Hüzne Karışan Yağmur
Hüzne Karışan Yağmur
Pencerenin camına değen yağmur damlaları kayıp oluk oluk aşağı boşanıyor.Dün akşam göğü dolduran kara bulutların sabaha değin süren bereketidir bu yağmur.Bu yağmur pencere arkasında çaresizce bekleyenlerin başka iklimlere, başka mevsimlere göçün hazin muştusudur.Bu yağmur yıllarca çorak kalan gönül tarlalarının bağrında aşkın, umudun, sevdanın, inancın…yeniden filizlenme müjdecisidir.Bu yağmur topraktır, bu yağmur tepedeki ormana gömülen sarı bir evdir, bu yağmur kardelendeki güçtür. Bu yağmur pencere önünde bütün bir sokağı seyre dalan Furkan’dır.
Toprağın yağmuru, yağmurun bir kır çiçeğini sevdiği kadar Furkan da yalnızlık köşesinde özgür ve bereketli yağmurun yağışını seviyor ki saatlerdir pencere dibinde nar çiçeği sükunetinde yağmuru, sokaktakileri… izliyor. Sokakta bir kedi, kedi adımlarıyla ıslak ve yorgun yürümekte. Üstelik kara…Kedi ayakların yağmur suyuna ve yürümeye özlem duyan yüreğe değişi... Islak ve is bağlamış bir camın ardında bir çift iri göz ışıl ışıl… Yağmur sel olup sokağı süpürmekte. Sokak başındaki ağaçlar yağmur coşkusuyla özledikleri koyu yeşili bulmanın keyfine varmış gibi canlı ve hışırtılı. Furkan kaldığı pencere dibinde nar çiçeğinden sonra en çok karanfil çiçeği. Yağmur gibi duyguları, hayalleri, bakışları ıslak ve serin. Şimdi yaşlı bir kadın geçiyor sokaktan. Sırtında kamburu titrek, elinde bir şemsiye ağır aksak ilerliyor. Furkan yağmur damlalarının iz bıraktığı camdan sokaktaki her şeyi görüyor.
Yaşlı kadının ardından mendil satıcısı çocuk takılır Furkan’ın gözüne. Çaresizliğe ıslak ellerle mendil uzatan mendil satıcısı…Bu sokaktan ekmek parası için çok geçer durur. Bakımsız, dağılmış saçlarından süzülen yağmur suyu ta ayaklarına kadar süzülmüş. Elinde taşıdığı mendil kartonu ıslanarak dağılmaya yüz tutmuş. Şehrin bu sokağı, delice yağmurun başında eğlendiği mendil satıcısından yara almış gibi gözyaşlarını yağmur damlacıklarına katıp küçük ayakların ardına döküyor.
Furkan derin bir ‘ah’ çektikten sonra “ Olsun çalışmak ayıp mı ki...” diye kendi kendine söylenir. Sonra musluktan boşanırcasına yağan yağmura rağmen mendil satmak zorunda olan çocuğa duyduğu acıma hissi, ayaklara bakan donuk gözlere takıldıktan sonra yavaş yavaş yerini kendisine acıma hissine bırakır. Furkan artık mendil satıcısına değil kendisine acınması gerektiğini düşünüyor. Meğer yağmurlu bir günde tepeden tırnağa kadar ıslanma özlemini nazlı bir kuş gibi içinde besliyormuş. Ne var ki kuş kanatsız, kuş zeminsiz, kuş ayak dokunuşlarıyla yağmura hasret… Kendi ruh iklimine yağmur yağdıramayan ve su serpemeyen Furkan’ın canı sıkılır, seslenerek annesinden bir bardak su ister. Furkan annesinin uzattığı suyu ağır ağır yudumlarken, içinde yenildiği can sıkıntısından dolayı içmek istemediği suyu “Ben yaşamadım bari al sen yaşa, sakın kuruma!” tavrıyla toprağı kurumak üzere olan nar çiçeğinin köküne döker. O nar çiçeğini ve bütün çiçekleri çok sever. Hatta onları sevilmesi, muhabbet beslenmesi gereken canlılar olarak görür. Bir ay öncesinden kuruyan çiçekler de belki yeterince sevilmediği ve ilgi duyulmadığındandır, diye düşündüğü olmuştur. Zaten öyle düşünmese bir çiçekle konuşmaya, çiçeği koklayıp ihtişamla seyretmeye günün büyük bir bölümünü ayırmazdı.
