- 813 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
11 EYLÜL'DEN KAÇIŞ
Karlı bir gündü. Rüzgar ıslıklar eşliğinde esmeye devam ediyordu. Karşı yan yoldan gelen motosikletli polisler acaba onlara mı gülüyorlardı? Bavulların tekerlekleri bu kaygan yollarda pek de iyi işlemiyordu. Ağırlığın bir ölçme biriminden çok daha fazla bir şey olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. O bir felsefe profesörü olarak ağırlığı her zaman özgürlüğün karşısına koymuş ve özgürlüğün çevikliğini ağırlığın yavaşlığıyla ölçmeye çalışmıştı. Bu ağırlıklardan nasibini almış on iki yaşındaki kısa kıvırcık saçlı kızına baktı. Bu durum karşısında neler hissettiğini kendisine daha sonra sormaya karar vermiş gibi, tüm enerjisini bavulları daha hızlı bir şekilde taşımaya yoğunlaştırdı.
- Haydi, kızım biraz daha gayret. Kanada sınırını geçmek üzereyiz.
Kız sadece “Tamam baba.” diyebildi ve gözlerini derhal babasından kaçırdı.
On dakikalık bir yürüyüşten sonra Kanada sınırını geçmiş bulunuyorlardı. Bir sınır çizgisi sıradan insanlar için bir coğrafi tanımdan başka ne ifade ederdi ki? Oysa tarihin kalbi daima sınırlarda atmamış mıydı? Nice akan insan kanı sadece sınırların korunmasına veya genişletilmesine adanmamış mıydı? Sınırları bir hapishane duvarına çevirmek tarihte ilk olarak kimin aklına gelmişti acaba? Evet karşılarındaki işaret artık Kanada’da olduklarını söylüyordu. Bu işareti bir kurtuluş muştusu olarak mı yoksa gönüllü sürgünün bir başlangıcı olarak mı yorumlamak gerekirdi? Aslında ailesinin başına gelenlerden dolayı sadece ve sadece yorumlar suçlu değil miydi? Ülkesinden kaçış serüveninin sebebi, hayatı, tabiatı, kainatı, parlak yıldızlarla süslü gökyüzünü, tarihi, Tanrı’yı, insanı ve 11 Eylül’ü, hakim zihniyetten farklı yorumlama hakkını kullanmaktan başka neydi ki? Ellerinden düşünme yetisi alınmış, medyanın her dediğini bir maymun gibi taklit eden, eleştirmeden benimseyen, tanımaktansa tapınmayı yeğleyen yığınlar değil miydi onun kaçtığı şey? Arkasında bıraktığı bu koca ülke gerçekten de Emerson ve Henry Thoreau’nun mirasından nasıl bu kadar çabuk uzaklaşmayı başarmıştı?
Bu dondurucu soğuğun vücudunu titretmemesi ilginçti. Kahverengi gözlü, siyah tenli güzel kızı da çok üşüyor görünmüyordu. Küçük kızı bu yolculuğu kendi dünyasında nasıl anlamlandırıyordu acaba? Nihayet Kanada sınır konsolosluğu tam karşılarındaydı. Yavaşça kapıyı aralayan adam önce küçük kızının içeriye girmesini sağladı. Sıcak bir hava dalgasının yüzlerine çarpması ikisinin de hoşuna gitmişti. İçeride yüksek bir masanın arkasında duran orta yaşlı sarışın, gözlüklü bir bayan ve sarışın genç adam önlerindeki bir grup insanla ilgileniyorlardı. Adam bavullarını itinayla bir duvar kenarına yerleştirdi.
- Acıkmış olmalısın, kızım. Çantada bir parça ekmek, krem peynir ve bir kutu meyve suyu var. Gel şu masada bir şeyler yiyelim.
Küçük kız sadece sessizce başını salladı. Belli ki olan bitene bir anlam vermeye çalışıyordu. Son bir hafta içinde yaşananlar küçük bir kızın sindirebileceğinden oldukça fazlaydı. Hayatta sahip olduğu tek bir kimsesi vardı küçük kızın ve o da babasıydı. Onun kaderi babasının bakışları arasında şekilleniyordu. Bu bakışlar son zamanlarda ona gelecek adına pek iyi şeyler telkin etmiyordu. Tek bildiği babasının hayatının tehlikede olduğuydu.
Adam boşalan masayı görür görmez yemeğini bitirmeden yerinden kalktı ve oraya doğru yöneldi. Karşısında az önce gördüğü genç adam vardı.
- Merhaba, bayım.
- Kanada’ya hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?
- Şey, benim hayatım ve dolayısıyla da kızımın hayatı tehlike altında. Biz Kanada’ya iltica etmek istiyoruz.
- Anlıyorum. İltica uzun yasal bir süreç. Bu yasal süreç sonuçlanıncaya kadar Kanada devletinin güvencesi altında olacaksınız. Şimdi size bir form vereceğim. Kızınız ve kendiniz hakkında her şeyi lütfen en doğru şekilde yazıp, buraya getirin. Anlaşıldı mı?
- Tamam, sorun yok.
Formları alan adam tekrar masaya yöneldi. Kızının ve kendinin pasaportunu, taşıdığı evrak çantasından çıkardı ve bir kitabın üzerine koyduğu formu dikkatlice doldurmaya başladı. Uzun bir formdu bu ve kendi ülkesinden kaçış hikayesini de içeriyordu. Formu doldurmak yaklaşık bir saatini almıştı. Yine masanın önüne yönelmişti. Elindeki belgeyi görevli memura uzattı.
- Pardon bayım, forma gerekli tüm bilgileri yazdım.
