- 110 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Tanımak ya da Tanınmak
Hayat boyu kaç kişiyi gerçekten tanıyabildik? Belki daha önemlisi, kaç kişi bizi gerçekten tanıdı? Bu soruları cevaplamaya çalışırken zihnimde bir tartı beliriyor. Bir kefesine tanımaya çalıştığım insanları, diğer kefesine de beni tanımaya çalışanları koyuyorum. Ama eşitlik bir türlü sağlanamıyor. Belki de insan ilişkilerinde adalet arayışımız baştan boşuna.
Eğer hayatınıza giren insanların çoğunu, üzerlerine etiket yapıştırmadan, basit tanımlamalarla sınırlandırmadan anlamaya çalıştıysanız, işte o zaman bu tartıya biraz anlam katabilirsiniz. Ama diyelim ki, hayata dair tüm algınız ; şairlerin hassas ve ince yapılı, kamyon şoförlerinin ise kaba saba olduğu gibi kolaycı genellemelerden ibaretse, bu durumda bırakın tanımayı, bir insana bakıp onun ne olduğunu çözme ihtimaliniz bile yok. Kafamızdaki şablonlarla yaşamak güvenli hissettirir, evet. Ama bu güvenli alanlar, bizi keşfetme heyecanından da mahrum bırakıyor.
Birisini gerçekten tanımak, onun sınırlarına dokunmadan, özgürlüğünü ihlal etmeden ama yine de derinine inebilmektir sanırım. Bunun için cesaret gerekir. Cesaret diyorum, çünkü tanımak, kendimizi de riske atmayı gerektirir. Başkalarına dair öğrendiğimiz her şey, dolaylı olarak bizi de ele veriyor. Kabul ediyorum; kendimizle yüzleşmek istemiyorsak, tanımaya çalışmak bazen fena halde korkutucu olabilir.
Bütün bunları neden mi anlatıyorum? İki hafta evvel kalabalık bir arkadaş grubunun emrivakisine maruz kaldım da ondan: “ Hadi kalk! Sinemaya gidiyoruz…” diyen çatkapıcı arkadaşlara “Hayır, çok işim var” yanıtını vermemle yoğun bir tanıma-tanımlama süreci başlamış oldu" Birine göre “ben hep böyle oyunbozanlık yapıyormuşum” ki bu durum benim klostrofobik olmamla açıklanabilirmiş. Diğerine göre ise tam aksine, açık alanlardan ve kalabalıklara karışmaktan korkan bir agorafobikmişim. Neyse ki bir başka arkadaşım imdadıma yetişiyor; ona göre bu tanımlamaların hiç birini hak ediyor değilmişim. Benim durumumun herhangi bir fobiyle ilgisi yokmuş, basbayağı yontulmaktan çekinen bir odunmuşum. Hepsinin hakkı var. Hakkım olanı vermekte cömert davranan arkadaşlarımın, bu tanımlama sürecinde yine de vicdanlı olduklarını düşünüyorum: Ya ördekler tarafından izleniyor olmaktan korkan bir anatidafobik olarak değerlendirselerdi beni. Ya da yer fıstığını afiyetle yerken diğer yandan da ‘damağıma yapışır da ölürsem’ diye korkan bir arakibutirofobik...
Özellikle kült film sevgimi bilen arkadaşlarım, sinemaya neden gitmediğimi soruyorlar son zamanlarda. Soruyu duyduğum anda ağzımdan çıkan kelimelerle aklımdan geçen düşünceler birbirine karışıyor. Bir yandan, “Evet, hala seviyorum ama pek vakit olmuyor” demek istiyorum, öte yandan hafızam beni bambaşka bir yere, çocukluk yıllarıma götürüyor. Çünkü biliyorum ki sinema benim için sadece film izlemek değildi; sinema, bir kaçışın, bir bağın ve hatta bazen yalanlarla süslenmiş masum oyunların adıydı.
Bana sinemayı sevdiren kişi, babamın en küçük kardeşi olan Mahir amcamdı. Amcam, ailenin en zeki ve kültürlüsü ama aynı zamanda, herkesin kafasında soru işaretleri bırakan garip huyları da olan biriydi. Belediye memuruydu; esnafla, mahalleliyle ve özellikle de sinema işletmecileriyle harika ilişkiler kurmuştu. Öyle ki, mahalle sinemasında bilet gişesinin arkasında duran adam, amcamı uzaktan görünce başıyla selam verir, bizi locaya alırdı. Çoğu zaman amcamın seans seçimi öyle tuhaftı ki, ya kimsenin gitmediği sabah matinesine ya da gecenin geç saatlerine kalırdık.
Amcam için sinema, gerçek hayattan kısa süreliğine kaçmanın en iyi yoluydu. Evde kocasıyla didişmekten yorulmuş bir kadın olan yengem için de aynı durum geçerliydi; tek farkla, onun kaçışı Mahir amcamı gözetlemekten ibaretti. Ama bizim aramızdaki bağ çok başkaydı. Amcam, izlediğimiz her filmle ilgili derin sohbetler eder, bana hayatın ve insanların garip taraflarını anlatırdı. "Bak," derdi, "herkes kendi filmini çekiyor bu hayatta. Kimi komedi, kimi dram, kimi de trajedi. Senin hikayen hangisi olacak bakalım?”
Bu konuşmaların hemen ardından, bana o çok sevdiği çikolatalı dondurmalardan bir tane alırdı. Amcamın sevgisi, çocuk aklımla çözemeyeceğim kadar katmanlıydı. O beni sinema büyüsüyle tanıştırırken, ben onun dünyasında, o büyük adamın küçük sırlarının gölgesinde, bir çeşit kahraman oluyordum.
Ama her büyü gibi, bunun da sonu geldi. Yıllar sonra Mahir amcamın aslında sinemayı, çapkınlıkları için paravan olarak kullandığını öğrendiğimde, hayalimdeki kahraman biraz küçüldü. Onunla paylaştığımız o küçük sırların arkasında daha büyük sırların olduğunu fark ettiğimde, çocukluğumun masumiyet perdesi ağır ağır kapanmaya başladı.
Şimdi, sinemaya gitmek bana garip bir yük gibi geliyor. O eski büyüyü arıyorum ama bulamıyorum. Bir filmi izlerken koltuğuma yayılmışken, amcamın yanımda oturup filmle ilgili yorumlar yapmasını, bana yaşamın bir yerlerde gizli bir senaryosu olduğunu hatırlatmasını istiyorum. Ama onun yerine, geçmişten gelen bir hayal kırıklığı oturuyor yanıma.
Ve işte bu yüzden, soruyu soran arkadaşlarıma şöyle cevap veriyorum:
“Eskisi kadar gitmiyorum sinemaya. Filmleri artık evde izlemeyi seviyorum, kendi alanımda, sessizce. Sanırım, sinema benim için bir eğlenceden çok, anılarla dolu bir hazineydi. O hazineye artık başka gözle bakıyorum.”
İçimde bir yerde, amcam hala o eski sinemanın parlak ışıkları altında, bana çikolatalı dondurma alıyor gibi. Bu kez, kahramanlık hikayesinin sonunu bilerek izliyorum. Ve ne yalan söyleyeyim, bazen hâlâ ona kızıyorum; ama çoğu zaman sadece özlüyorum. Ama onu, gerçekten ne kadar tanıyabildildim? Bu soruya henüz cevap bulamıyorum.
Söylemiştim değil mi; kendimizle yüzleşmek istemiyorsak, tanımaya çalışmak bazen fena halde korkutucu olabiliyor...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.