- 67 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
-DARBECİ ZİHNİYET ARAMIZDA MI?-(3)
Adamın biri Cuma günü ölür. Definden sonra oğlu hocaya gider ve “Efendim! Babam Cuma günü öldü öbür tarafta nasıl karşılanır, iyi karşılanır değil mi?” diye sorar.
Hoca: “Namaz kılar mıydı?” der ve aralarında konuşma şöyle devam eder:
“Hayır, ama Cuma günü öldü!”
“Kumarı, içkisi var mıydı?”
“Yani! Vardı, ama Cuma günü öldü!”
“Yalan söyler miydi?”
“Evet, ama Cuma günü öldü!”
“Hovardalığı var mıydı?”
“Tabi! Ufak tefek kaçamakları olurdu, ama Cuma günü öldü!” diye tekrarlayıp durunca Hoca sonunda dayanamaz:
“Evladım Cuma günü ellemezler babanı, ama Cumartesi biçimine getirirler!”
Tebessüm uyandırması tabiidir. Öyle ya türlü günahları mübarek bir günün ardında kamufle etmek, edebilmek mümkün mü? Oysa bunun acı acı gülümsemenin ötesine geçemeyeceği, geçmemesi gereken bir hal de vardır yakın tarihimizde. Döneminde koşulların dayatmasına bağlı mantığı, manası olduğunu düşündüğümüz, fakat bir o kadar da faturası ağırdır denebilecek bir oluşumdur bu. Evet anti komünizmden başka bir şey değil söz ettiğimiz. Öyle ki yakın tarihimizdeki bazı halleri değerlendirirken hala varlığını tabii karşıladığımız, hani işlevsel bulduğumuz durumlarda ağzımızı doldura doldura öyle ama o zamanlar şöyleydi yaptığımız, kimi durumları ele alırken ise pas vermez göründüğümüz, yok be ya yalan o dediğimiz, içeride devlet katmanlarında “minareyi çalanın kılıfını hazırladığı” bir duruma bağlı olduğunu öne sürdüğümüz, deyim yerindeyse gerçek olduğunu düşündüğümüzde sanal, sanal bulduğumuzda da gerçekliği alttan alttan gıdıklayan çarpık ilişkiler ağı karşımızdadır.
Üstteki fıkra uyarınca dinimiz, imanımız her şeyimizdir bu anti komünizm. Sözüme mim koyun lütfen, anti komünistse koy sepete tabir edilebilecek ölçekte başka itikadi bağ aranmaksızın kişinin Müslümanlığının test sürüşünü verecektir bize. Bunun dikkat çekici tezahürleri vardır. Bir bakarsınız İslami bir kalem Üstat Necip Fazıl merhum yine kendisi gibi İslami çizgide Milli Selamet Partisi ile değil de Ülkücü Milliyetçi kulvarda Milliyetçi Hareket partisi ile yakın münasebet içerisindedir. Bu hiç kuşkusuz kendi başına yadırganacak bir husus değil. Maksadım insanlarla partiler arasındaki ilişkileri olumsuz karşılamak hiç değil. Dönemine göre mana ifade eden bir yanı vardır bunun.
Yine söz gelimi rahmetli yazar ve siyaset adamımız Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Tanrı Türk’ü korusun” sözünün tartışıldığı bir dönemde “Ne tartışıyorsunuz? Tanrı Türk’ü, Allah da Müslümanı korusun” demesi dikkat çekmektedir. Bir başka zamanda böyle bir kalıp ifade anlamsız kaçmaz mı? Bugün biri böyle bir cümle sarf etse yahu ne alaka Tanrı Müslümanı, Allah Türk’ü korumaz mı denmez mi? Hani derim ki devrine, statükoya göre anlam kazanan bir yanı olduğu anlaşılmaktadır. Anti komünizmin yumuşak karnımız olduğu, öncelikli bir hüviyet arz ettiği kuşkusuzdur. Nitekim yetmişli yıllarda cephe hükumetleri dahi kurulur ülkemizde. Ortakları açısından değerlendirildiğinde ise koalisyonun İslami, Milliyetçi, liberal muhafazakar, Kemalist ulusalcı gelenekten gelen mensupları dikkat çekmektedir.