- Güzel, hikayenizi de eklemişsiniz. Ayrıca İngilizceniz de çok etkileyici. Yazar ya da öğretmen olmalısınız.
- Şey ben üniversitede felsefe profesörüydüm.
Formu inceleyen genç konsolosluk görevlisinin yüzünde bir anda büyük bir şaşkınlık belirdi. Okuduğu bir şeye takılmış gibiydi.
- Affedersiniz, siz bir Amerikan vatandaşısınız değil mi? Pasaportlarınızı görebilir miyim?
- Tabi ki.
Pasaportları dikkatlice inceleyen memurun şaşkınlığı dinecek gibi değildi.
- Şey, evet gerçekten de siz Amerikan vatandaşıymışsınız.
- Bunda yanlış olan şey ne?
- Hayır, beni yanlış anlamayın. Sadece bir Amerikan vatandaşının Kanada’ya iltica etmesi pek de alışık olduğumuz bir durum değil.
- Ya öyle mi?
- Her neyse siz şimdi yerinize oturun. Merak etmeyin, ben işlemler biter bitmez sizi haberdar edeceğim.
Genç Konsolosluk görevlisi derhal telefonun tuşlarını çevirmeye başladı.
- Merhaba Bay Brown, size bir şey danışmak istiyorum. Şu anda iltica talebinde bulunan bir Amerikalı var burada.
- Bir Amerikalı mı dedin? Nasıl biri?
- 50 yaşlarında, uzun boylu, gözlüklü, saçlarını kazıtmış siyah bir Amerikalı. Aksanı çok düzgün. Ve üstelik de bir profesör. Ayrıca yanında 12 yaşında olan bir kızı da var.
- Ne dedin, Amerikalı bir profesör? Aklını mı kaçırmış bu adam? Nesi var bu adamın?
- Bilmiyorum, Bay Brown. İltica başvurusunu işleme koymamı ister misiniz?
- Hayır, öncelikle bu adamın tüm belgelerini odama gönder. Nasıl bir hikayesi var merak ettim doğrusu. Gerek görürsem kendisiyle de baş başa görüşmek isteyebilirim. Anlaşıldı mı?
- Tamam. Birazdan görüşürüz.
Vakit hayli ilerlemişti. Dışarıda yağan kar biraz hızını kesmiş, rüzgarın sesi ise gücünü kaybederek sanki sevgililer arasındaki fısıltılara dönüşmüştü. James işlemlerini takip ettiğini düşündüğü genç memuru zaman zaman bakışlarıyla yokluyordu. Konsoloslukta herkesin işi hallolmuş, sadece o ve küçük kızı kalmıştı. İşlemleri neden bu kadar çok zaman almıştı ki? Acaba Amerikan istihbaratından kendisi hakkında bir takım gizli bilgiler mi edinmeye çalışıyorlardı? Bildiği kadarıyla bu mültecilerin durumlarını düzenleyen insan hakları kurallarına aykırı bir şeydi. Ancak o, bazı yasaların kağıt üzerine geçirilmesi ve uygulanması arasındaki makas farkını gayet iyi bilecek bir yaşam deneyimine sahipti. Dünyanın en özgür sayılan ülkesinde, dahası özgürlük adına dünyayı yeniden tanzim etme görevine soyunmuş bir ülkede, fikirleri yüzünden ölüm tehditleri almış ve bu tehditlerin uygulamaya geçirildiğini düşündüğü için ülkesini terk ederek Kanada’ya iltica başvurusunda bulunmaya karar vermişti. Güzel ve süslü bir çok kelimenin gerçeğin ilk ışıklarıyla beraber ne kadar çabuk çürümeye yüz tuttuğunu hayatın dizlerinde öğrenmişti.
Küçük kızı Lora gerçekten de çok yorulmuştu. Son resmini uykulu gözlerle karalayan küçük kız başını babasının dizlerine yaslayarak uykuya teslim oldu. Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. James belgelerini teslim ettiği masada artık genç adamı göremiyordu. Onun yerini Meksikalı kadınları andıran orta yaşlı, hafif tombul bir bayan almıştı. James kızının başını yan yana getirdiği iki sandalyeye usulca yasladı ve yine doğruca masaya gitti.
- Pardon, vakit çok geç oldu. Gördüğünüz gibi kızım uyumaya başladı ve dosyalarımız bize halen teslim edilmedi. Bize ne olacak böyle? Bu geceyi nerede geçireceğiz biz?
- Nerede kalacağınız konusunda endişelenmenize gerek yok. İşlemleriniz saat 10’a kadar bitmezse sizi bu gece yakınlarda bir otele yerleştiririz. Yok eğer daha önce biterse geçici bir süreliğine sizi barınma evlerimizden birinde misafir edeceğiz.
Görevli kadın tüm bu bilgileri gayet nazik bir ses tonuyla ve yüzünden hiç eksik etmediği bir tebessümle vermişti. James bir başka soru soracaktı ki, aniden telefon çaldı. Görevli kadın kısa bir konuşmanın ardından telefonu kapattı ve
- Şey müdür bey sizinle odasında özel olarak görüşmek istiyor.
- İyi ama gördüğünüz gibi kızım uyuyor. Onu bu halde yalnız bırakamam.
- Kızınız için endişelenmeyin, ben ona göz kulak olurum. Ama önce lütfen beni takip edin.
James, Meksikalı olduğunu tahmin ettiği bu kadını izlemeye koyuldu. Açılan bir kapıdan o ana kadar varlığından haberdar olmadığı, dar fakat çok uzun olmayan bir koridora girdi. Koridorun her iki yanında bazı odalar vardı. Görevli kadın koridorun sonunda soldaki kapıyı yavaşça araladı.
