Çocukluğumun Sineması
ÇOCUKLUĞUMUN SİNEMASI
Uzun kış gecelerinin tek eğlencesi gaz lambasının kör ışığında ya cenk hikâyeleri okumak ya da başkaca bir yerde görmediğim pepiç oyunu oynamaktı. Matematikteki artı işaretini anımsatan bez üzerinde yan yana oluşturulmuş karelerden hareketle it boncuğu denilen deniz hayvanı kabuklarıyla oynanan bir oyundu pepiç. Bunun dışında bir de her evde henüz bulunmayan pili kendisinden büyük radyolar vardı. Ancak haber saatlerinde dinlenebildiğinden o pek de eğlencelik sayılmazdı.
Çocukluk yıllarımın en heyecanlı eğlencelerinden biri de sinemaydı. Elma bahçesinin hemen bittiği yerde kocaman bir toprak binaydı Saray sineması. Şehrin tamamına elektrik verilemediği için olsa gerek sinemanın kendisine ait bir de jeneratörü vardı. Daha film başlamadan bir saat kadar önce sinemanın her türlü çalışmasından sorumlu Kozanoğlu bu su aygırına benzeyen kocaman motoru çalıştırmaya uğraşırdı. Kocaman kasnağına sardığı halatı bütün gücüyle çeker, hantal motor sara nöbeti geçirir gibi bir iki homurdanırdı. O homurdanmaya başladığında arkasından kalın bir duman çıkardı ki bütün çocuklar için eğlencenin ilk adımı sayılırdı. Sinemanın saati geldiğinde Kozanoğlu gelen müşterilerin rahatça içeriye girebilesi için elindeki ince iğde ağacı çubuğuyla çocukları kovalardı.
Haftada bir gelen yeni film daha gösterime girmeden afişler sinemanın kapısına asılır, Kozanoğlu çıtalara tutturduğu afişleri sırtına alarak sokak sokak gezer filmin tanıtımını yapardı.O zaman iletişim bu kadar gelişmiş olmadığından sadece vizyondaki filmler değil halkın bilesi gereken her konu tellallar aracılığıyla duyurulurdu. Sokakların en renkli simalarından biri Kozanoğlu diğeri de destancı Vahit’ti. Vahit, halkın ilgisini çekeceğini bildiği olayları manzum şekle sokarak çoğaltır ve sokaklarda yine kendince belirlediği bir makamla söylerdi. Vahit’in yanık sesi anlatılan öyküyü daha da acıklı yapardı. Çocukluğumda dinlediğim Vahit şimdiki değme sanatçılara taş çıkartacak kadar da bu işi biliyordu. Şehrimize genelde yerli filmler gelirdi. Gözyaşının bol olduğu, fakir oğlanla zengin kızın aşkını anlatan filmler seyirciye ağlama nöbetleri geçirtirdi. Daha sinemaya gelmeden Kozanoğlu’nun kendine özgü tanıtımında ağlamaya hazır olunurdu. "Senenin en acıklı filmi, gözünde yaş olmayanlar, yüreğinde yangın olmayanlar bu filme gelmesin. Aşkın gözyaşları bu gün saat ikide Saray sinemasında.” Kozanoğlu’nun geçtiği sokak aralarında kadınlar birbirleriyle sözleşir, akşam yemekleri ta sabahtan hazırlanılarak kocalarından nasıl izin alınacağı tartışılırdı.
Filmin başlama saati yaklaştığında şehrin gençleri sinemanın önünde öbek öbek otururlardı. Ellerinde sigaraları, gözlerinde güneş gözlüğü sinemaya gelen kızlara caka satmaya başlanırdı. Yanlarında çeşit çeşit yiyeceklerle sinemanın yolunu tutan kadınlar oğlanların bu bakışlarından kızlarını korumaya çalışır “Önüne bak kız gebertirim seni.” Gibi tatlı sert ikazlarla kızların aralarında gitmesini sağlarlardı. Cep harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz paralar hep sinemaya gidebilmek içindi. İki üç arkadaş ceplerimizdeki parayı ortaya koyar, kapıda bekleyen Kozanoğlu’na yalvarırdık.”Amman ağbey, paramız eksik yarın geldiğimizde onu da veririz” diye. Kozanoğlu önce nazlanır sonra da bilet almamıza gerek görmeden bizi gizlice içeriye alırdı. Kaç kere okuldan kaçıp sinemaya gitmiştim de, sinema çıkışında beni yakalayan babamdan dayak yemiştim.
