MAYIS GÜNEŞİ
Günler öncesinden hazırlıklar yapılmıştı. Birileri, birilerine sesini duyurmak için boş caddeleri dolduracak, sokak aralarını insan renkleriyle, retorik desenleriyle süsleyecek ve yüreklerindekini haykıracaktı. Hep bir ağızdan haykırılanların coşkusu büyülüydü. Ve bu büyü beni 17 yaşımda sarmıştı. Deli bir kan akıyordu damarlarımda. Yerinde durmuyordu. Yerimde duramıyordum. Özgürlük için... Daha iyi bir dünya için.. Diğerleri için.. Kendim için... Bir şeyler yapmalıydı... Bir şeyler yapmalıydım.
Kazancı Yokuşu’ndan Taksim meydanına uzanan kalabalığın içindeydim. Üzerimde Türk bayrağı baskılı bir tişört.. Elimde yüreğimdeki coşkuyu dışa vuran bir pankart.. Pankartın üzerinde, “Amerika senden korkmuyoruz!..” yazıyordu.
Kalabalık anbean büyüyordu. Büyüdükçe, çokluğumuzu hissettikçe gücümüze güç katılıyordu sanki. Kalabalıklar.. Birbirini hiç tanımayan, ama kırk yıllık dost gibi kol kola yürüyen insanlar!.. Farklı yaşamlardan akıp gelmiş, aynı caddede birleşen eller. Bayram şenliği havasına bürünmüştü cadde. Kimileri şarkılar söyleyerek iştirak ediyor, kimileri şarkıları dinleyerek katılıyordu benzersiz coşkuya. Bunca gönül, bunca yürek bir olmuş aynı şeyi haykırıyordu:
“Sisteme hayır!..”
Bir gün mahalleye gelen çingene ve ayı sebep olmuştu benim devrimci olmama. Nasıl mı?.. Anlatayım.. Mayıs güneşi mahalleyi boydan boya sarmıştı. Akasyalar bahçeleri süslemişti.. Renk renk güller tomurcuklarından sıyrılmış açılıp serpilmişti. Güneş her yere dokunuyor, dokunduğu her mekanı ışıl ışıl aydınlatıyordu. Okuldan eve dönüyordum. Yokuşu her zamanki gibi söylenerek çıkmıştım. Eve varmak için dik yokuştan çıkmak zorunda olmak tam bir işkenceydi. Ama hayatımı şekillendiren fikirlerin birçoğunu da o zorlu yokuşu çıkarken keşfetmiştim.
Baktım yokuşun sonunda büyük bir kalabalık. Curcuna ki böyle olur. Kahkahalar, neşeli, şen sesler!.. Ara ara yükselen alkışlar.. İnsanlar kimi alkışlıyordu?.. Merak ettim. Neler oluyor orada diye dirseğimle kalabalığı yararak ben de aralarına karıştım.
Çingene bir adam ve onun en az iki kat büyüklüğünde bir ayı.. Çingene tef çalıyor, ayı göbek atıyor, insanlar da onları alkışlıyordu. Sonra gösteri bittiğinde çingene şapkasını etraftaki insanlara uzatarak para topladı birer birer. O sıra sistem denilen şeyi çingeneye, toplumu da çingenenin boynuna zincir takıp sokak sokak gezdirdiği, tef çalıp oynattığı, üzerinden para kazandığı ayıya benzettim. Çingene hiç kuşku yok ki, ayıyı yavruyken ele geçirmişti. Eğitmiş, korkutmuş ve içine sindirmişti. Öyle ki ayı devasa pençelerine, gücüne, heybetine rağmen çingenenin kölesi olmuştu. Çünkü çingene ona kendi sahip olduğu gücü ne yapıp edip unutturmuştu.
O devasa ayı çingenenin maskarası, oyuncağı olmuştu. Sahibi olan çingene ne söylerse onu yapıyor, boyun eğiyordu. Oysa sahibini pençeleriyle parçalayabilir, gücü karşısında onu bir solukta midesine indirebilirdi. Eğer unutmamış olsaydı kendi gücünü.
İlerleyen günlerde evcilleştirme adı altında özlerinden, güçlerinden sindirilerek, korkutularak arındırılan başka hayvanlar da görecektim. Bir aslan, kurt, fil, balina, fok... İnsanların evcilleştirdikleri hayvanlar çeşit çeşitti..
Sistem de insanları, kitleleri evcilleştiriyordu işte. Onları sindiriyor, kendi güçlerini unutturuyor, köle haline dönüştürüyordu. Özgür iradenin olmadığı toplumlar, kitleler yaratıyordu.
