra arada bir sigara tüttürme alışkanlığı edinmişti Emine Ana. Oysa oğlu geldi geleli aklına hiç düşmemişti sigara içmek. Elini cebine attı, paketi çıkardı. Bir tane kalmıştı pakette, titreyen ellerle dudaklarının arasına iliştirdi, yavaşça çakmağını çıkardı. İlk çakışta dumanlandı gökyüzü; derin bir nefes çekti Emine Ana, ciğerlerini paralarcasına. Son sözleri dumana karıştı. Savrulan dumana yazıyordu acılarını, özlemlerini. “Düşler de solarmış meğer...” Başı omzundan öne doğru düştü. Çocuklar Emine Ana’yı oracıkta, oğlunun mezarı başında buldular. Sönmüş sigarası ağzında, yanı başında kurumuş bir gül dalı...
Güneşin kırıldığı yerde
Üşür gülüşler
Abdullah Oral