0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
27
Okunma
Eski zamanları seviyorum. Çünkü eski zamanlar, insanın kalbine daha yakındı. Saatler yavaş akardı, günler acele etmezdi. İnsanlar bir yere yetişmekten çok, bir yerde durmayı bilirdi. “Eski” dediğimizde zihnimizde tozlu sandıklar açılır; sandıkların içinden çocukluk çıkar, masumiyet çıkar, yarım kalmış gülüşler çıkar.
Çocukluk… Hayatın en temiz sayfası. Henüz kirlenmemiş bir defter gibi. Ne hırs vardı o yıllarda ne de hesap kitap. Oyun oynamak dünyanın en önemli işi, bir taşın üstüne oturmak en büyük mutluluktu. Bayram sabahları erkenden kalkılırdı. Yeni alınan ayakkabılar yatağın başucunda durur, gece boyunca kokusu içimize çekilirdi. Bayram şekerleri ceplere sığmaz, harçlıklar avuç içinde terlerdi. Büyüklerin eli öpülür, küçüklerin başı okşanırdı. Herkes biraz daha yakındı birbirine.
Eskiden yağmur yağınca insanlar kaçmazdı. Islanmak dert değildi. Yağmurun altında koşmak, ayakkabının içine su dolması, paçaların çamur olması hayatın ta kendisiydi. Şimdi yağmur yağsa canımız sıkılıyor. Çünkü acelemiz var. Çünkü yetişmemiz gereken yerler, kaçırmamamız gereken şeyler var. Oysa eskiden hiçbir yere geç kalınmazdı; çünkü hayatın kendisi zamanındaydı.
Ben de çocukluk yıllarımı hiç unutmam. İstanbul’dan önce köy vardı hayatımda. Toprağın kokusu, sabahın serinliği, horoz sesleriyle uyanan günler… Ne televizyon vardı ne elektrik. Ama karanlık değildi hayat. Gaz lambasının sarı ışığında ders çalışırdım. O loş ışık gözlerimi yorsa da kalbimi yormazdı. Elektrik yoktu belki ama bereket vardı, kanaat vardı, huzur vardı.
Bahçemizde meyve ağaçları vardı. Dalından koparılan elmanın tadı hâlâ damağımdadır. Marketten alınan hiçbir meyve o tadı vermedi bana. İneklerimiz vardı, sütü sıcaktı, kokusu gerçekti. Tavuklar vardı, yumurtayı sabah yuvasından alırdık. Her şey yerli yerindeydi. İnsan ne yediğini bilir, ne içtiğini tanırdı. Şimdi her şey ambalajlı, her şey plastik; tatlar birbirine benziyor ama hiçbirinin ruhu yok.
Köyde geceler sessizdi. Sessizlikten korkulmazdı. Yıldızlar daha parlak görünürdü. Gökyüzü daha yakındı sanki. İstanbul’da gökyüzü bile yabancı artık. Betonların arasından başını kaldırıp bakmaya utanıyor insan. Çünkü yukarı bakmayı unuttuk, içimize bakmayı da…
Eskiden dostluklar vardı. Çıkarsız, hesapsız, pazarlıksız. Bir çayla saatlerce konuşulur, bir selamla gönüller alınırdı. Şimdi kalabalıklar içindeyiz ama yalnızız. Telefonlar susmuyor ama kimse kimseyi gerçekten dinlemiyor. Güzel dostlar da eskide kaldı; tıpkı kapısı kilitlenmeyen evler, yolda kalana açılan sofralar gibi.
Eski zamanlar kusursuz muydu? Elbette hayır. Zorluk vardı, yokluk vardı. Ama gönül genişti. İnsan azla yetinmeyi biliyordu. Şimdi her şeyimiz var ama içimiz dar. O yüzden eskiyi özlüyoruz belki de. Çünkü eski, sadece geçmiş değil; kaybettiğimiz bir haldir aynı zamanda. Saflığın, sade yaşamanın, şükretmenin adıdır eski.
Bazen düşünüyorum da; eski zamanları özlemek, aslında kendimizi özlemek. Çocukken olduğumuz hâlimizi, temiz kalbimizi, küçük şeylerle mutlu olabilen yanımızı… Zaman ilerledikçe biz büyüdük sanıyoruz ama belki de küçüldük. Hayat çoğaldı, gönül daraldı.
Keşke bazı şeyler eskisi gibi kalsa. Keşke dostluklar eskisi gibi sağlam, sofralar eskisi gibi bereketli olsa. Keşke bir gaz lambasının altında yapılan ödev kadar samimi olsa bugünkü hayatlarımız. Ama yine de umut var. Çünkü hatırlamak, diriltmenin ilk adımıdır. Eskiyi seven insan, hâlâ kalbinde bir yerleri koruyor demektir.
Belki de bu yüzden eski zamanları seviyorum. Çünkü orada ben varım. Saf, masum, umutlu bir ben… Ve insan, en çok kendini özlüyor aslında.
Abdurrahman Tümer