Babaannem Her Zaman Vardı
Baharın ağaçlara güzellik kattığı, güneşin kendini hissettirmeye başladığı günlerden birinde, babaanneme ilk kez dokunmaya gidiyordum. Annem arabanın ön koltuğunda pür dikkat yolu ve babamın araba kullanışını seyrediyordu. Ne zaman bir yolculuğa çıksak annem ve babam uzun uzadıya tartışırlar ve tartışırlarken en az bizim kadar çocuklaşırlardı.
Alnım arabanın camına dayalı, yol kenarındaki ağaçları sayarken bu yolculuğun hiç bitmeyeceğini düşünüyordum. Karton bir kutunun içine sıkıştırılmıştı sanki bedenim. Yerimden kıpırdayamamanın getirdiği hareketsizlik, kanımda kaynayan coşkuyla pek uyuşmuyordu. Geçip gittiğimiz dağların, upuzun uzanan kırların, dere yataklarının ortasında koşuşturmak varken kutu gibi bir aracın içine tıkılmışlığın yarattığı buhranla sıkıldıkça sıkılıyordu canım. Darlık, daralmışlık zuhur ediyordu ruhuma. Bu atmosferden kurtulmak, koşup oynamak için sabırsızlanırken Boyabat’ın meşhur İmamlı köyüne varmıştık. Babamın kardeşlerime ve bana anlattığı anılarının kalp atışlarını duyumsuyordum.
Gözlerimi toprak patikadan ayırmıyordum. Araçla geçtiğimiz yerlerde geride hep bir toz bulutu bırakıyorduk. Dar sokaklardan, dik yokuşlardan gittik. Bütün o yolculuk boyunca bıcır bıcır konuşan kardeşlerim bile susmuş, varacağımız yere yaklaşmanın yarattığı kıpırtılı heyecana bırakmışlardı kendilerini.
Sonunda araba koyu kestane renkli, tek katlı ahşap bir evin önünde durdu.
“Haydi bakalım, inin,” dedi babam.
Annem, “Konuştuğumuz gibi çocuklar. Beni üzmek yok. Gözümün içine bakacaksınız sürekli. Sözümden dışarıya çıkarsanız külahları değişiriz haberiniz ola,” diye bizi bir kere daha sıkıca tembihledi.
Arabanın etrafını çevreleyen çocukları yabancı gözlerle süzerken, onların amcalarımın çocukları olduğunu bilmiyordum. Bir hengame yaşandı. Sarılanlar, koşuşanlar, aynı anda konuşanlar... Öylece kalakalmıştım. Hem tuhaf bir yabancılık hem de alabildiğine yakınlık hissediyordum. Çelişik duyguların ortasında soluklanıyordum. Aniden sarılıp boynuma atlayan kadının halam olduğunu babamın konuşmasından anladım.
“Halanı öpsene kızım..”
“Uy uşağım. Yabancı gibi duruyu bu. Kız.. Haçen beni tanımadın mı?.. Halanım ben halan.. Öp bakayım elimi..”
Konuşulanların birçoğu kulağımda büyük bir uğultudan öteye gitmiyordu. Baba tarafından akrabalarımızın aksanlarını anlamakta güçlük çekiyordum. Kucaklaşma faslı tahmin edemeyeceğim kadar uzun sürmüştü. O hiç tanımadığımız, uzak kaldığımız akrabalarımız sayıca çoktu. Öp öp bitmiyordu.
Babam yıllar öncesi, gençliğinde çok feci bir kavga etmiş dedemle ve o feci kavganın neticesinde doğup büyüdüğü topraklardan uzakta yaşamış. Babaannemin hastalığı olmasa bu buluşma da gerçekleşmeyecekti.
Sonunda hep beraber bahçe içi, ahşap eve girdik. Babaannemin yaşamakta olduğu ve her bir köşesinde babamın geçmişinin kıpırdandığı eve şöyle bir bakındım. Her yanını kaplayan tahtaların koyu renginden yansıma yapan huzur ve o huzurun içinde ben vardım. Girişinde “L” şeklindeki sedirin üstünde serili eski kilim desenli kumaşa bakışlarım dokunduğunda, tarihin üzerinde geziniyormuşçasına heyecanlanmıştım. Fakat bu heyecan fazla uzun sürmemişti, kalabalığın beraberinde ben de odalardan birine girdim.
O güne kadar tanıma şansı bulamadığım ya da hatırlamakta güçlük çektiğim akrabalarım gelip, şapır şupur öpüyor ve yanaklarımı sıkarak ne kadar büyümüş olduğumu söylüyorlardı. Koltuklarımın altı kabarıyor, bu kadar ilgi üstüne, kendimi dünyanın en önemli çocuğu gibi hissetmekten alıkoyamıyordum. Ocak başının hemen dibinde oturan babamın keyfine diyecek yoktu. Amcalarımla benim aklımın almadığı mevzulara dalmışlardı çoktan. Dedemi arıyordu bakışlarım. Ama onu orada kaldığımız süre boyunca hiç görmeyecektik. Dedem bizim geleceğimizi duyduğundan şehre gitmiş.