- Bay Brown size bahsettiğim bey geldi.
- Onu hemen içeriye alın. Teşekkürler.
James içeriye girdiğinde karşısında kendi yaşlarında kısa boylu, şişman, gözlüklü, hafif sarışın bir beyle karşılaştı. Oda bir müdür odası için fazla geniş ve modern sayılmazdı. Bilgisayarlı bir masa ve önünde iki sandalye ve bir de üç kişilik siyah deri bir koltuk vardı. Duvardaki Kanada bayrağı ve sürrealist bir resim tablosu dikkatinden kaçmadı. Müdür James’i ayakta karşıladı.
- Hoş geldiniz, şey…
- Adım James, James Parker.
- Benim adım da Colin Brown. Ben burada mülteci komiser şefi olarak görev yapmaktayım. Şöyle oturun lütfen? Bir şey içmek ister misiniz bay James?
- Hayır, teşekkürler. Ben hemen konuya girilmesini tercih ederim. Vakit hayli geç oldu ve kızım solonda uyuyor.
- Kızınız için üzülmeyin. O emin ellerde. Gelelim konumuza...
Odada kısa süren bir sessizlik oldu. Aslında James sorunun ne olduğunu tahmin edebiliyordu.
- Şey biliyorsunuz, Kanada her sene kendi ülkelerinde işkence ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan binlerce insana kucak açar ve yasal bir süreçle durumlarını sonuçlandırmaya çalışır. Bu aşamalar tamamlanıncaya kadar bu insanların sağlık, eğitim ve geçinme gibi tüm insani ihtiyaçlarını uluslararası yükümlülükler doğrultusunda gidermeye çalışır. Benim de burada yaptığım şey bu yasal sürecin başlamasını sağlamak ve bu anlamda tüm mültecilere yardımcı olmak.
- Ülkelerinden değişik nedenlerle ayrılmak zorunda kalan insanlara yardım ediyorsunuz. Manevi tatmin boyutu çok yüksek olan bir iş yapıyorsunuz.
Bay Brown karşısında oturan siyahi adamın çehresine daha dikkatlice baktı. Bu adamın gözlerinde farklı, derin bir bakış vardı ve bu bakıştaki mananın asalete mi yoksa hayatı ciddiye almayan bir alaycılığa mı yakın olduğunu düşündü. Her halükarda karşısındaki kişi Amerikalı bir profesördü ve onun derslerden bunalarak macera arayan bir kaçık mı yoksa gerçekten korunmaya ihtiyacı olan bir mülteci mi olduğuna karar vermek için konuyu zorlu bir mecraya çekmesi gerekiyordu.
- Bakınız, sizinle açık konuşacağım. Belgelerinizi inceledim ve hikayenizi okudum.
- Umarım Amerikan istihbaratından hakkımda bilgi almamışsınızdır.
- Hayır, bu insan hakları ihlaline girerdi. Bizim için asıl olan sizin bize anlattıklarınızdır. Ayrıca ben burada söylediklerinizi yargılayacak makam değilim. Bu daha önce de size belirtildiği gibi uzun süren yasal bir süreç. Bu süreçte sizin kendi avukatınız, savcılar ve bu konuda uzman hakimler olacak. Bizim tek yaptığımız bu süreci başlatmak. Yani bizi hiçbir konuda ikna etmeniz gerekmiyor.
- Buna sevindim. Zira şu an kimseyi ikna edecek halde değilim. Gerçekten de çok yorgunum. Son bir haftadır doğru dürüst uyku uyuyamadım.
- Bu bir sorgulama değil, sadece yanlış anlaşılmayı engellemek için sizinle biraz sohbet etmek istiyorum. Bu göçmenlikle ilgili son yapılan düzenlemeler açısından da bir gereklilik.
James sözün nereye varacağını ve hiçbir şekilde içinde yer almak istemediği bir diyalogun parçası olacağını anlamıştı. Gözünü sehpanın üzerinde duran kül tablasına çevirdi. Hiçbir sigara izi yoktu. Acaba bu odada sigara içiliyor muydu? Bay Brown, James’in ne yapmak istediğini anlamış gibi araya girdi.
- Üzgünüm bu odada sigara içilmiyor. Kül tablası sizi aldatmasın. O sadece bir süs… Benim öğrenmek istediğim şey Amerika’dan Kanada’ya neden iltica etmek istediğiniz.
- Neden mi? Amerika’dan Kanada’ya benden başka iltica etmeye gelen yok mu? Benim bildiğim kadarıyla her gün yüzlerce değilse bile onlarca insan Amerikan sınırını geçip Kanada’ya iltica ediyor.
- Evet ama onların hiç biri Amerikan vatandaşı değil. Onlar farklı ülkelerden geliyorlar ve Amerika’yı sadece Kanada’ya geçmek için bir araç olarak kullanıyorlar. Bir de son günlerde birkaç Amerikan vatandaşı Müslümanla karşılaştık. Amerika’da 11 Eylül sonrası bazı olumsuz tepkilerden korkup kaçanlardı bunlar. Beni mazur görün, Kanada’da kesinlikle bir insana dini ayrımcılık olarak algılanabilecek sorular sorulmaz ama siz Müslüman mısınız?
- Hayır değilim ama ne fark eder ki? Ben baskı ve zulmün gerçek bir din ayrımcılığı yapacağına zaten hiç inanmadım.