Pencere dibinde nar çiçeği masumca sokağa ve yağmura dönük. Bir insanın bir de çiçeğin seyre dalan ortak kaderi…Bu kaderi dar bir odanın camı kenarında bağlayan delice yağmur. Çocukça yüreğine damla damla hüzün birikiyor. Biraz sonra evlerinin ayakları altındaki bahçede kanatlarını ve ayaklarını da alarak uçup gelen kuşlar geçecek; ama Furkan hiçbir zaman kuş olamayacağını düşünerek gelip geçecek olan kuşlara gönül bağlamaması gerektiğine kendisini ikna edercesine söylenir. Kapalı dünyasının iki penceresini yani nar çiçeğini ve yağmuru bakışlarıyla yoklar. Yeniden can bulmuş gibi gönlünde yağmura ve çiçeğe muhabbet besler. Şimdi bir bardak su olsa hepsini rengi daha da açılsın diye çiçeğe verir. Kendi toprağını ise karanlığa yüz tutmuş odasında yağmur ıslatır. “Şu yağmurlu havada özgürce ıslanabilen, bir zemine pervasızca konabilen kuşlardan bana ne…”derken ise sesindeki hüznü bastırırcasına dudaklarını ısırır. Nar çiçeği, yağmur, kuş, seyre daldığı sokak artık onu yorar. Kapı sesi tam aradığı şey olur. Biraz sonra annesi odasından çıkarken Furkan uzandığı yatağında belinin rahatlamasından fazlaca ayakta ve hareketsiz kaldığını anlar. Ve gittikçe vücudunu rahatlamaya bırakır. Elleri kuş tüyü gibi hafiften iki yanına düşer. Sokak ve sokakta yürüyenler artık onun umurunda olmaz. Mendil satıcısı bir an aklına düşer; fakat onu da şanslılar kategorisine katarak hızlıca sokakla ilgili düşüncelerden sıyrılır.
Yatağında uzandığı loş odasının sokağa dönük camlarını aynı yağmur hala dövmede. Karanlıkla yüklü sıkıcı bir hava içerde yalnızlığa demir atmış. İri yağmur damlacıkları evin çatısında zıplayarak ve sonra şırıltıya karışarak bir çocuk gibi sokakta eğleniyor. Ses ile görüntünün el ele düğünü yağmurun evinde…Furkan yalnızlık ve sessizlik denizinde sır üstü yüzüyor gibi . Yağmurun şırıltılı sesi sessizliğini bozamadığı gibi bulutlu havanın gam yükü da ruh dünyasını pek değiştiremiyor. Çünkü, henüz ne bulut ne de yağmur varken o almış alacağı ağır yükü…İnce ceylan ayakların ağır bedini taşımaya alışması gibi o da kapandığı kapanında hayatın bütün zorluğuna, ağırlığına dünden beri sırtını vermiş. Artık sıkıntılar gelip onu bulmuyor, istediği zaman o gidip sıkıntıları kendi evinde buluyor. Rahmanın yeryüzüne bereket olsun diye gönderdiği ne yağmur ne yağmuru besleyen bulut suçludur. Sessiz odanın loş ışığına hep tahammül eden nar çiçeği de suçsuzdur. Bir suçlu varsa bu yağmurlu günde belki de pencerenin önünde uzayan ağacın dalına yuva kuran ve her fırsatta ayağını gösterircesine depreştiren kuştur. Belki de ayaklarıyla bu kadar ince bir ruha ıstırap vermemeliydi. Dışarıya hasretlik çekenlerin ıstırabını nereden bilsin işte kuş beyinli…
Furkan önce bu kuşu düşünmüş ki az önce yağmurun bereketine açtığı yüreği çorak bir tarla gibi verimsiz kalmış. Oda kapısının açılıp kapanmasından sonra uzanmış olduğu yerde gözlerinden bir iki damla gözyaşı yanaklarından süzülerek yere akmış. Bu gözyaşları da iki önce komşuları olan en sevdiği arkadaşının yeni taşınırken geldiklere yere geri gitmek için annesinin ardından döktüğü gözyaşlarına götürmüş onu. Bu manzara komşuları başka yere taşınırken de yaşanmış. Furkan gün gibi hatırlıyor…
Ne bulut ne yağmur ne de kuş Furkan’ın yarasına neşter vurmuş. Bu sefer bir-kaç damla gözyaşı onu hayal aleminde, çağrışımlar dünyasında hasrete ve üzüntüye gark etmeye yetmiş.Artık çağrışımlar bir silsile halinde onun ruh halinin karakteristik dünyasında yer almıştır. En ufak bir şey onu farklı olaylara götürebiliyor.
