HİCRET
Bir büyüğüm, bir zamanlar bana gökyüzündeki her yıldızın bir zat olduğunu söylemişti. Kendi zamanının sahibi, insanlara umut vermiş bir zat. Ve şimdi de gökyüzündeki yerlerini almışlardı işte. Yaşarken yaptıkları gibi, karanlığı yok edemeseler bile-karanlık yoksa aydınlıkta yoktur- sonsuzlukta bir nokta kadar ışık saçarak umut vermeye devam ediyorlar işte.
Araba bozuk yolda sarsıla sarsıla ilerlerken gökyüzüne bakıyorum bende. Samanyolu gözüküyor bu gece. Malum, her zaman gözükmez. Demek ki bu gece, her zamankinden fazla umuda ihtiyacımız olacak diye geçiriyorum içimden.
Gözlerimi yıldızlardan hiç ayırmadan soruyorum, “Buradaki zamanın bitince ve ebedi ayrılma vaktin gelince, ir yıldız olarak yer almak ister miydin gökyüzünde?”
Bu ani soru gafil avlıyor yanımdakini. Zaten hiç sevmez böyle, kendi değimiyle, abuk sabuk sualleri. Bir de böyle damdan düşer gibi gecenin sessizliğini yarınca benim abuk sabuk sorum, iyice sinirine dokunmuş olacak ki bir hışımla gözünü yoldan ayırarak bana çeviriyor başını ve ‘sen kaçırdın mı?’ der gibi bir bakış attıktan sonra, iğneleyici ve zaten cevabını bildiğim bir soruyu sormuş olmama karşın duyduğu öfkeli bir ses tonuyla cevap veriyor:
“Hayır!”
Neden?
Yıldızlar saçmadır çünkü…
Boşuna dururlar orada…
Tek yaptıkları önünü bile görmene yetmeyecek soluk bir ışık saçmak ve arada sırada oradan oraya kayarak insanlara dilek tutmalarını ve ardından hayal kırıklığı yaşamalarını sağlayacak boş umutlar saçmak.
‘Yuh’ diyorum içinden… Adam iki dakikada bütün nefretini, öfkesini, umutsuzluğunu, güçsüzlüğünü, acizliğini kustu gökyüzüne.
Evet, diyorum yavaşça, hala bakışlarım yukarda…
Haklısın sanırım, bütün suç onların.
Bir süre sessizlik… Yapış yapış, ağır bir sessizlik hâkim oluyor arabanın içinde.
Ve ben bir süre sonra –her zamanki gibi- yenik düşüp sabırsızlığıma, soruveriyorum zihnime demir atmış, aklımdan çıkmamaya inat etmiş olan soruyu.
“Neden gidiyoruz?”
Her malum soru gibi, bununda sorulmaması icap ediyordu aslında. Aramızda ki sessiz anlaşma böyle; bir, cevabını bildiğin soruları sorma. İki, cevabı zor olan soruları sorma.
Ve ben –inatçı, patavatsız, vahşi, vurdumduymaz, yol yordam bilmez ben- son on dakika içerisinde bu iki kuralıda başarıyla ihlal etmiş bulunmaktaydım.
Bravo bana!
Nitekim beklediğim gibi oldu. Araba aniden zınk diye durdu bomboş, bozuk yolun ortasında. Emniyet kemersiz ben –nedense hiç takmam, takamam, mamafih hoşlanmam emniyette olmaktan- bu ani duruşa hazırlıksız yakalanarak, ön camdan çıkmamı son anda engelleyebildim.
Ama bu arada kollarım biraz hasar gördü, yalan söylememeliyim.
Bu sefer bütün vücuduyla bana dönerek; “Senin neyin var? Aptal saptal sorular sormak için bu geceyi mi seçtin?” dedi. Bağırmadı. Ama öyle bir tonda söyledi ki, sanırım bağırmasını tercih ederdim.
Gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra tekrar açtı gözlerini, bu sefer yapay bir şefkat ve merhamet ekleyerek sesine;
“Gidiyoruz çünkü fazla tanındık,
Gidiyoruz çünkü burada fazla kaldık,
Gidiyoruz çünkü buraya fazla alıştık.
Mahremiyetimizi kaybettik, işte bu yüzden gidiyoruz buradan.”
Evet, cevabımı almıştım.
Bir süre daha bana yapmacık bir gülücükle bakmayı sürdürdükten sonra arabayı tekrar çalıştırdı. Ve yola tekrar koyulduk…
Ama benim yüreğim cezvesinde taşmaya hazır kahve gibi, fokurdayarak yukarı çıkıyor, ta yüreğimden gözlerime.
Bu kaçıncı gidiş,
Bu kaçıncı göç…? Hatırlayamıyorum.