- Bakın görevimizin bir parçası olarak eşyalarınızı inceledik, ve bavulunuzda bir çok kitap gördük. Bu kitapların büyük bir bölümü Marcuse, Adorno, Erich Fromm, Habermas, Horkheimer gibi Frankfurt Eleştirel Felsefe Okulu temsilcileri tarafından yazılmış.
James’in bakışları şimdi hafif bir tebessüm örtüsüne bürünmüştü. Bu tebessümün karşısındakini mahcup edecek bir tür alay olarak algılanmaması için hemen söze başladı.
- Beni yanlış anlamayın ama sanırım siz de felsefeye ilgi duyuyorsunuz, doğru mu?
- Evet, ama doğrusu okumalarım o kadar da derinlikli değil. Yine CV’nize eklediğiniz bilgilere ve pasaport işlemlerinize bakılırsa siz iki haftada bir Londra’ya uçuyormuşsunuz. Çünkü tam zamanlı olarak çalıştığınız New York Devlet Üniversitesi yanı sıra, Londra’da bir özel üniversitede de dersler veriyormuşsunuz. Yani siz uçan bir profesörsünüz.
- Evet zaman zaman yeryüzünün ikiyüzlülüğünden sıkılıp gökyüzünün sonsuzluğunda teselli aradığım olur ama bunda bir mahzur mu var?
- Elbette hayır. Espritüel bir kişiliğiniz var. Bu iyi. Benim merak ettiğim şey bu kadar saygın bir pozisyonda olan Amerikan vatandaşı bir profesörün neden Kanada’ya iltica etmek istediği. Ben şu Montreal’de Amerika’da bir üniversitede çalışmayı canı gönülden isteyen onlarca üniversite öğretim görevlisi tanıyorum.
- Sanırım hikayemi okudunuz ve cevabı da biliyorsunuz.
- Ben sizin ağzınızdan dinlemeyi tercih ederim. Hikayenizde bazı devlet ajanları tarafından öldürülmek istendiğinizi söylüyorsunuz ama yine de tüm bunlar pek açık değil. Bay James, Amerika gibi dünyanın en özgür ülkelerinden birinde bizzat devlet neden sizi ortadan kaldırmak istesin ki?
James hafifçe başını salladı. Korktuğu başına gelmişti. En azından ortada beklenmedik sürpriz bir durum yoktu. Hem o son iki yılda kendi ülkesinde yaşadıkları sayesinde sürprizlere karşı daima hazır olmayı da öğrenmişti. Hafif bir iç çekerek sözlerine başladı.
- Yaşadığımız dünyada bir çok şey öyle göründüğü gibi değil. Şahsen ben özgürlüğün Amerika’da bir yanılsamadan başka bir şey olmadığı kanısındayım. Kapalı bir salonda, kuşu salıvermeyi bir özgürlük mahareti sanan bir medeniyetin yaratıcısı olmakla boşuna övünüyoruz. Özgürlük insanın kendini tanımasıyla başlar. Biz ise kendimizden uzaklaşmayı özgürlük olarak görüyoruz. Ruhlarımızın gökdelenlerin bodrumuna sıkıştığını ise bir türlü fark etmek istemiyoruz. Ruhlarımızdaki boşluklar en yüksek gökdelenlerin dolduramayacağı kadar derin, ama bunu anlamak isteyen yok gibi. Özgürlük ile serserilik arasındaki ince çizgiden habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. Hayatımız bir manadan özgür, kalplerimiz sevgi ve merhametten özgür, kadınlarımız şefkatten özgür ve liderlerimiz en ufak insanlık kırıntılarından dahi yoksun. Oysa özgürlük yoksun olmak değil. Aksine özgürlük sahip olmakla başlar. Neye? Her şeyden önce kendimize… Kendi benliğimizi bir zindana çevirdikten sonra özgürlük adına salvolar atıp ülkeler işgal ediyoruz. Yüksek teknolojimizle tabiatı tahakküm altına almaya çalışarak özgürlüğe ihanet ettiğimizin bilincine varamıyoruz. İşte ben hürriyetin içini boşaltan bu özgürlük anlayışını, gerçek özgürlük adına reddediyorum.
Bay Brown’ın yüzündeki ifade aniden değişmişti. Karşısında konusunda otoriter bir düşünür vardı ve onun sırlarını çözmek için önce onun fikirlerini anlaması gerekiyordu. Bir öğrencinin saygı dolu yüz ifadesini giyinerek sordu bu kez.
- Bağışlayın beni ama söylediklerinizi anlamakta güçlük çekiyorum. Kendine has fikirleri olan çok özgün bir kişi olduğunuz açık. Ama sanırım bir bilim adamı olarak bilimin ve teknolojinin bize sunduğu nimetlerden vazgeçmek istemezsiniz?
- Bilim ve teknolojinin nimetlerinden faydalanmak ile bilimi kutsal bir ineğe, teknolojiyi ise tanrısız modern bir tapınağa çevirmek arasında çok büyük bir fark var. Biz Bacon ve Descartes’tan beri bilginin insanı özgürleştireceğinden dem vurduk. Rönesans ve Aydınlanma Felsefesi bu amaçla hayata geçirildi. Bugün ise geldiğimiz bu noktada bilgiyi özgürleşme ile eşleştiren çok az aydın var. Bacon bilgiyi güç olarak görüyordu. Biz bir adım daha ileriye giderek güçle hakkı aynı potada erittik. Eğer güçlüysen bu dünyada istediğini yapma özgürlüğün var. İngiliz filozof, Betrand Russel’ın da itiraf ettiği gibi, bu bilgi ve teknoloji anlayışı, bugün bizi büyük bir uçurumun kıyısına getirip bırakmıştır. Dün insanlık Hiroşima ve Nagazaki’yi gördü. Yarın tüm dünyanın bir düğmeye basılmak suretiyle yok edilmeyeceğini bize kim garanti edebilir? Alexis Carrel’ın deyişiyle, modern medeniyet insan için bir ev inşa etti, ama bu ev insanın özellikleri ve en asli ihtiyaçları göz önüne alınmadan inşa edildiği için insan ruhuna uymuyor. Dilerseniz bu defa ben size bir soru sorayım, böylece konuşmamızı bir tür monolog olmaktan çıkararak onu diyaloğa dönüştürelim. Sizce Aydınlanma Felsefesinin üstatlarından olan John Stuart Mill ile Jules Ferry’nin aynı zamanda koloniciliğin en ateşli savunucuları olması sadece bir tesadüfle açıklanabilir mi?