Sinemanın içi görülmeye değerdi. Sıralanmış tahta sandalyelerde önlerden yer bulmaya çalışan gençlere Kozanoğlu elindeki sopayla düzen vermeye çalışır, üst kat balkonda oturan kızları görmek için can atan yeni yetmelere de kıyak çıkmayı ihmal etmezdi. Parası olanlar önceden içeriye girip istedikleri yere otururlar, parası olmayanlar kapıdan pencereden açık buldukları deliklerden ne görebilirlerse kâr sayarlardı. Yaşı küçük olanlar en öne sahne kenarına oturtulurdu. Onlar filmi seyretmek için başlarını yukarı kaldırmak zorunda kaldıklarından sinema çıkışı hepsinin boynu tutulmuş olurdu. Film başladığında küçük çocukların gürültüsünü kesmeleri için yine Kozanoğlu devreye girer, elindeki sopayla sandalye kenarlarına vurarak “Susun lan kahpe dölleri.” Diye bağırırdı. Ellerde ayçekirdeği, gözler beyaz perdeye çivilenmiş hiçbir konuşmayı kaçırmadan seyreden kadınlar sık sık mendilleriyle burunlarını siler, ağlayan çocuklarını susturmak için kaba etlerine çimdik atarlardı.
Filmin başlamasından önce gösterilen parçalar bir sonrası için yapılacak planların da öncüsü sayılırdı. “Kız Hayriye, buna da gelsek mi ki bacım?” “ Vallahi ne bileyim anam bizim ki izin verir mi ki?” fısıltıları kadınların oturduğu sıralar arasında yayılırdı. Bazen kendini kaybedip filmi yaşar gibi heyecanlananlar da olurdu. Bunlardan tek aklımda kalanı Şükriye Ablaydı. Anası onun için “ Tam ardis olacak gızdı ya geldi getti de bir çulsuza avrat oldu.” Derdi. Çulsuz dediği Şükriye’nin ikinci kocası kahveci Salih pek de çulsuz sayılmazdı. Kahvecilik yaparak kazandığı paralarla küçük bir bahçenin içinde şirin bir ev sahibi olmuştu. Şükriye çocuğu olmuyor diye birinci kocası tarafından terk edilince bunalıma girmiş, mahallelinin dediğine göre iyice dağıtmıştı. Ama aslına o sadece fotoromanlardaki filmlerdeki hayatı yaşamak isteyen macera düşkünü biriydi.
Filmin yarıdan azı gösterildikten sonra kapılar sonuna kadar açılır, bedavacı çocuklar itişe kalkışa içeriye dolardı. Oturacak yer bulanlar şanslı sayılır bulamayanlar da ya yerlere oturur ya da duvar diplerine dikilirlerdi. Ortalığı kaplayan kalın sigara dumanından beyaz perde sanki sisler arsında gibi görülürdü. Ön sıralarda oturanlar temizlik görmemiş tuvaletlerin sidik kokusundan bayılacak gibi olsalar da içeriye girebilmiş olmanın mutluluğu itirazı engellerdi. Oyuncular değişse de konular hep aynıydı. Zengin kıza âşık olan fakir genç aşkı uğruna her türlü fedakârlığı gösterir, kızın babası elinden gelen bütün kötülükleri sergilerdi. Çok zaman kızı oğlanın elinden zorla alırlar, yiğit delikanlı alnını kurşuna vererek sevdiği kızı kötü adamlardan tekrar kurtarırdı. Kızın kurtuluşundan sonra salonda bir alkış tufanı başlar ve herkes derin bir nefes alırdı. Toprak damlı sinemanın kadınlar için ayrılan bölümü asma kat olarak yapılmıştı. O günlerde çimento henüz şehrimize sık girmediğinden taban tahtalarla kaplıydı. Mazotla sık sık silinen tahtalar ağır bir koku yayar, her adım atışta sinirleri geren bir gıcırtı çıkartırdı. Evden getirilen buğday hediği, kuru üzüm ve buğday kavurgası avuç avuç sıra komşuları arasında paylaşılırdı. En çok da yufka ekmeğin arasına sarılan zeytinyağlı dolmalar kapış kapış olurdu. Kadınların evlerinden yiyecek getirmeleri en çok sinemanın kantincisi Kör Bekir’i kızdırırdı.Gazozcu Ahmet Ağanın yaptığı meyveli gazozlar da olmasa sinek avlayacaktı. Analarının yanında gelen küçükler sıkılmaya başladıklarında bir ağıttır tuttururlardı. " Ana hadi evimiz gedek gı." diye. Filmin en heyecanlı yerine gelindiğinden kalmak istemeyen anası çocuğun kaba etine bir çimdik atar” Sus da geber. Sana gelme demedim mi” diye azarlardı. Kadınların bulunduğu kısımda en zor olan küçüklerin çişleri gelmesiydi. Tek tuvalet aşağıda olduğundan oraya kadar gitmek hem zor hem de o tuvaletler yalnızca erkekler için olduğundan girilmesi zaten imkânsızdı. O zaman da çişi gelen çocuk hemen sıraların arasına oturtulurdu. Sıraların arsına çiş tutulan çocukların sidikleri tahtaların arasından sızar, aşağıda oturanların başına akardı. O zamanda aşağıdan yukarıya doğru galiz küfürler savrulurdu.
