- 775 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İSİMSİZ BİR HİKAYE
Yapmış olduğum yolculuklarda isimsiz mezar taşlarına bakarken, babam gelirdi aklıma.O devamlı sanki
vasiyet edermişçesine:
-Oğlum,bir mezara 40 Mehmet adlı kişi gömülürmüş.40 Mehmet gömülünceye kadar kimbilir benim gibi kaç tane Ali gömülür,derdi.Ben şimdi düşünüyorum da, babam bana bunları söylerken, acaba yoksulluğunun mazeretine mi sığınıyordu?Çünkü babam bunları bir bilimsel,ya da dini temele
dayandıracak bir eğitim almamıştı.Aldığı eğitim salt Atamızın açmış olduğu gece mekteplerine devam ederek, okur yazar olmuştu.Herhalde eskiden köy camilerine, yıllık ücreti köylü tarafından
100-300 kile buğday olarak hesaplanan , kuran kursu mezunu imamların vaazlarından kaynaklanıyordu
bütün bildikleri.Neyse olay isimsiz hikayeden, isimsiz mezar taşlarına geldi böylece.Ama,yinede
şahit olduğum ,köye imam tutma konusuyla ilgili, bir hikaye var anlatılacak.Anlatıyorum onu:
-Amcam muhtardı köyde.Köyün ileri gelenlerini toplantıya çağırdı köy kahvehanesine.İleri gelenleri
dediğim köyün zenginleri.Eski çağlardan beri bu böyle olmuş nedense.Fakir insanlar kendilerini sanki yönetemeyeceklermiş gibi, hep zenginlerin himayesinde olmayı yeğlemişler.Belki de bunların ellerindeki güçle, baskı rejimlerini sağlamak için kiralık katiller, ya da bir başka baskı unsurlarını ellerinde sürekli tutmalarından kaynaklanmıştır olay.Neyse, biz imam tutmakla ilgili toplantımıza dönelim.Toplantıda Hacı Mehmet:
-Kurtköy bir imam tutmuş arkadaşlar!Geçen gün cuma namazında ordaydım.Çok iyi bir imam.Ancak böyle
bir imam tutarsak, en az ikiyüz kile buğday vermemiz lazım,dedi.Hacı Hüseyin söz aldı:
-Arkadaşlar,dedi.Bizim köyümüz büyük köy.Biz ikiyüzelli kile verelim, daha iyi bir imam bulalım.Bu
tekliflerden sonra bir suskunluk yaşandı.Hacı Şükrü karıştı lafa:
-Komşular!Her imam bizim köyümüze yakışmaz.Üç yüz kile verelim ama en iyisini bulalım,dedi.Artık
teklifi artıran yoktu.Demek ki bu bir üst limitti.Ben kendi kendime düşünüyordum.Burada toplanan
üç beş kişi, kendi ambarlarından bu buğdayı imama vermeyeceklerdi.Bütün bir köyden toplanacaktı bu 300 kile buğday.Üç yüz kile hane halkına bölünecek,her haneye ne kadar kile buğday düşüyorsa,
herkes o buğdayı vermek zorunda kalacaktı.Öyleyse onların söz hakkı neden yoktu? Madem demokratik bir ülkede yaşıyorduk, öyleyse herkesin onayladığı bir ücretle imam tutulmalıydı köye.Ama hiç bir zaman
böyle olmazdı.Bu üç beş kişi aralarında anlaşır,bir heyet seçilir ve imam aranmaya başlanırdı
her seferinde.Ama bu sefer, her seferki gibi olmadı.Bir bozguncu çıktı ortaya.Bozguncu benzetmesi
bana ait.Köylülerin deyimiyle "komonis".Amcamın imam tutmak için köyün ileri gelenlerini topladığı
kahvehanenin sahibi Dereköy’den köye gelip,zengin birine iç güveyisi giren Naim’i, yardımcı olur
diye,toplantı nedeniyle kahvehane boşaltılırken, dışarı çıkarmamıştı.Naim de haddini bilseydi ya.