Bu soru Bay Brown üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. Konuşmasına hafiften kekeleyerek başladı.
- E şey, ben aslında bu konuda fazla malumat sahibi olduğumu söyleyemem. Ama nereye varmak istediğinizi sanırım anladım.
Profesör karşısındakinin bilgisizliğini yadırgamayan bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü.
- Evet geldiğimiz noktada, Psikolog John Dewey’in tespitiyle, bugün insan, edindiği onca bilgi yığınına rağmen, tarihin her döneminden daha güçsüz. Bilgi insana tek başına bir anlam bağışlamaz ve yine büyük psikolog Victor Frankl’ın da belirttiği gibi insan için anlamsız bir hayatın yükünü taşımak çoğu zaman mümkün değildir. Bilgimizi ne için kullanmamız gerektiğini bize kim söyleyecek? Ayrıca bu bilgi birikimine nasıl güvenebiliriz? Bu bilgiyi biz hangi akılla edindik? Neden Descartes’ın aklına sarılırken, Pascal’ın kalbini unuttuk? Aklımız bizi inancın ve sevginin yoluna götürmüyor diye, inancı ve sevgiyi aklın afyonu olarak görmekten ne zaman vazgeçeceğiz? Neden Sartre ve Camus akıldan şikayet edip absürde sarılmayı tercih etti? Nietzsche alacakaranlıkta hangi putları yıkmaya çalışıyordu? 11 Eylül’ü gerçekleştirenler gerçekten Müslüman teröristler miydi? Eğer onlardıysa neden ikiz kuleleri vurmayı seçmişlerdi?
Bu son söylenenler, Bay Brown’ı oldukça rahatsız etmişe benziyordu. Yerinden doğruldu. Bu defa yüzünde ve ses tonunda bir öğrenci edasıyla takındığı o saygılı ifadeden eser yoktu.
- Bu ilk bahsettiklerinizle sonuncusu arasındaki bağlantıyı anlayamadım. Yanılmıyorsam, 11 Eylül terörist saldırısını savunur gibi bir noktaya geldiniz, doğru mu?
Profesör muhatabında aradığı cevheri bulamamış bir madencinin ezikliği içinde parmağındaki altın yüzüğü gevşeterek sözlerine devam etti.
- Hayır, benim demek istediğim şey, bize her söylenen şeye, düşünmeden, sorgulamadan ve eleştirmeden inanma ucuzluğundan kaçınmamız gerekiyor. Düşüncenin ucuzlaması insanlığa çok pahalıya mal olur. Düşünce kuşu, yüksekte, dağların zirvesinde uçmayı sever. Onu ucuz yargıların kafesinde yaşatmanıza imkan yoktur. Ben Frankfurt Eleştirel Felsefe okulunun bir bağlısıyım, neden? Çünkü Eleştirel felsefe insana her şeyi eleştirme yetisini kazandırıyor. Eleştiremeyen insan gerçekte asla özgür olamaz. Bu yüzden ben en güvendiğimiz fikirleri bile eleştirmekle işe başlarım. Marksizmi eleştiririm; zira Marksizm insan iradesinin tapusunu üretim araçlarının eline vermiştir. Kapitalizmi eleştiririm; zira Kapitalizm insan onurunu ve emeğini sermayeye endekslemiştir. Egzistansiyalizmi eleştiririm; zira Egzistansiyalizm insanı özgürlüğün elinde bir oyuncak yapmıştır. Postmodernizmi eleştiririm; zira Postmodernizm Afganistan’ın ve Irak’ın işgal edilmesini sadece zihin egzersizleri eşliğinde seyretmekle yetinmiştir. Hristiyanlığı eleştiririm; zira Hristiyanlık imanın gücünü insanın sefaletinde ve mutsuzluğunda aramıştır. Freud’u eleştiririm; zira Freud insan ruhuna olan yabancılığını cinselliğin ateşinde yakmaya kalkmıştır. İnsanı genlere indirgeyen ve hayvanlara laboratuarda işkence ederek ilerlemeyi marifet sayan bir bilim anlayışı da, kendine tapan ve aşkı tanımayan mağrur bir akıl felsefesi de eleştiri oklarımdan nasibini alır. 11 Eylül’ü eleştiririm; zira 11 Eylül dünyada benzeri görülmemiş ölçüde Amerikan yayılmacılığına ve zayıf halkların hiçbir delil gösterilmeden tahakküm altına alınmasına ve çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapılmadan şehirlerin misket bombaları eşliğinde vahşice yağmalanmasına ortam hazırlamıştır. Bugün 11 Eylül’ün en büyük mağdurlarının Müslümanlar olduğu, kimse için yeni bir bilgi olmasa gerek.