Var gücümle “Hayır!..” diye bağırıyordum bu köleliğe.
Yaşıtlarım kızların peşinde koşarken, ben kafamdaki fikirlerin peşinden koşuyordum. Düşüncelerimden sıçrayan aydınlığın etrafımı hale gibi çevrelediğini hissediyor, kendi kendimi durmaksızın yüreklendiriyordum.
“Olabilirdi. Bütün düşler gerçeğe dönüşebilirdi!..”
“İnanılan şey ne kadar zor olursa olsun, inanç karşısında her şey zamanı geldiğinde eğilir, bükülürdü.”
“Evlerdeki yaşamlar birbirine benzerdi. Çünkü insanlar da birbirine benzerdi.”
“Günü aydınlatan güneşse hayatı aydınlatan da beyinlerdir.”
“Dünya insanların şekillendirdiği bir şeydir. Bu yüzden sürekli değişir.”
Annem ve babam öğretmendi. Fikirlerimi onlarla paylaştığımda yüzlerinde derin bir kaygı gördüm. Babam ilk kez sesini yükseltmişti bana karşı:
“Yaşından büyük laflar ediyorsun!. Bütün bu saçmalıkları kafana kim sokuyor senin?”
“Sistem kötü bir şey. Ben bunun farkındayım. Amerika’nın yaptığı oyunları görmek için kimseye ihtiyacım yok!”
“Herkesin görevi var. Senin görevin de dünyayı kurtarmak değil. Okulunu okumak.”
“O yürüyüşe izin verseniz de vermeseniz de gideceğim!. Çünkü böyle bir dünya benim düşüm değil. Amerika’nın düşü. Bense kendi düşlediğim hayatı yaşamak istiyorum. İşte bu yüzden o yürüyüşe katılacağım!. Bence siz de katılmalısınız!..”
“Hayır!.. Hâlâ bizim sorumluluğumuzda olduğuna göre o yürüyüşe gitmeyeceksin!”
“Orada olacağım!..”
Benim bu işlere bulaşmamamı, okulumu okuyup istikbalimi kurtarmamı istiyorlardı. Hangi istikbal?.. Bense bu sistem içinde hiçbir istikbal göremiyordum. Sistem bir gün beni de diğerleri gibi kölesi haline getirmeyecek miydi?.. Ben de susup, sessizce bir köşede köleciliğe iştirak etmeyecek miydim?.. Sessizlik, düşünemezlik, kendine yabancılık, korku benim ruhumu da diğerleri gibi kuşatmaz mıydı?.. İkiyüzlülük denilen o şeye ben de alet olmaz mıydım?.. Geleceğimi kurtarmak adına, kendimi kurtarmak adına gerçek gücümden günbegün soyutlanmaz mıydım?..
Hayır!. Bütün bunlara şiddetle karşı koyacaktım. Çünkü neye inandığımı biliyordum. Ben insanlara inanıyordum. Sisteme değil. İnsanların daha rahat, daha huzurlu olabilecekleri bir dünya istiyordum. Köleleştirildikleri bir dünya değil.
Renk renkti Taksim. İnsanların gözlerinde görmüştüm baharların en güzelini.. Oradaydı. Işıltılı bir güneş gibi parıldıyordu insanların bakışlarında.. Umuttu adı. Emekti adı. Adaletti. Özgürlüktü.
Yürürken yeri göğü inletiyorduk. Adımlarımız bir süre sonra tıpkı düşlerimizin birbirine karışışı gibi aynı ritme bürünmüştü. Haksızlığa uğratılanlar bir araya gelmiş tek nefes olmuş, tek adım olmuş ilerliyorduk. Geleceğe inanıyorduk. Varlığımızdan alıyorduk gücümüzü. İnsanoğlunun özgür iradesinden besleniyorduk.
Birdenbire polisle karşılaştık. Nereden ne şekilde geldiler anlayamadık. Ya da en azından ben fark edemedim üniformalı polis güç birliklerini. O an gürültüler bambaşka bir şekle bürünmüştü. Gerginlik çok geçmeden insandan insana taşınarak bulaşıcı bir hastalık gibi iliklerimize girmişti. Meraklı kafalar bir o yana bir bu yana dönüyor, kargaşanın ortasında olup biteni anlamaya çalışıyordu.