Annem suskundu. Fakat gözleriyle her zamanki gibi kardeşlerime ve bana hakimdi. Kısa bir bekleyişten sonra kardeşlerimle beraber amca çocuklarının peşine takıldık. Onlar avluya açılan kapıdan dışarıya çıkarlarken ben eşikte kaldım. Yüzüme güneşin berrak ışığı vuruyordu. Gerisingeri döndüm. Kendimi evin büyüsüne bırakmak için sofaya attım.
Bana bakmakta olan pala bıyıklı, çatık kaşlı, deli bakışlı adamın; siyah-beyaz fotoğrafının ürkütücü etkisinden kurtulduktan sonra yalnızca bir odanın kapısının kapalı olduğu dikkatimi çekmişti. Kapıyı açmakta bayağı tereddüt ettikten kısa bir zaman sonrasında, merakıma yenik düşerek kapıyı azıcık araladım. İçeriden bana doğru süzülen ışığın ardında, yatakta oturmakta olan yaşlı kadının sıcak bakışlarıyla buluşmuştum. Beni davet etmesini beklemeden girdim odaya. Saçlarını tülbentle tutturmasına rağmen birkaç tutam beyaz saç, tülbendin varlığından sıyrılarak kendini belli ediyordu. Cılız cüssesine oranla tombalak kalmayı başaran yüzündeki nurla, ona ayrı bir şirinlik katan ağzındaki tek dişiyle gülümseyerek “Uy!.. Sen Memedimin dölü müsün?” dedi.
Söylediğinden tek anladığım babamın ismi olmasına karşın başımı evet dercesine salladım. Böylece babaannemle tanışmış olduk. Yanına oturmamı işaret ederek, yatağın üstüne beş parmağıyla birden birkaç kere vurdu. Felçli ayaklarının dibinde, onun nefesini hissedecek kadar ona yakın olmanın tuhaf mutluluğu içindeydim. Aynı mutluluğu onun da yaşadığı gözlerindeki parıltıdan belli oluyordu.
Bütün eve yayılan rutubet kokusunun da bu odadan geldiğini anlamıştım. Odanın içi alabildiğine havasızdı. Duvarların köşelerine örümcekler yuva yapmıştı. O gün, babaannemin bir şekilde terk edilerek bu odada ömrünün son günlerini çeşitli haşere ve böceklerle geçirdiğini kavrayamamıştım.
Damarlarının ortaya çıktığı, kemiklerinin sayılabilecek kadar çıplak kaldığı elleriyle saçlarımı okşuyordu hiç bıkmadan, usanmadan. Birbirimize dokunamadığımız yılların acısını çıkartırcasına sarılıyorduk. O sıra sol elinin avuç içindeki siyah et benini fark ettim. Coşkuyla atılmıştım.
“Aynısından bende de var. Bak!”
Sol elimin avuç içini açmış, bendeki siyah renkli et benini ona gösteriyordum. Hep
nemli olan bakışlarıyla avucumu dikkatle inceledikten sonra gülümsedi.
“Uy!.. Olmaz mı?.. Aynısı..”
Sol elimi kavradı var gücüyle. Bırakmadı. Ben de çekmedim elimi onun avuçları arasından. Bir ara yatağının önünden avluya bakan pencereye daldı bakışları, “İstanbul çok mu ıraktır?” diye sordu.
“Evet..”
“Yürüyerek gidilmez mi oraya?”
İçimden gülümsedim onun geçmişte kalan haline. İstanbul’un kilometrelerce uzak olduğunu söylersem anlar mıydı acaba, ya da çok uzak deyip kestirip atsam mı diye düşündüm.
“Gidilir ama artık arabalar var.”
“İstanbul nasıl bir yer?”
“Buralara hiç benzemiyor. Yüksek yüksek binalar, yolları tıkayan arabalar var orada. Her çeşit insanı görmek mümkün İstanbul sokaklarında.”
“Çok mu büyüktür?”
“Hı hı çok büyük...”
“Ne kadar büyük? Anlat hele uşağım..”
“Aklının alamayacağı kadar büyük.”
Soluklandı. Gözlerinde kurumuş çapaklarla, yıllarca birikmiş bir ağlamaklı hüzünle, dudaklarını büzüştürdü.
“Orda inek beslenir mi?”
“Bilmem neden?...”
“Benim kınalı ineği sana vereyim de götür, orada bak.”
“Ama bizim evimiz...”
“Olsun.. Olsun.. Sen al götür. Koma buralarda kınalı ineğimi..”
“Peki olur..”
“Söz mü?”
“Söz”
Elimi sıkabileceği sıklıkta sıktı. Sonra beraberce yemek yedik. Gözlerimiz her buluştuğunda yakınlaştığım hayatın karanlık gölgelerini hissettim. Zaman bugün olduğu gibi o günde çok çabuk geçmişti ve ayrılık vakti gelip çatmıştı. Pek fazla dokunamadığım İmamlı köyünden bana kalan; avluya bakan penceresinden, tek dişini göstererek gülen yaşlı kadının benden gizlediği gözyaşlarıydı.
İstanbul’a geldikten bir yıl kadar sonra, okula gitmek için hazırlandığım günlerden birinde onun ölüm haberini aldım. Babaannem ölmüştü. Ama benim içimde taşıdığım bir babaannem her zaman vardı.