Bu sözler Bay Brown’ı daha çok rahatsız etmişti. Elindeki kol saatine baktıktan sonra konuşmaya başladı.
- Gerçekten de takdir edilecek bir felsefe kuramı bilginiz var. Müslüman olmadığınızı söylüyorsunuz ama bu son sözlerinden Müslümanlara yakınlık duyduğunuz izlenimini edindim.
- İslam ve Müslümanlar hakkında çok şey bildiğimi iddia edemem. Ama en basit bir araştırma bile İslam dininin Batı dünyasında nasıl yanlış tanıtıldığını göstermeye yeter de artar bile. Edward Said’in “Oryantalizm” adlı eserini okumak, Frants Fanon’un Cezayir’in işgal edilişi hakkında yazdıklarına bakmak, ve Richard W. Southern’ın “Orta Çağ Avrupasında İslam Algısı” adlı eserine şöyle bir kısa göz atmak bile bize bu konudaki çarpıtma ve tahrifin boyutunu göstermeye yetecektir. Örneğin siz, Müslümanların, Hristiyanların İsa’ya taptıkları gibi, Muhammed’e tapmadıklarını biliyor musunuz? Oysa İslam kelimesini yüzyıllarca batı dillerine “Mohammedanism,” (Muhammedilik) diye çeviren bizlerdik. İslam’ın cihad kavramını, Müslümanların bu konudaki taleplerine inat, İngilizce’ye “holy war” (kutsal savaş) diye çevirmeye devam edip, onu mesela, Bernard Lewis’in anlamlandırdığı gibi mi anlamalıyız?
- Sizin gibi aydın bir profesörün, İslam ve Müslümanlar hakkında bu kadar övgü dolu sözler sarf etmesini aklım almıyor. Kabul ediniz ki, İslam’ın öğretilerinden çok etkilenmişsiniz. Müslüman ülkelerin dünyadaki konumlarına bakılınca doğrusu durumları pek de iç açıcı görünmüyor.
Siyahi profesörün gözlerinde belli belirsiz bir tebessüm dalgalandı. İnsanlar neden hep karşısındakini yanlış anlamaya bu kadar meyilli oluyor ve diğerlerini anlamadan yaftalama yoluna başvuruyorlardı? Profesör elleriyle gözlerini biraz ovuşturdu. Konuşmalarında öfkesine hakim olmak ve konuşmayı normal seyrinde götürmek için kullandığı bir teknikti bu.
- Doğrusu eğer Müslüman olsam veya İslam’a yakınlık duyuyor olsam bunu sizden saklama gereğini duymazdım. Zaten ülkemde hiç kimseden çekinmeden söylediklerim yüzünden şu an buradayım ve sizinle konuşmaktayım. Biz Batılılar nedense iyi ve yeni olan her şeyi kendimize atfetmeye bayılırız. Bunu da ne yazık ki diğer medeniyetleri başkalaştırarak, hatta bazen şeytanlaştırarak yaparız. Oysaki önyargılarımızı kuşanarak hakikate, tabi bir hakikat varsa şayet, ulaşmamız pek olası değil. Bugün geldiğimiz noktada Batı medeniyeti sadece bizim ürünümüz değil. Hintliler, Mısırlılar ve İslam medeniyeti olmasaydı bugün bir Batı medeniyetinden bahsediyor olamazdık. İslam medeniyetinin Batı medeniyetine yaptığı katkıları kütüphanelerin tozlu raflarında araştıracak kadar vaktiniz yoksa buna üzülmenize gerek yok, sadece kullandığınız bazı kelimelere bakın. Mesela Chemistry (Kimya), Algebra (cebir), zero (sıfır) gibi bilimin olmazsa olmazları köken olarak hangi dilden geliyor sizce? Söyleyeyim, Müslümanların bilim dili olan Arapçadan. Bir çok batılı bilim adamı bugünlerde modern bilimin iki temeli olan deney ve gözlemin bile Batıya İslam aleminin hediyesi olduğunu yazıyor. Roger Bacon neden acaba Arapça öğrenme gereğini duymuştu ki? Muhammed şayet Maxime Rodinson’un dediği gibi bir silah peygamberi ise, o zaman Almanların büyük edebiyatçısı Goethe, Rus edebiyatının zirve ismi Puşkin, İngiliz edebiyatının önemli ismi Bernard Shaw, tanınmış medeniyetler araştırmacısı Will Durant, Prens Bismark ve daha niceleri neden Muhammed’ten bu kadar çok etkilenip ona ve kurduğu medeniyete hayran kalmışlardı? Gördüğünüz gibi gerçekler o kadar gizemli değil, yeter ki biz aklımızı ve kalbimizi ona açalım.
Bay Brown tekrar saatini yokladı. Anlaşılan bu konuşmalardan biraz sıkılmıştı ve sanki konuyu değiştirmek için bahane arıyor gibiydi.
- Bay James, sanırım konuyu çok dağıttık. Sorduğum sorulara konuyu değiştirmeden biraz daha direkt cevap verirseniz sevinirim. Zira sizi burada daha fazla alıkoymak istemiyorum. Şu var ki yeni göçmenlik yasası iltica başvurularını işleme koymak için bizi bu soruları sormaya yetkili kılıyor.
James bu son söylenilenlerde bir tehdit havası sezmişti. Ama o da Kanada’ya iltica başvurusu yapmaya karar vermeden önce Kanada Göçmenlik Bakanlığının resmi internet sitesini incelemişti ve göçmenlik komiserinin dediklerinde haklı olduğunu bildiği için de ortada itiraz edecek bir durum yoktu.
- Evet Bay James, lütfen bize kendi hikayenizi anlatır mısınız?