Birden, hiç beklenmedik bir anda, sessiz sessiz –hatta belki biraz da sakin, sevecen ve merhametli- bir şekilde ağzından dökülüveriyor kelimeler;
“Gidiyoruz çünkü mahremiyet yoksa hicret var”
Her ne kadar bana mı söylüyor yoksa kendi kendine mi konuşuyor anlayamamış olsam da, birden tutamayıp kendimi, bende kendi kendime söyleniyorum,
“Hicret Mekke’den Medine’ye göçtü, bir ömür boyu oradan oraya savrulmak demek değil.”
Yanılıyorsun… Diyor sadece, yüzünde acı bir gülümsemeyle.
Hayret ediyorum elimde olmadan, konuşma iki insan arasında yaşanan bir fikir alışverişi olmaya doğru ilerliyor. Ki, bu hiç bize göre değil.
“Hicret, insanın olmaması gereken bir yerden, bir durumdan, bir kimlikten, bulunmaması gereken bir ortamdan, bir düşünceden; olması gereken bir yere, duruma, kimliğe veya bulunması gereken bir ortama, düşünceye, ideolojiye göçmesidir. Hicret, sadece iki şehir arasında yaşanan bir göç değildir.
Kelimeler… bu kadar basit değillerdir. Hepsinin birer ruhu, kendilerine has birer iradeleri vardır. Tıpkı gökyüzü gibi, yedi farkı katları, yedi farklı anlamları vardır. Sadece kelimelerin gücü yeter, hem seni öldürmeye, hem de adını tarihe kazımaya. Hem hayatını son erdirmeye, hem de sana sonsuzluğu bahşetmeye sadece onların gücü yeter. Onları küçümseme!”
Birbirini çılgıncasına iten ama ayrı kaldığında nefes bile alamayan bir çift (bu “kelime”de zorunlu değil; partner, ortak, aynı yolun yolcusu… Veya hiç biri) olarak şu anda söylediği her şeyin bir şekilde aklıma yatması, hatta ‘cuk oturması’, korkutuyor birden bire beni… Bunca göç, bunca beraberlik ve yaşanmışlık, yoksa birbirimize mi benzetmeye başlıyor bizi?
Oysa zıtlık, iki üç olmak bizi biz yapan şeydir, eğer ki bir gün düz bir çizginin iki ucu olmak yerine bir dairede birbirimizle ‘bir’ olursak korkutur bu beni.
Bu düşüncelerin etkisiyle, karşı bir sav sunmak, onun düşüncelerini çürütmek, hiç olmasa biraz sarsmak ve açıkçası birazda çamurlamak için aralıyorum dudaklarımı ama nafile.
Bu kendi iradesine sahip kelimeler, korkarım beni bu sefer terk etmeyi seçtiler.
“İnsanların hayatları günlükleri gibi olmalıdır.” Diye devam etti benden ses çıkmayınca.
“Başka biri tarafından okundu mu, o defteri hemencecik yakıp, yeni, tertemiz, bomboş ve kimsenin bilmediği bir deftere geçilmelidir. Ancak bu şekilde insan bütün masumiyeti, içtenliği ve saflığıyla günlüğüne devam edebilir. Nasıl ki başkası tarafından gizlice okunduğunu bile bile günlüğüne gönlünden geçenleri yazamasın, aynı şekilde işte hayatını da gönlünden geçtiği gibi yaşayamazsın.”
Dediğ doğruydu belki, hatta kendine göre haklı bile sayılabilirdi…
Bense dalından kopmuş, oradan oraya savrulan, sürüklenen bir yaprak.
O ise rüzgar.
Bakışlarımı tekrar gökyüzüne çevirdim…
Bir büyüğüm, bir zamanlar bana gökyüzündeki her bir yıldızın bir zat olduğunu söylemişti. Kendi zamanının sahibi, insanlara umut veren bir zat.
İnsan hayatı göçebe bir hayat.
İnsan hayatı hep bir sürgün.
Hani belki bir umut, bende o yıldızların arasında bir yer alırım bir gün, diye düşünüyorum.
Hoş olabilir belki…
Göçmeden yaşamak, sabit kalmak…
Belki arada sırada orada oraya kayıp, insanlara dilek tutmları içn bir şans yaratmak.
YORUMLAR
İnsan hayatı göçebe bir hayat.
İnsan hayatı hep bir sürgün.
........................Göçmeden yaşamak, sabit kalmak…
Belki arada sırada orada oraya kayıp, insanlara dilek tutmları içn bir şans yaratmak.
ilginç ve düşündürücüydü bu yol boyu konuşması..içinde güzel şeyler var yazacağın bence hep yaz...