10
Yorum
17
Beğeni
5,0
Puan
567
Okunma
Geriye doğru sarıyorum; onunla tanıştığım anı. Mesela, gideceğimiz yerin bileti kesilirken, o tren gişe memurunun eline bin beş yüz kaymeyi saydıktan sonra, dimdik bir savaş kazanmış asker gibi karşımdaydı.
Bu sefer şansıma tükürecek kıvama gelmeyen bendim. Her şekilde trene kaçak binebilen bir yolcuydum.
Gökyüzü, siyaha teslim olmaya yakındı ve havasızlıktan içi dışına kusan tren kompartımanının temizlenmesi gerekiyordu. Çantamdan çıkardığım ıslak mendille dokunacağımız eşyaları bir bir silmekle meşguldüm.
Bir insanın yarına dair hayali alınıp sonra ona başka hayallere doğru bir yol tarif edilmesi kolay olmadığı kadar zor da değildi. Nitekim birlikte olma isteğine onun da benim gibi itirazı yoktu.
Ve seslerin yüksek topuklu olduğu şu hayatta, eğer biraz da bana ait iç küskünlüğü geride bırakmam gerekirse, sessizliklerin mezar taşına oturup onunla ağlamaya yakın bir temas haline hazırlık yapmalıydım.
Fikren ve cismen birbirimizin hayal gücüne ne fazla ne de az, aynı ağırlıktaydık. Bu yükten ne o ne de ben şikayetçiydik. Bir yanımız uslu iki çocuk, diğer yanımız herkesi doyurmaya konsantre olmuş bir anneydi. Ne konuşsak, neye susak, ateşi iyi ayarlanmış ve helalinden bir aş gibiydik.
Adamın adam olduğu, bol suyla yıkayıp kesme tahtasına koyduğu yeşilliklerden belliydi ki çok hamarattı salata yapma konusunda. Ben ise yanakları şişkin bir gülüşle, yemekteki tuz ayarını annemin öğretisiyle yaptığımı söyleyerek övünüyordum.
Yemek sonrası daha kolay ve ince işti. Peşime takılıp gelen bir şişe şarabı kadehle baş göz etmiş; meyve tabağına çıplak elmaları doğramıştım. Çocukluk anılarımızın en mahzunu, komşu bahçelerindeki göz hakkı elmalar olmuştu. Ah! Bu arada, Adem baba ile Havva ananın kulaklarını çınlattık, ilk dudak dudağa temasımızda.
Beni çok iyi tanıyanlara göre, hırsız adamların elindeki kilit açma maymuncuğu gibi her kapıyı açarmışım ya! Dilimin ucundan şeker dağlarını eritip sonra damaklarıyla buluşturmam, elleri bedenime iyi davranan bir adama çevirmişti onu. “Körün istediği bir göz, ben iki gözleyim.” Nasıl mutlu olmam ki? Vücudumun ten arazisine sıcak bir ateş basmış, ıslak bir nehrin kıyısına yaklaşan ayaklarım uyuşup göğe yükselmiş, gözden kayboluşu başka bir güzeldi.
Saatler ilerledikçe, yan yana uzanmanın yorgunluğunu hissettik. O bana, “Sen çok iyisin bu konuda.” dedi. Ben de ona sadece, “Sen.” dedim.
Bir ara başını göğsüme devirip yanakları al al, türkülerin hangisi benim, hangisi onun muhabbeti çok şirindi. Annem derdi ki, “İnsan sevince bir türküsü olur.” Sanırım ben de bugün öyle bir türkünün sahibi olmuştum.
Sımsıkı sarılmıştım onun bedenine; nefesim uçsa o tutacak, onunki uçsa ben tutacak bir vaziyetteydik. Demir raylarında tren, kendi yokluğunu hissettirmemek için o bilindik seslerini çıkarıyordu.
Şairin dediği gibi, “Yer Demir Gök Bakır”da, kim bilir saatler sonra gideceğimiz yere ne şekilde varacaktık.
Susmanın öncesi ve sonrası, kör bir kuyunun taşla kapanmasına benzer. Evet, bazı gerçeklerin uykuyla bozulmayacağını çok iyi bilen taraf ben değildim. Onun gözyaşlarının ıslattığı mendilleri bıraktığı gibi, el teması daha iziyle duruyordu.