Sinemadan çıkış girişten daha da renkli olurdu. Gençler bir an evvel çıkıp kızlara bakmak için kapı önündeki yerlerini alırken küçükler sık sık ezilme tehlikesi atlatırdı. Kadınlar ellerinde mendilleri, gözleri ağlamaktan kızarmış olarak çıktıklarında kararan havadan dolayı evde eşlerine verecekleri hesabı düşünmeye başlarlardı. Bir telaş içinde hızlı adımlarla eve doğru gidilirken de seyredilen film onlarla beraber sokakta devam ederdi.
Sinema yüzünden sık sık kavga eden eşlerin hikâyesi en az seyredilen film kadar heyecan vericiydi. Sinemaya gidecek parayı kocasından alamayan Şükriye, akşam yemeği olarak hazırladığı içli köfteleri yabancı bir komşusuna satarak sinemaya gitmişti.“Aman ne olacak sanki herif gelmeden bir makarna haşlarım olur.”demişti. Ama sinema dönüşü kocasını evde bulmuş, sabaha kadar da eşek sudan gelene kadar dayak yemişti. Komşularına anlatırken “Oh canıma değsin. Sinema parası vermesin yine köfte yapar satarım. O kız o oğlana vardı ya kurban olsun beş Şükriye” diye pişman olmadığını anlatmıştı.
O gün sinema yine ağzına kadar tıkış tıkış doluydu. Kozanoğlu gün evvelinde sokak sokak gezmiş, iki filmin birden oynatılacağını ilan etmişti. Yine gözyaşının sel olduğu “Leyla ile Mecnun” filmi ve beraberinde de “Cehennemde Buluşalım” vardı. İlk gösterilen" Leyla ile Mecnun” filminde salon gözyaşından sele gitmiş, hıçkırıklar tavandaki mertekleri titretmişti. İkinci film başladığında bazı seyirciler ilk filmin etkisini henüz atamamışlardı. Bazen Leyla olmuş Mecnun"un ardından ağıt yakmışlar, bazen de Mecnun olup çöllerde Leyla"yı aramışlardı. "Cehennemde Buluşalım" filmi beyaz perdeye ateş ve gözyaşı taşırken salonda acı bir yanık kokusu duyulmaya başlamıştı. Ortalığı kaplayan duman kimsenin umurunda değildi. Herkes bunun film icabı olduğunu düşünüyordu. Birden film önce kızardı, beyaz perdeye düşen görüntü titredi ve salonun ışıkları yandı. Kozanoğlu canhıraş "yangın var." diye bağırdığında kokunun da dumanın da filimden olmadığı anlaşıldı. Herkes kendini bir an evvel dışarı atabilmek için birbirini tepelemeye başlamıştı. Kimseye bir zarar gelmeden sinema salonu boşaltıldı. Şükriye yine sinemadaydı. Bu sefer kocasından hem izin hem de sinema parası alabilmişti. Komşuları nasıl izin aldığını sorduğunda “Sabaha kadar cilve yaptım" demiş, manalı manalı gülmüştü.
Şükriye eve geldiğinde kocasıyla kapıda karşılaşmıştı. Şükriye"nin korkudan rengi kâğıt gibi beyazlaşmıştı. Topallayarak gelişinden kötü bir şeyler olduğunu anlayan Kahveci Salih "Ne oldu kız, üzüntüden inme mi indi bir tarafına" diye sorduğunda Şükriye o an anlamıştı ayakkabısının tekinin sinemada kaldığını.
Kapıdan içeriye girerlerken Kahveci Salih Şükriye"nin beline destekli bir yumruk vurmuş” İşte şimdi Cehennemde buluştun orospu" diye bağırmıştı. O yangından sonra sinema yeniden yapılmadı. Şükriye de bir daha sinemaya gidemedi. Büyüyen şehrimiz kendisini beton kalıplar arasına mahkûm ederken geriye sadece trajikomik anılar kaldı. Bir de o yıl doğan bütün kız çocuklarının adı- LEYLA.
Mehmet TAŞ
Elbistan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.