- Ben İkinci Dünya Savaşı sıralarında Almanya’dan Amerika’ya Nazi baskısından kaçan bir ailenin çocuğuyum. Babam özgürlük için geldiği bu ülkeden oğlunun yine özgürlük için başka bir ülkeye sığınacağını o zamanlar nereden bilecekti? Çocukluğumun fakirlik içinde geçtiğini ve kitaplardan başka çok fazla arkadaşımın olmadığını hatırlıyorum. Üniversiteye başladığımda annem buna çok sevinmişti. Tek sorun babamın aynı kıvancı yaşayacak kadar uzun bir ömür sürememiş olmasıydı. Üniversite yıllarında ilk defa kendimi, hocalarımı ve hayatı eleştirmeyi öğrendim. Bu yıllarda Marcuse’nın “Tek Boyutlu İnsan” adlı eseri beni çok etkiledi ve kendimi yeni bir entelektüel ortam içinde buldum. Bazı geceler sabaha kadar kitap okuduğumu hatırlıyorum. İyi başlayamadığım üniversiteyi parlak ve başarılı bir öğrenci olarak bitirmeyi başarmıştım. Üniversitede asistan olarak kalmam asla bir dalkavukluğun sonucu değildi. Tüm hocalarım olaylara farklı bir perspektiften bakma kabiliyetimden dolayı bana övgüler diziyorlardı. Önce mastır, sonra doktoramı başarıyla tamamladım. Profesör olduğumda ise henüz otuz yaşına girmiştim. Artık üniversitede yeri sağlam bir öğretim üyesiydim.
Nietzsche gibi, çağa aykırı fikirlere her zaman sevdalı oldum. Arkadaşlarım beni hep her şeye muhalefet olmakla suçlarlardı. Yine de görüşlerimden etkilenen çok sayıda öğrencim oldu. Bu yıllarda Amerika’nın göreceli özgürlük havasını birkaç uyarı kokan söz dışında ben de doyasıya teneffüs ettim.
- Uyarıları kimden ve neden dolayı aldınız?
- Tabi ki üniversite yönetiminden. Konferanslarda ve derslerde dillendirdiğim fikirlerin çok radikal olduğunu ve öğrencileri şiddete teşvik edebileceğini söylediler bana.
- Bu yıllarda genel olarak derslerinizde ve konferanslarınızda ne konuşuyordunuz?
- Marcuse’dan alıntı yaparak modern insanın tek boyutlu bir varlığa döndüğünü, gençliğin cinsellikle uyuşturulduğunu, medyanın düzenbazlar tarafından halkları uyutmak için kullanıldığını, kapitalizmin bir sömürü düzeni olduğunu, insanın teknoloji sayesinde kendine yabancılaştığını, tabiatın elimizde fahişe bir kadın gibi muamele gördüğünü ve bizim teneffüs ettiğimiz özgürlüğün Afrikalı kardeşlerimizin kanıyla sulandığını ve benzeri şeyler.
- İlk defa ne zaman ve nasıl ölüm tehditleri almaya başladınız? Yazınızda biraz bahsediyorsunuz, bunu detaylandırmanız mümkün mü?
- Yaklaşık olarak iki yıl önce, 11 Eylül’den hemen sonra. Ben 11 Eylül’ün bir kurmaca olduğuna inandım ve bu konuyu derslerimde, konuşmalarımda öğrencilerimle tartıştım. Bir de “11 Eylül’ün Gizemli Gerçeği” adlı bir kitap yazdım. Bu kitapta düşüncelerimi açıkça ortaya koyuyordum. Bir gece saat 12 sularında bir telefon aldım. Bu yönde yaptığım konuşmaları devam ettirmenin hayatıma mal olabileceği söylendi bana. Buna aldırış etmedim. Ardından başka tehdit telefonları ve bunları takipler izledi.
- Sizi kim takip ediyordu? Bu konuda polisle irtibata girmeyi denediniz mi?
- Beni kimlerin takip ettiğini bilmeme imkan yok. Polisle görüştüm elbette ama bu konuyu geniş bir şekilde araştırdıklarını söylemelerine rağmen herhangi bir sonuca ulaşamadılar. Aslında ben bu tehdit mesajlarının ve takiplerin arkasında Amerikan istihbarat ajanlarının olduğundan şüpheleniyordum ve polisin bu konudaki gevşek tutumu şüphelerimi daha da güçlendiriyordu.
- Neden Amerikan İstihbaratından şüphelendiniz ki? Bu tehditlerin arkasında fikirlerinizden hoşlanmayan herhangi bir marjinal gurup olamaz mıydı?
- Evet, bu mümkündü. Ama son zamanlarda Cumhuriyetçi bazı politikacıların, üniversite yönetimine, görüşlerimi değiştirmezsem görevime son verilmesi noktasında baskı uyguladığının farkındaydım.
- Üniversite yönetiminden bu yönde bir telkinle karşılaştınız mı?
- Bazı dostça nasihatler oldu. Ama üniversite rektörü bu konuda her türlü baskıya karşı dağ gibi cesurca durmayı bildi. Bir ay kadar önce benzer düşünceleri paylaştığımız en yakın profesör arkadaşım öldü. O da benim gibi ölüm tehditleri alıyordu. Ölmeden önce bana zehirlenmekten korktuğunu söylemişti. Otopsi raporu istedik, gerçekten de zehirlenerek susturulmuştu. Arkadaşımın ölümünün ardından aldığım son telefon tehdidi, beni de aynı sonun beklediğini söylüyordu. Polise gittim, ama polis bu olayı daha detaylı araştırmak yerine, söylemime çeki düzen vermemi tavsiye etti. Son bir aydır ben de yiyeceklerime çok dikkat ettim. Açıkta bir şey yemediğim gibi, yerken yarım bıraktığım hiçbir şeyi yemeye devam etmedim. Geceleri uykusuz kaldım. Ölümün soğuk gölgesi sanki beni her adımda takip ediyordu.
