- 532 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Yargıçlar duyarlı olsalar!
Öğrenci olayları sebebiyle, saldırıya uğramıştım.
Olay büyüdü ve polisler geldi.
Üç kişi benden davacı olunca, polisler de karakola götürdüler.
Sorgulama ve ifade derken, nezarette sabahlattılar…
Sabah 10.30 civarında mahkemeye çıkardılar…
Hâkim kilolu ve çok yaşlıydı.
Gözleri donuktu, sanki manasız bakıyordu.
Her nedense bana hiçbir şey sormadan, polislere bir işaret yaptı.
Bu işretin ne anlam içerdiğini bilen polisler, haydi gidiyoruz dediler.
Ve cezaevine götürdüler…
Kapıdaki görevliler, şöyle bir baktılar, sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.
İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile doğruca koğuşa yolladılar.
Kapılar açıldı, içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı, geçmiş olsun diyerek bana sarılıp, kucaklaşıyorlardı.
Basık, sıkıcı, gün ışığından uzak bir mekân, odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlâk bakışlar, çok değişik ve çarpık inanışlar, sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.
Efkârım dağınık, keyfim kaçık, sıkıntılarım, asabiyetim hadsiz ve açık, durumun ciddiyetini anlayanlar, hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.
Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım, şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da, kıbleye yönelip namaza duralım.
Saf, katkısız, berrak, olsun ki kıble gahımız, durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak, öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.
Tam otuz dört gün tutuklu kaldım, Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim, otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.
Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk, kendim sürekli kitap okuyordum, din, devlet, halk bütünlüğünün, maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.
Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin, milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor, analizler yapmaya çalışıyordum.
Tutuklu kaldığım günlerde, idamlık, müebbetlik mahkûmların, yalakaları tarafından ezilmek, emir uşağı edilmek istendim.
Reddettim; güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler, becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.
Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan, akıl ve izanı, çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran, bu ahmak grupları;
Sonunda bölüp, parçalamak, güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin, bizlerde Müslüman’ız ama senin gibi düşünmüyoruz diyerek, şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.
Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?
Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi.
Hakkımızda neler duymuşlarsa!
Konuşalım, tanışalım diyorlarmış.
Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti, bizde tereddüt etmeden kabul ettik.
Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi, bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.
Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.
Nihayet buluşmuştuk, başkan olan arkadaş, yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.
Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek, kolejde okumuş, çokbilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan, oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.
Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!
Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.
Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.
Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.
Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekânlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.
Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ipuçlarını veriyordu.
Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.
Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.
Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş.
Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar.
Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.
Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.
Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.
Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekânlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.
Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.
Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.
Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.
Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde
Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.
Enteresandır fakat vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı.
Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.
Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.
İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.
O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan, diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş,
bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış. Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.
“Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!
Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.
Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve gözyaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.
Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.
Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… Sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.
Şamanizm’i savunan, idamlık mahkûm olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.
Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!
Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.
Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.
İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!
Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.
Evet, ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.
Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.
Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükûnetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!
Yok, etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kâinatın en şereflisi olmak, varlık âleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?
Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?
İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.
İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.
Tek suçum, dayak yememek adına verdiğim mücadelede, yaşamak zorunda kaldıklarımdır.
Hâkim olan, yargıçlık görevinde bulunanlar bilmeliler ki, zalim ve masumun bir farkı vardır.
Adaleti ve hakkı, Hak adına kullanmayı önemsemez ve böyle telakki etmezlerse, başka yerlerde zalim aramaya gerek kalmamaktadır.
Hakkı, haklıya teslim etmemekte, bir bakıma zülüm yapmaktır.