Bu halin temellenmesi önemli ölçüde bin dokuz yüz on yedi Sovyet ihtilaline dayanır görünse de daha ziyade ikinci dünya savaşının sona ermesini müteakip Soğuk Savaş dönemine geçilmesine bağlıdır. Gerçekten de bizde tek parti dönemince devlet toplum ilişkilerinde komünizmin ret edildiği, olumsuz karşılandığı açıktır. Hatta Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Milli Mücadele döneminde Trabzon’dan Batum’a geçmeye hazırlandıkları bir evrede yok edildikleri bilinir. Cumhuriyet döneminde de komünizm aleyhtarlığı ülke siyasetimizin ayrılmaz bir parçası olacaktır. Ne ki tam tersi Türk Sovyet ilişkileri Atatürk dönemi boyunca müspet seyir takip edecektir. Açıkçası İstiklal Harbimiz esnasında batı dünyası ile mücadelelerimiz Bolşevik Rusya tarafından desteklenmektedir. Harpler dönemi sona erdikten sonra da bu halin devamı görülecektir. Ta ki ikinci dünya savaşının sona ermesine kadar. Büyük harbin sona ermesiyle birlikte Sovyet devleti “yeni şartlara uyum sağlanması ve iyileştirmeler yapılması” olarak ifade edilecek taleplerde bulunmakta ve beraberinde bin dokuz yüz yirmi beş tarihli Türk Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşmasının yenilenmeyeceğini bildirmektedir.
Bu gelişmelerin paralelinde ise ülkemiz uluslararası arenada rotasını batı dünyası istikametinde değiştirmektedir. Bu yönelim bin dokuz yüz elli ikide anti komünist bir askeri pakt olarak NATO’ya üye olmamızla tavan yapacaktır. Kuşkusuz ülkemizin iç ve dış politikada sergilediği tutum ve davranışlar üzerinde direkt tayin edici olmaktadır. Gerek tek parti döneminin sona erip çok partili döneme geçilmesi gerekse buna paralel iktisadi siyasi, kültürel, askeri uygulamalar üzerinde süreç etkili olmaktadır.
Hiç kuşkusuz Amerikanizm içeride muhalif ideolojiler açısından Kemalist sistemin aşılabilmesinde imkan sağladığı gibi karşıt yönde reaksiyonları da beslemektedir. Her şeyden önce tek parti dönemi uygulamalarından türlü ödünler verilecektir. Farklı siyasi ideolojik kesimlerin bunların hangisini destekleyip kösteklediği ise bir başka boyuttur. Birbiriyle ihtilaf oluşturan uygulamaların hepsinde tüm sosyo politik yapıların mutabakat halinde olması düşünülemez açıkçası. Uygulamaların hepsinin tek parti dönemi devam ederken sergilendiği de söylenemez. Bir bölümü çok partili yıllara karşılık gelmektedir.
Bin dokuz yüz kırk beş elli arası İmam Hatip okullarının öğretmen kurslarının açılması, Köy Enstitülerinin Hasanoğlan yüksek kısmının kapatılması, İsrail’in bağımsızlığının tanınması, Atatürk döneminde faaliyete geçen uçak fabrikamızın kapatılması, silah fabrikamızın ise havaya uçurulması türlü biçimlerde sorgulanır ve eleştirilir. İşin ilginç yanı İmam Hatiplerin temellenmesi ve Köy enstitülerinin kapatılması yönünde ilk hamleler Milli Şef İnönü yönetimine ait olduğu halde devamının getirilmesi yönünde adımları dolayısıyla Kemalist sol çevreler daha ziyade Demokrat Parti dönemine yüklenmektedir.