- Kızınızın bütün bu olanlardan haberi oldu mu?
- Evet ne yazık ki, sevgili küçük kızım Lora bu durumu öğrendi. Bu onun için annesinin ölümünün ardından yaşadığı ikinci büyük şok oldu. Annesini dört yıl önce, henüz sekiz yaşındayken kaybetti. Ben o günden sonra onun hayatındaki tek dayanak oldum. Normalde sessiz ve duygusal bir karaktere sahip olan kızım hayatımın tehlikede olduğunu sezince büsbütün hayata küstü ve sessizleşti. Amerika’dan kaçışım aslında biraz da kızım için. Kızım için hayatın zorluklarına göğüs gerip yaşamaya devam etmekten başka çarem yok.
- Bunu anlarım. Benim takıldığım nokta, neden Amerikan Yönetimi görüşlerinizden bu kadar rahatsız olsun ki?
- Bunu bilemem. Tek bildiğim 11 Eylül sonrası Amerika’da Müslümanlara yapılan baskı ve ayrımcılığa karşı sesimi cesurca yükselttiğim ve bunun birilerini rahatsız etmiş olabileceği.
O ana kadar konuşmaları büyük bir dikkatle dinlemekte olan bay Brown, James’in iltica başvurusu için yazdığı hikayesine göz gezdirmeye başladı. James’in anlattıkları ile yazdıkları arasında bir çelişki var mı diye kontrol ediyordu.
- Amerika gibi demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülkede böyle şeylerin olabileceğine inanmak gerçekten de çok güç. Ama bundan sakın sizin hikayenize inanmadığım anlamını çıkarmayın. Hem böyle bir yargıda bulunmak bana düşmez.
- Demokrasi ve özgürlük eşitlikle beraber anlam kazanır. Adaletsiz bir toplumda siz oyunuzu sandığa atmadan önce, kitle iletişim araçları atacağınız oyu yüreğinizin sandığına atıyor bile. Ve siz kendi hür iradenizi seçim sandığına yansıttığınızı sanıyorsunuz. Hem öyle olduğunu varsaysak bile sizin seçtiğiniz vekillerin yetki alanını belirleyen bir çok başka unsur var. Kapitalizm sayesinde çokuluslu şirketler tarafından üretilen ve satışa sunulan ürünler hiçbir sorunla karşılaşmadan dünyanın her tarafını özgürce dolaşıyor. Ancak iş gücü ve emek, yani insan, gelişmiş ülkelerin vize duvarını kolay kolay delemiyor. Bir kutu kolanın bir insandan daha özgür bir şekilde dolaştığı bir dünyada yaşıyoruz ve hala özgürlükten dem vurabiliyoruz. Biliyor musunuz, siz düşüncesi yüzünden kendi ülkesini terk etmek zorunda bırakılan ve son çare olarak ülkenize sığınan bir profesörü burada tam 12 saattir tutuyorken, bu gün kim bilir kaç bin eşya taşıyan tır Kanada’ya giriş yapmıştır!
Bu son sözler Bay Brown’ın yüzüne kırbaç gibi inmiş ve onurunu incitmişti. O sadece görevini yapıyordu ve böyle bir muameleyi hak etmiyordu. Her gün buna benzer yüzlerce vakayla karşılaşıyordu. Bu işinin zor tarafıydı. Tam James’e sert bir cevap vermeyi düşünürken, ortalıkta ağlama sesleriyle karışık bir çığlık tufanı koptu.
- Babaa! Baba! Baba! Neredesin? Ne yaptılar sana? Baba! Beni bırakma!
Bu, kızı Lora’nın hıçkırıklarla karışık canhıraş feryatlarıydı. James odadan dışarıya bir ok gibi fırladı. Küçük kızına ne olmuştu böyle? Birileri onu kaçırmaya mı çalışıyordu yoksa? Bay Brown da James’in arkasından fırlamıştı. Kulakları sağır eden çığlık sesleri koridorda yankılanmaya devam etti.
- Baba! Baba! Ne olur beni bırakma! Baba!
James koşarak salona açılan kapıdan içeri girdi ve konsolosluk görevlisinin ümitsizce sakinleştirmeye çalıştığı kızını kucakladı.
- Baba nerdeydin? Sana kötü bir şey oldu sandım. Baba, çok korktum. Bir daha ne olur beni yalnız bırakma!
Küçük kız babasına tüm gücüyle sarılmış ağlıyordu. Ortada gerçekten de yürek burkan bir manzara vardı.
- Kızım ben seni asla bırakmayacağım. Hep senin yanında olacağım. Canım benim. Hayatım benim. Sana tüm kalbimle söz veriyorum.
Konsolosluk görevlisi bayan bu olanlar karşısında kendini tutamamış sessizce ağlıyordu. Göz yaşlarını bir mendille silerken, bir yandan da
- Mr James inanın bana ona anlatmaya çalıştım ama bana hiç fırsat vermedi. Sizi yanında göremeyince çıldırmış gibiydi.
- Üzülmeyin, bu sizin hatanız değil.
James kızına sarılırken, başını kaldırdı ve bir an için Bay Brown ile göz göze geldi.
- Şimdi anladınız mı beni?
Turgay Evren