kırmızı gülün ölümü
Gözlerini parlak mavi gökyüzüne açmıştı şimdi. Bulutlar sanat olsun diye özenle serpilmiş gibiydi.Şaşkınlıkla derin derin nefes alıyordu. O an burnuna dolan toprak, çimen, reçine ve
çiçek kokusu kokteyli az daha tekrar bayılmasına neden olacaktı. Yavaş yavaş yerinden doğrularak kalkmaya çalıştı. Başını iki yana salladı, ayılmaya çalıştı. Gözlerini sürekli
kırpıp dururken etrafına bakınıyordu ki yerden yüksekte olduğunu fark edip endişelendi.
Zor da olsa bir ağacın üzerinde olduğunu anladı. Aşağıya baktı.Yemyeşil, bir çarşaf gibi altında uzanan kır çiçekleriyle bezenmiş bu ferahlık ve huzur denizine uzun uzun baktı.
Buğusuyla genzini esir alan havanın içine karışmak istedi. Zaten sarhoş gibiydi ya tünediği
dalda zor duruyordu. Düşer gibi oldu ama toparlanmak istemedi, öylece bırakmayı seçti kendini.
Artık düşüyordu, saniyeler dakika olmaya özenmiş gibi ağır ağır süzülüyormuş gibi geldi adama. Ulaştığı bir yer olmaması onu üzmüyordu artık çünkü uçuyordu. Şu sefil hayatında gördüğü en güzel düştü bu. Önce iyice yere yaklaşmayı bekledi. Yeterince yaklaştığında bir manevra yaparak yana kıvrılıverdi. Önce bir yana sonra öteki derken serseri bülbül gibi sorti ler yapmaya başladı. Yüzüne çarpan meltemin, kanatlarını dolduran havanın tadı hiçbir şeye değişilmezdi. Gökyüzünü ve yeryüzünü gezdi bir süre gönlünce ta ki ‘O’ nu görene kadar.
Çiğdemlerin rüzgarla şarkı söylediği, papatyaların mahçup boyunlarıyla dengelenip ayrıkotu
Ve devedikeni gibi ot kabilinden nebatatın ortaya döküldüğü bu cennet bahçesinde bambaşka bir şey vardı. Bir goncagül tek başına hafif esintilere ve çiğdemlerin tacizine aldırmadan oracıkta duruyordu. Herkese ve her şeye meydan okuyordu. Kıpkırmızı sabahlığıyla verandaya çıkıp güneşlenen kainat güzeli gibiydi.
Adam gördüğü güzellik karşısında şaşırmadı. Hatıralarının bir köşesinde saklanan bir yaraydı sanki, terkedilmişliğinin son bulduğu andı o an. ‘O’nu gördüğü vakit dünya durmuş tüm renkler kaybolmuş bütün kokular yokolmuştu. Beklenen sevgili geri dönmüştü.
Yine bayılacak gibi olmuştu ki kendine bir dal bulup konuverdi. Yapraklar neden bu kadar büyük ve dallar neden bu kadar kalındı anlayamıyordu. Bayılmamalıydı… böyle bitmemeliydibu düş…korkuyordu. Gerçek hayata dönemezdi. Yüreğinin derinliklerinde kıyasıya ürktüğü bir şey vardı . gözlerini zorlukla açtı goncagüle bakmak için: ufak bir kuş vardı yanında bülbül gibi bişey olmalıydı. Gözlerindeki sis perdesi yavaşça kalkarken kendini yeniden bırakıverdi. Şimdi hızla minik kuşa doğru gidiyordu. Kuş onu fark edip uzaklaştı , adamcağız da hafif bir inişle ‘O’nun yanında duruverdi. Biraz çekindi ilk zamanlar yine de konuşmayı başardı. Ona hislerini açtı ama bir karşılık gelmiyordu. Umursanmadıkça daha da alevlenen bir ateş yakıyordu kalbini.. aşık oluyordu. Bir çok kez denedi, karşılık bekledi.
Ama yok! Herhalde naz yapıyordu, böyel mükemmel bir varlık bu kadar çabayı hak ediyordu doğrusu. Adam da niyazla karşılık verdi. Kendince öyle güzel konuşuyordu ki sanki şakıyormuş gibi melodiler doluyordu kulaklarına. İşte oluyordu… hafif kıpırtılarla goncagül yapraklarını açıyordu. Mutluluktan içi kıpır kıpır olmuş , kalbi küçük göğüs kafesini kıracakmış gibi hızla atıyordu. Havalara sıçrıyor daireler çiziyor şarkısına devam ediyordu.
Belli belirsiz bir ses duydu uzaklardan minicik kulaklarıyla ve durdu, dinledi. Sırtında bir ürperti başlamıştı ve her hücresini dolduruyordu.
Başını sesin geldiği yöne çevirdi. İki insan gülerek haykırarak onlara doğru geliyorlardı. Sarmaş dolaş olmuş iki sevgiliydiler ve hızla yaklaşıyorlardı. Adamcağız şöyle bir silkelendi ki ürperti kaybolsun. Kaçınılmaz sonu idrak ediyor fakat onunla mücadele ediyordu. Düşüncesi labirentte kıvranan yolcu gibiydi. Erkek kıza bir şeyler söyledi ve kız da gözlerini yumdu. İşte erkek koşar adımlarla geliyordu, gülü koparacak ve kıza verecekti.
Aşkının şirin bir kanıtı olacak, günü kurtaracaktı belki de kızı etkileyecekti…..kırmızı gül ölecekti
Adamcağız gagasıyla onu en dibinden kopartmaya çalışacak erkek ulaşmadan bir çırpıda sevgilisini uzaklara , kimsenin alamayacağı bir yere taşıyacaktı ve yaparken ağlayacaktı.
Bir flaş patladı gözlerinde….
Adımlarına dikkat ederek özel çekmecesini açtı, titreyen parmaklarıyla tabancasına uzandı.
Sessizce yattıkları odaya girdi ve şarjörü üzerlerine boşalttı. Hiç tanımadığı birisiyle karısı sarılmış yatıyorlardı. Tekrar bayıldı.
Kulaklarında uğultuyla göz kapaklarını araladığında duyduklarını kelimelere çevirmeye çalıştı. ‘katil’ ,‘manyak’ ‘ vaaah vaaah’ gibileri ilk anladıklarıydı. Sonra polisleri gördü komşuları da ama şaşkındı. Apartman kapısının eşiğinde ona söylenenleri biliyordu. Zorlukla şu kelimeler döküldü boğazından : kimin katiliyim ben? Kimi öldürdüm . yo hayır kırmızı gülü olamaz ! o zaten ölüydü….. değilmiydi?
Ağlamak için gözyaşı kalmamıştı ,ıslak yanaklarına kan damlıyordu artık.