Polisler bizi durdurmaya kararlıydı. Biz ilerlemeye.. Coplarla, göz yaşartıcı gazlarla kalabalığı bastırmaya çalışıyorlardı. Kalabalık inatçıydı. Yürüyecekti. Sesini duyuracaktı. Etrafta ani bir hareketle hengame yaşandı. Bundan sonra neler olabileceğini kimse kestiremeyecekti. Polis ve göstericiler birbirine girdi. Babam yaşlarındaki bir adam kafasına gelen darbeyle yaralanmış, kafasında açılan delikten kan hızla yüzüne doğru süzülmekteydi. Ama adam farkında değildi yarasının. Ya da önemsemiyordu kafasından yüzüne doğru hızla süzülen kırmızı sıvıyı. Hâlâ beyaz duyguların coşkusuyla bağırıyordu: “Kararlıyız.. Hakkımızı söke söke alacağız!..”
Bir an korkmuştum olup bitenden. Sinmiştim. Ama adamın o hali beni tekrardan coşturmuştu. Ben de avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım:
“Köleliğe son!.. Köleliğe son!..”
Yakınımdaki insanlar anbean değişiyordu. İtişip kakışmalardan, kalabalığın yarattığı insan setti önümü kapıyordu. Bir adım sonrasını göremiyordum. Ama insanların gözlerini görebiliyordum. Fırtınalı bir gök rengindeydi her birinin gözleri..
Hamile bir kadın yere düştü. Feryat figan kalabalığın arasından acılı sesi duyuldu:
“Ah!..”
Kalabalığın bir çiçeğin yapraklarını açıp kapatması gibi açılıp kapanmasıyla kadının yerdeki gövdesi bir beliriyor bir üzeri örtülüyordu. Tomurcuk gibi..
Benim telaşım gördüklerim karşısında daha da bir artmıştı. Hamile kadının o hali, içime yumruk gibi oturmuştu.
“Hamile.. Hamile kadına yardım edin.. Durun!”
Ama kimse beni dinlemiyordu bile. Kadının çarçabuk kalabalığın dışına taşınması şarttı. Ona yaklaşmaya çalışıyordum. Daha bir adım atıyordum ki, insanlar beni gerisingeriye savuruyordu.
“Hamile kadın!.. Yerde.. Yardım edin ona..”
Dünyayı kurtarmaya çıktığım yolda dünyayı boş vererek hamile kadını kurtarmanın derdine düşmüştüm. Onun yaşadığı dehşeti kanımda hissediyordum. Acısı benim de acımdı. Feryadı benim de feryadımdı sanki. Bu yüzden dirseğimle etrafımdaki sıkışıklılığı yararak kendime hareket alanı açmaya uğraşıyordum. Polis önden vurdukça kalabalık genişliyor, açılıyor sonra gerisingeriye birleşiyordu.
Devasa bir kazanın içinde gibiydik. Fokur fokur kaynıyorduk!.. Yaşlı bir adam bastonuyla polislerin copuna karşılık veriyordu. Bir yandan da oğlunu azarlayan bir baba gibi durmaksızın küfürler savuruyordu. Göstericilerden bir kısmı binaların tepesine çıkmıştı. Çatıdaki kiremitleri sökerek aşağıdaki polisin üzerine atıyordu. Anbean gerginleşen ortamda nefesimin tıkandığını hissettim. Artık sadece bitmesini istiyordum bu kaosun. Öne doğru yaptığım hamlede birden her yer kararmıştı. Sadece insanların seslerini duyabiliyordum. Kafama yediğim ani darbe sonucu hiçbir şey göremiyordum. Gözlerimdeki pusluk yavaşça açıldı. Polis bu defa copla sırtıma vuruyordu. O sıra polisin nefret dolu bakışlarını gördüm. İnsanın hiç tanımadığı birine böylesine bir nefretle bakması normal miydi?.. Kim bilir kimlere olan hıncını çıkarıyordu, hiç tanımadığı benden!..
Sindim. Evimi özlemiştim. Dışarıya bakıp hayatın fikirlerim eşliğinde genişledikçe genişlediğine tanıklık ettiğim pencere kenarında olmayı istemiştim. İçeride bir yerlerde.. Evimin odalarında.. Duvarların arasında.. Kitaplığımın durduğu köşede.. Her zaman kabul görüldüğüm, beni daima seven ailemin yakınında olmak için neler vermezdim!.. Annemin şefkatine hiç olmadığı kadar çok ihtiyacım vardı. Bedenime inen her acımasız bir acıyla örülü darbe, etimin giderek artan sancısı beni büsbütün yalnızlaştırıyor, yabancılaştırıyordu. Kendimi koruyamıyordum. Kendini koruyamayan birinin dünyayı koruması olası mıydı?.. Yere çömeldim. Birbirine kenetleyerek birleştirdiğim ellerimle kafamı korudum cop darbelerinden. Fırsatını yakalayınca öfkeli polisin elinden kaçarak kurtuldum.