Doğru hissedebilmenin savaşı başlamıştı ve başka başka kadınların resmileştiği o hüzünlü yüzden bana minik bir yer kalır mı korkusuyla geberiyordum. Bu sessizlik ya bozuk harcanacak ya da bizle büsbütün kalacaktı.
Bir ara gözüm takıldı, çıplaklığımızı örten bez parçasına. Hafif bir tarafa kaysa, en soğuk rüzgarların avuçlarına bırakacaktı bizi. Bedenle bütünleşen ruh rengimiz, mordan sarıya dönerken, yorulmuştuk. İncinen çığlıkları bir biz biliyorduk. Şu an bir parçası olduğumuz tren, aslında bizi kendisiyle bir bilinmeze sürüklüyordu.
Pencereden usulca bir ışık kolonisi içeri süzülürken, göz kapağıma yaslanan kirpik uçlarım ıslaktı. O ise uykusunda ağır bir taş gibiydi ve nitekim rahat, cennet bahçesinde tek dolaşıyordu.
Canı sıkılan adam konumundan çok uzaktaydı.
Nispi bir anlayışla yola çıkarsam, günün ışıkları karanlığa göre çok daha dürüsttü; hiçbir yanlışın üstünü örtmüyordu. Alacaklarını renk, koku ve olgunluğuna göre seçip bağrına basmana izin veriyordu.
Bizi alıp götüren o göbeği kırmızı trenin eli temiz bir işle durup bizi indirmesi sonrası, kompartımanı geceden kalma dağınıklıkla bırakmam bir oldu.
Soğuk havanın sertçe yüzüme çarptığı bu hayali şehrin içinde, daha rahat ve güvenli bir konaklama yeri bulmam gerekiyordu. Şu dakika kalbine mihman olacağım birinin varlığına o kadar uzağım ki…
İç sesimle konuşmaya çalıştım ama sesim titriyordu. Cümlelerim, bir serçe yavrusu gibi uçamadan yere düşüyordu.
Sokak aralarını ezber edip gözlerimle daha ilerisi neresidir diye yürürken, demir yumruklu trenden uzaklaşmamın üzerinden ne kadar geçtiğini bilmiyordum. Telefonum, boynu vurulmuş bir müzik sesiyle çalıyordu. Ama o telefonu alıp kulaklarıma götürmem, benim daha çok acı çekmeme sebep olacaktı.
Kulaklarıma pamuk tıkamışçasına hiçbir şey duymuyordum. Abuk sabuk şarkıları mırıldanıp, onun beni arayış sesini kısıyordum. Dün sabah bindiğim trenin yol alışını bir film gibi geriye sarma çabam gittikçe artıyordu. Bu memleketi ne o ne de ben avucumuzun içi gibi biliyorduk. İkimiz de bir saçmalık hissiyle kaybolmuştuk.
Adımlarım göz hizasında, kör bir saatte… Kasabanın bütün esnafı derin uykudaydı. Sadece önlerinden geçtiğim fırınlardan taze ekmek kokusu yükseliyordu.
Onun benim peşimden gelebileceğine inanmak istiyordum. Başımın üzerinde ışıl ışıl bir ay duruyordu. Ellerim ceplerime sokulmuş, içimde bir sokum can kalmış gibi şehrin en kuytu köşelerine ayak sürüyordum.
Hani gelip nispi anılar biriktirecektik?
Şimdi bize ayrılan sevinç limitinin dolduğunu ilk anlayan kişi olmaktan dolayı kendime kızıyordum. Suç ne şarapta ne tende; suç, önceki yaşanmışlıkların hala ikimizin zihninde capcanlı durmasındaydı.
Ateşin kaçışı küle, benim kaçışım ise kendimeydi… Bunu ona anlatacak lisanımın kırık parçaları, avuçlarımı kanatmıştı.
Üç ayaklı bir merdivenden ibaretti aşk… Ama bizim o üç ayaklı sandığımız merdiven, daha önce tahta bir merdivendi. Ve doğal olarak, betonlaşmış halini görmeye ikimiz de hiç hazır değildik…
21-02-2025
ist
5.0
100% (5)