Buna karşın sağ kesimlerinde silah ve uçak ihtiyacımızın tümden Amerika tarafından karşılanması, İsrail’in tanınması, Adaların durumunun müzakere edilmesi gayesiyle toplanan Paris Konferansına katılmamamız kapsamında tek parti dönemine eleştirel baktığı görülmektedir. Yine Kore’ye asker göndermemiz, tek parti döneminin demiryolu siyasetinin terk edilip karayolu taşımacılığının geliştirilmesi hususlarında DP yönetimi eleştirilir sürgit. Halbuki bin dokuz yüz kırk beş doksan arası uluslararası ilişkilerimizin ve bunun iç siyaset üzerindeki izdüşümlerinin önemli ölçüde Anti komünizm/Amerikanizm tandanslı yürüdüğü, yürütüldüğü küçük farklılıklar dairesinde tüm siyasi dönemler ve yönetimler nezdinde muhakkaktır. Yine bu kırk beş yıllık doğu batı bloklaşması evresinde kantarın topuzunu kaçırmak noktasında hayli mesafe aldığımız açıktır.
Hemen belirtmeliyim ki komünizme karşı olmakla anti komünizm ve dahi anti komünist farklı kavramlar ve hallere karşılık gelmektedir. Bunlardan Komünizme karşı olmanın saf berrak şekliyle bir fikir teatisine bağlı olduğu söylenebilir. Anti komünizm ise Soğuk Savaş döneminde Amerikan çıkarlarına uygun hareket edilmesi, NATO konseptleri doğrultusunda bünyemizde inşa edilen Gladio yapılanmasının hareketlerine bağlı değerlendirilmesi gereken bir alandır. Takdir edersiniz ki felsefi bir reddiyeyi fersah fersah aşmaktadır.
Öyle ki Türklerde ve Araplarda anti komünizm algısı dahi farklılaşmaktadır. Bizdeki uygulama gücünü daha ziyade tarihsel Türk Rus ilişkileri, Osmanlı Rus savaşlarından alırken, milliyetçilik üzerinden işlerken, Arap ülkelerindeki anti komünizm ise vakti zamanında din tandanslı yürümekte, mesela Rusya aleyhtarlığına dönüşmemektedir. Hatta İslam dünyasının biz hariç genelinde ekonomi politik çizgide Karl Marx ile bir sorun teşkil etmemektedir bu anti komünizm algısı. Salt dinsiz ateist bir doktrin olarak ret edilir hani.
Söz gelimi ünlü mütefekkir ve edibimiz Necip Fazıl’ın Nasır rejimi tarafından idam edilen Mısırlı din bilgini Seyyid Kutup’un bu akıbetine saygı duymakla birlikte Mısırlı din aliminin Amerikan aleyhtarlığına ve toplumcu fikirlerine cephe alması böyle bir halden kaynaklanmaktadır. Üstat bu noktalar etrafında Türkler ve Araplar arasında tabiat farklılığı ve bu durumun ideolojik politik sonuçlarını kavramak noktasında Türkiyeli bir İslamcı olarak sıkıntı yaşıyor olabilir mi? Meselenin özünün bu olmadığı kanaatindeyim. Araplar asırlarca Türklerin kolunun kanadının altında yaşamakta. Dolayısıyla ecnebi devletlerle boğaz boğaza gelmediler. Onlara göğsünü siper eden yönetimimiz altındaki tüm ülkeler gibi biz olduk.
Nihayet anti komünist olmak ilk ikisinden ayrıdır. Açıktır ki anti komünist olmak insana karşı olmaktır. İnsanlar zamanla değişebilir oysa. İnsanı kazanmak kaybetmemekle mümkündür öncelikle. İnsanı kaybeden artık kazanamayacağını kabul edecek. Canım değişen şartlarda yıkılan gönülleri onarırız diyenler ise ancak şarlatanlardır. Sözün özü insanlarla kavramları birbirinden ayırmak icap etmekte. İdeolojik, politik hususlarla ontolojik ögeleri birbirine karıştırmamak gerekir. Kavimler arasında bir rekabet, devletler arasında çıkar çatışması yaşanmaktadır. Ne var ki insanın bireysel varlığı hukuki, metafizik, ontolojik boyutları olan bir saha olmaktadır.
-DEVAM EDECEK-
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.