Berekete adı karışan yağmur; ağaçların yapraklarını, evlerin çatılarını, is bağlamış camları yalayarak sokağa akıyor. Elbette şimdi sokakta yaşlılar, gençler, mendil satan çocuklar… hatta kedi ve köpekler kendi başlarına geçiyorlardır; ama Furkan, bütün bunları düşünmek bile istemeden iç dünyasının çağrışımlarıyla kendi hayal ikliminin kapısını aralamış. Bu aralanan kapıdan gurbetlik, hasretlik kokusu nurani bir aydınlığa karışarak çocuksu yüzüne parlaklık vermiş. Artık yağmurun çatılardaki ve dallardaki hışırtısını duymuyor. Belki bugüne ait her şeyi unutmuştur. Hatırladığı hiçbir zaman unutamadığı anıları…Şimdi günlük güneşlik bir günde arkadaşıyla balık avlamaya çalışıyor.Evlerinin yakınındaki vadiye gömülen dere en durgun anını yaşıyor. Ağustos sıcağının kızgın güneşi altında her şey hantal, canından bezmiş gibi. Bir kaplumbağa serinlemek düşüncesiyle balık avcılarından izin almadan kendini sulara bırakıyor. Ardından tuzağa yakın olan bütün balıklar kaçıp uzaklaşıyor. Furkan, “Allah seni daha da yavaşlatsın.”diye kaplumbağaya adeta beddua okuyor. Sonra arkadaşıyla bu söze kahkaha atıyorlar. O gün birkaç balığın ellerindeki çırpınışlarıyla epey eğlenerek evlerine sevinçle dönüyorlar. Akşam oluyor, hayallerindeki tek şey bir an önce sabaha varmaları. Zaten uykuları hep bu hayalle karışık…
Bir an pencerenin taşla dövüldüğünü, arkadaşının onu balık avlamaya çağırdığını, dışarıdan penceresine güneş gibi gülümseyerek ona el salladığını kendi hayal aleminde görür,duyar,yaşar…Kalkıp bu en sevdiği sese doğru koşmak ister ki oda kapısının ses çıkararak aralanması onun en büyük özlemin hayalde bile gerçekleşmesini bir makas gibi keser. Oysa bu sefer en büyük balığı yakalamaya ant içmişti…Belleği alt üst olmuş bir makine gibi ne yaptığı, ettiği anlamsız. Dünyası anlamsız bir boşluk yaşıyor ta ki ayaklarının yere basamadığını fark edinceye kadar. Bir kova soğuk suyla tekrar ıslandığını teninde hisseder. Ayaklarına mal olan o korkunç kaza sonrasında gözlerini hayata açtığı hastanede olmadığını anlayınca şükür eder...Annesi sandalyesine bindirip saçlarını, yağmur da tekrar pencere dibinde ıpıslak yüreğini okşar, sever…Furkan tekrar sokağı seyre dalar yanı başında dostu nar çiçeği… “Bir bardak su olsaydı da bu sefer hayatta tek arkadaşım olan şu çiçeğe hepsini ikram edebilseydim.” sözünü içinden geçirirken sokaktan tekrar bir mendil satıcısı geçer ayakları suya değen…Bir kuş ağacın tepesindeki yuvasına konar ayakları durmadan eğlenen… Furkan’ın gözleri ise hep ayaklara takılır, bir gün yürüyebilme umudunu hiç eksiltmeden. Berekete hep adı karışan yağmur; bu sefer özleme, hüzne, umuda karışarak ayakları ıslatır…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.