Şoktaydım. Böylesi bir dayakla ilk kez tanışıyordum. Babam bir fiske dahi vurmamıştı bana. Konuşularak anlaşılan bir ailenin içinde büyümüştüm. Fikirlerimiz birbiriyle çatışsa bile saygı çizgisi vardı. O aşılmazdı. Kimse kimseyi yok saymazdı. Varlığını kanıtlamanın yolu ancak cahil insanlar için şiddetten geçerdi. Bana öyle öğretilmişti. Kendini bilmezlerin başvurduğu bir yöntemdi şiddet.
Açılan boşluktan biraz önce yerde yatan hamile kadının kalabalığın dışına taşınmış olduğunu gördüm. Kolundan yaralanmıştı. Bereket başında onunla ilgilenen insanlar vardı.
Cehennem denilen şeyin içindeydik. Sanki artık çıkmak istesek de çıkamazdık. Etrafımdaki vahşetten ürperiyordum. Sonu gelmeyen bir mayıs günü.. An uzuyordu. Parçalara bölünüyordu umut. Parçalanıyordu insanlar. Her birinin gözlerinde fırtınanın dehşetini görüyordum. Korkuyordum. Herkes de korkuyordu.
Burada, bu sonu gelmeyen anda işim ne?..
Baharlar vardı düşlerimde bin bir çiçeğin açışına tanıklık edecek. Benimle örülecekti dünya. Kendi kendimi var edecektim. Güzelliklerle.. İyilikle.. Sevgiyle.. Saygıyla.. Umutla.. Oysa nefretin göbeğindeydim. Öyle ki, sonu gelmeyen bir andaydım.
Sesler duyuyordum. Aniden geliyordu sesler. Aniden geliyordu koşuşturmacalar. Aniden...
Vurdular beni!..
Bir yetmiş sekiz santimetrelik boyumla devrildim betona. Yüzüm betonun soğukluğuyla çarpıştı. Ama kalbime saplanan kurşunun sıcaklığı betonun soğukluğuna baskın çıktı. Ayaklarını görebiliyordum insanların. Sadece ayaklarını. Duran, giden, yalpalayan adımlar. Kendi yollarında kendilerine bir çıkış arayan adımlar. Kirli, temiz.. Kahverengi, siyah.. Rugan, deri ayakkabılar.. Meğer ne çok ayak ve ayakkabı çeşidi varmış. Herkese uygun..
Kimin ateş ettiğini hiçbir zaman bulamayacakları bir kurşunla yaralanmıştım. Tek bir kurşun isabet etmişti kalbime. Oracıkta, hayatın orta yerinde, gözlerim apaçık kalmıştım. 17 yaşındaydım. Bir dağın tepesine çıkıp orada göreceğim geniş manzaranın, sonsuzluğun ruhuma sökün ettiğini duyumsayacaktım. O kadar çok ağaç değecekti ki gözüme, bakışlarıma hep çok kalabalık görünecekti ağaçlar. Hiçbir zaman tek başına bir ağacı düşlemeyecektim. Annemin kendi elleriyle yaptığı baklavadan yiyecektim, doymak nedir bilmeksizin. Kardeşimle birlikte uçurtma uçuracaktım masmavi gökyüzünde.. Kafamda bulutsu kümeler halinde gezinecekti fikirler. Beyaz yağmur damlaları gibi yağacaklardı dimağıma.. Telaşına düşecektim kendimi anlatmanın. Anlaşılmazlık kaygısıyla yıkanacaktım ben de. Birilerinin beni anlamasına her zaman ihtiyaç duyacaktım.
Yalnızlığa gölge düşürsün diye akşamları ateş yakacaktım sahil kenarında. Hem herkesler gibi, hem de hiç kimse gibi olacaktım.
Şimdi bir ölüydüm. Bir ceset. Kalabalığın ortasında sırtüstü yatan, gözleri mayıs güneşine doğru dönük, kıpırtısız, suskun bir ceset..
Ölmek kolaydı. Bir anlık bir mevzu idi. Zor olan insanın düşlerinden ayrılmasıydı. Kanım çekilirken bedenimden, bakışlarımda hiç kimselerin bilemeyeceği yarım kalmış bir düş vardı. Düşüm yarım kalırken inancım tamdı.
Biliyordum, mayıs güneşi herkesi aydınlatmaya yeterdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.