Bir anda toplantıya katılan ileri gelenler başlarından aşağı soğuk su dökülmüş gibi irkilmişlerdi
Naim’in sözlerine.Naim şöle diyordu:
-Ağalar,hacılar! Başından beri dinliyorum.Lafa girmeyeyim diye çok zorladım kendimi.Ama tutamadım.Bol keseden atıyorsunuz 200 kile, 300 kile diye.Bu ücreti hane halkına böldüğünüzde, veremeyecek çok arkadaş var.Bunları da
düşünün diyorum.Hem bir de iyi imam,kötü imam meselesi var.Hacılar! Benim bildiğim kötü imam olmaz.Benim bildiğim,
imamın gömdüğü ölü kalkıp mezardan geri gelmiyorsa o imam iyi imamdır,dedi.Ve dedi de "komonis" diye damgayı da yedi
köyün ileri gelenlerinden.Bana göre haklıydı Naim.Ama onu ileri gelenlerine sorun köyün.Hep bir ağızdan yüklendiler
adamcağıza ne komonisliği kaldı,ne de deyyusluğu.Ben bunları ne diye yazdım isimsiz hikayeye?Ne yazacaktım da bunlar
geldi aklıma, bunları yazdım.Kompartımanda yolculuk yaparken iki kişiydik.Yol arkadaşım konuşmayı sevmeyen,sürekli
camdan dışarıyı gözetleyen, yaşlı bir adamdı.Bozüyük çıkışında tren şehitlikten geçerken yavaşladı.Akpınar Köyü’ne
yaklaşmıştık.Tren ne kadar yavaşlasa da, okuyamamıştım mezar taşlarındaki yazıyı.Ve mezar taşlarındaki yazıların, ne
kadar güzel olduğunu o gün düşündüm.Ve yukarıdaki hikayeye öyle başladım.
Mezar taşlarına olanaklı olsa da" şu kadın doktorsuzluktan doğum yaparken öldü"diye yazabilsek.Ya da bu genç "İnönü
Savaşlarında Milletin makus talihini yenerken şehit oldu"diye yazılsaydı, herhalde "HÜVEL BAKİ FATMA ALTI RUHUNA FATİHA" ile doğum ve ölüm tarihlerini belirten ve taş üzerinde bir selvi ağacını gösteren bir mezar taşından çok
daha iyi olurdu sanırım.Yada salt ben böyle düşünüyorumdur.Bak Akpınar şehitliğine bakarken, yine asıl meseleyi
unuttum.Yani yol arkadaşımı.Yaşlı adam kompartıman camından, İnönü Meydan Savaşlarının yapıldığı ovayı geçene kadar
dışarı baktı.Daha sonra bana baktı.Kasketini çıkardı başından sanki yorgunluk sonrası dinlenecekmiş gibi.Saçları ak aktı.Küçük gözleri kaybolmuştu sanki loş kompartıman ışığı altında.Dikkatli baktım yüzüne.Yaşlı adam ağlıyordu.
Göz yaşları sel olmuş sakallarından aşağıya süzülüyordu.Ayağa kalktım.Su şişesinden bir avuç su alıp yaşlı adamın
yüzünü yıkamaya başladım.
-Geçmiş olsun amca.Nen var?Hasta mısın ? dedim.Eliyle yüzünü yıkadığım elimi sıkıca tutup:
-Yok oğul,dedi.Buradan geçerken hep gelir aklıma eski günler.Hüzünlenirim.Yunan Ordusu’nu burada bozguna uğrattık.
Arkalarından kovalarken,ayaklarımızda ki çarıkların altı olmadığı için dikenli tellere basamıyorduk.Sırt çantalarımızı dikenli teller üzerine sererek, dere üzerinden geçmek için taş sermiş gibi kendimize yol yaptık.
Savaş bütün şiddetiyle devam ederken,içimizdeki bazı sütü bozuklar savaştan kaçıyordu.Komutanlarımız, ileride bir
dere vardır.O derenin geçit yerinin karşısına, kayaların ardına mevzilendirdi bizi.Savaştan kaçanlar buradan dereyi
geçiyorlar.Sizin göreviniz dereden geçenleri kim olduklarına bakmadan vurmak dediler bize.Ben keskin nişancıydım.
Dereyi geçip kaçmak isteyen, bir kaç tane sütü bozuğu da ben vurdum dere içinde.
Yol arkadaşımın ellerine sarıldım.Ellerinden ,yanaklarından öptüm uzun uzun.O tekrar camdan dışarı baktı.
Konuşmuyor,trenin ray eklerinden çıkan tak takları dinliyorduk.Karşıda Türk Hava Kurumunun İnönü Planör Kampı üzerinde kartal gibi süzülen planörlere baktık.Yaşlı amca eliyle karşıdaki inleri gösterdi:
-En şiddetli savaş burada oldu,dedi.Akpınar Şehitliği,Metristepe Şehitliği.Kütahya ve Afyon’daki şehitlikler.Daha
binlerce isimsiz şehit mezarı.Gündüzbey cephesinde o kadar çok şehit verdik ki, kendi şehitlerimizi toplamaya yetişemiyorduk.Aç köpeklerin insan ölülerini parçalamasına izin vermemek için, koşarcasına ölü toplayıp gömdük.
Ben hiç bir şey diyemedim.Yaşlı amca öyle bir çırpıda anlatıverdiki bütün bunları, kulaklarımın uğultusundan trenin
sesini bile duymuyordum artık.Ve böylece geldik isimsiz şehit mezarlarından, isimsiz hikayenin sonuna....
Yazan:Osman Eker